Ferai Tınç

Avrupa ile birbirini dinleme zamanı

4 Şubat 2008
VİYANA’da, geçen hafta bir gösteriye denk geldim. Aşırı sağcı partinin düzenlediği bir yürüyüştü. Avusturya’nın Avrupa Birliği’nden çıkmasını istiyorlardı. Avrupa aşırı sağı, neo nazi örgütleriyle birlikte Avrupa Birliği’ne karşı en popülist sloganlarla karşı çıkarken, yabancı düşmanlığını pompalıyor. Bu düşmanlıktan en fazla nasibini alan ülke Türkiye. Avrupa kamuoyu Türkiye’yi AB’de görmek istemiyor. Avusturya ise kamuoyu araştırmalarına göre, Türkiye’nin AB üyeliğine en fazla karşı olan ülke. Oysa Türkiye’de, Avrupa ile ilişkilerin rayında gitmemesinin tek nedeni Sarkozy imiş gibi gösteriliyor. Bu hiçbir şey yapmamanın gerekçesi haline getiriliyor bana göre.

Avrupa Birliği içinde Türkiye’nin üyeliğine şüphe ile bakan başka ülkeler de var, onları ikna etmek, diyalog kapılarını aralamak için yeterli gayret sarfediliyor mu? Avrupa ile ilişkileri sadece teknik müzakere çerçevesinde sürdürmek mümkün mü?

Avusturya örneğin. Avusturya kamuoyundaki bu şüpheleri gidermek bizi hiç mi ilgilendirmiyor?

Avusturya Türkiye’nin üyeliğine neden karşı çıkıyor?

Bu soruyu, Avusturya Dışişleri Bakanı Ursula Plassnik’e, Viyana’da Dışişleri Bakanlığı’ndaki ofisinde yaptığımız sohbette soruyorum.

"Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler çok karmaşık ve birçok hususu içeriyor. Avusturya’nın Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduğunu söylemek yanlış. Bu tip basitleştirmelere karşı hepimizin mücadele etmesi lazım" diyor Plassnik, "Biz Avrupa Birliği üyeliğini adım adım bir yaklaşım olarak değerlendiriyoruz. Bizim hükümet programımızda açıkça, ’Türkiye ve halkının Avrupa Birliği değerleri ve standartlarına kavuşmasına öncülük etmek bütün Avrupa hükümetlerinin yararınadır’ diyoruz."

Buna rağmen, Türkiye ile Avusturya arasında son iki yıldan beri göze görülür bir soğukluk var.

Nedenlerinden biri de Avusturya’nın Türkiye’ye imtiyazlı ortaklık teklif etmesi mi?

* * *

PLASSNIK
, "imtiyazlı ortaklık" deyimini kabul etmiyor. "Benim söylediğim bu değil" diyor. Evet, Plassnik, müzakere sürecinin açık uçlu olmasında ısrarcı. "otomatik" üyeliğe karşı olduğunu gizlemiyor, "Bu müzakere sürecinin biz de tarafıyız. Hedefler ortak anlaşmalarla belirlenmeli. Müzakere sonuçlandığında, her iki taraf da ilişkinin niteliğine karar verecek durumda olmalı. Bu katılım mı olur, yoksa hukuki çerçeveye sahip özel bir ortaklık mı ona karar verebilmeli. Bu gerçekçi bir yaklaşımdır, bu konuda dikkatli ve açık olduğumu düşünüyorum."

* * *

AVUSTURYA
Dışişleri Bakanı, uzun bir aradan sonra 22 Nisan’da Türkiye’ye geliyor. Bu ziyarete çok önem veriyor. "Ülkelerimiz arasındaki turistik ilişkilere, insani ilişkilere bakın, ne kadar iyi durumda. İlişkilerin iyi olması için burada yaşayan binlerce Türk’ün gayretlerine bakın. Bu ülkelerimiz arasındaki doğal bağdır. Birbirimizi daha iyi tanımaya devam etmeli, duygusallıkların ötesine geçmeliyiz, çünkü duygusallık ilişkinin sadece bir parçasıdır. Benim somut önerim şu, birbirimizin endişelerini ciddiye alalım, birbirimizi suçlamaktan kaçınalım ve diyalogumuzu derinleştirelim."

Avrupa Birliği siyasi liderliğe bağlı bir süreç.

Bu sürecin devam etmesi hem Türkiye hem de Avrupa’daki siyasiler açısından çok zor. Çünkü popÜlizm daha çok oy getiriyor, fakat halkın zararına işliyor.
Yazının Devamını Oku

Eğer bunlar olmasaydı yasağa karşı çıkmak daha kolaydı

3 Şubat 2008
EĞER AKP’nin, iktidara gelir gelmez kadrolaşma için bu kadar "seçici" davrandığını görmeseydim. Eğer AKP’nin, kadın hakları konusunda bu kadar ayak sürmesine tanık olmasaydım.

Eğer, meslek hayatımda ilk kez bir dışişleri brifinginde biz gazetecilere gelişmelerle ilgili bilgi veren bir üst düzey AKP’linin, "toplantı devam edecekse ben cumaya bir gidip geleyim öyle devam edelim" önerisiyle karşılaşmamış olsaydım.

Eğer bir bakan yemeğinde, yine hayatımda ilk kez, aynı masada harem selamlık düzenlemenin tarafı olmasaydım ve bu duruma dikkat çekenlere üst düzey bir AKP’li kadın arkadaşın "ne olacak kız kıza otururuz" yanıtını duymasaydım.

Eğer Güneydoğu Anadolu’nun büyük bir kentinde kadınların, eşitlik temelinde çalışan kadın örgütleri yerine, mahallelerde açılan dini sohbet evlerine gittiklerini, kocalarından buraya gitme iznini daha kolay aldıklarını saptamasaydım.

Eğer ifade, düşünce, inanç özgürlükleri arasında AKP’nin kendi önceliklerine göre seçim yaptığını farketmemiş olsaydım.

Eğer AKP’nin çoğulcu demokrasi anlayışı yerine çoğunlukçu dayatmacılığı "özgürlükçü yönetim" diye sunmasının çağdaş demokrasiye ters düştüğünü bilmiyor olsaydım.

Eğer yüzde 47’lik seçim zaferinin hemen ardından AKP, Türkiye’nin derinleşen sorunları arasında gerçeklere dayalı bir öncelik sıralaması yapmış olsaydı, Avrupa reformları hızla başlasaydı, 9. uyum paketinin gerekleri yerine getirilseydi, düşünce özgürlükleri önündeki yasal engelleri kaldırmak üzere harekete geçilseydi, yatırım teşvik önlemleri gözden geçirilmiş olsa, Güneydoğu için ekonomik ve sosyal kalkınma paketleri art arda açılsaydı.

Terörle mücadele askere havale edilmekle kalmasa ve hükümet aynı zaman diliminde, sosyal ve ekonomik mücadele paketi için de düğmeye basmış olsaydı.

Emin olun türban tartışması beni böyle germeyecekti.

Üniversitede türban yasağına karşı olduğumu rahatça söyleyebilecektim.

Ama aynı zamanda, kadınlara baştan çıkartıcı varlıklar olarak yaklaşan ve örtmek isteyen her anlayış ve inancı sorgulamaya da devam edecektim. Kadın özgürlüğü açısından türbana karşı olduğumu açıklamayı ve tartışmayı sürdürecektim.

* * *

GİYİM
yasakları da, giyim kodlarının dayatılması gibi toplumu sarmaya hazırlanan baskı düzeninin ayak sesleridir.

Her darbeden sonra üniversitede sakal tartışmaları yaşamadık mı biz? Bu ülkenin genç kadroları, asistanları, profesörleri sakalları yüzünden, inançları yüzünden üniversitelerden kapı dışarı edilmedi mi?

Ama bugünkü tartışma özünden tamamen koptu. Sadece üniversiteli kız öğrencilerin başlarını açmadan üniversiteye gidebilme hakkı ile ilgili bir tartışma olmaktan çıktı.

Toplumu bambaşka yerlere götürdü. Dinin siyasete alet edildiği bir rövanş girişimine dönüştü.

"Müslüman kadınların başını açıp açmama" tartışması haline geldi.

Başbakan Tayyip Erdoğan, dün partisinin siyaset okulunun açılışında, "Bakın salonda başı kapalı da var, başı açık da. Bizim istediğimiz Türkiye bu" dedi.

Sanki üniversitelerde yasağın kalkmasına karşı çıkanlar, hayatın tüm alanlarında kadınların başlarını örtmelerini yasaklıyorlarmış gibi.

Meseleyi Türkiye’de dinin yasaklanması olarak sunduğunuzda, din yasaklarının hakim olduğu bir Türkiye’ye yol döşersiniz.

İşte rövanş, işte zıtlaşma, kutuplaşma ve çatışma.

Bu endişeyi taşıyanları anlamak, eğitimi ile dini inancı arasında, inancı yönünde seçim yapan kız öğrencileri anlamak kadar önemli değil mi?
Yazının Devamını Oku

Türban, reformları sulandıracak

1 Şubat 2008
SADECE Batılı gazeteciler değil, Arap dünyasından kadın gazeteciler de merak içinde. Türkiye’de neler oluyor? El Arabia, El Cezire’den televizyoncu Arap kadın arkadaşlarım, Filistinli, Mısırlı meslektaşlar soruyor: "Tükiye’de neler oluyor?"

Avrupalı meslektaşlar da merak ediyorlar. Anlamakta zorlanıyorlar. Ya "cumhuriyet muhafızlarına karşı halk devrimi" müjdesi veriyor ya da "İslamcı AKP Hükümeti’nin Osmanlı’ya geri dönüş adımı" damgasını vurup rahat ediyorlar.

Önceki gün, Viyana’da Ortadoğu ve Avrupalı kadın gazetecilerin bir araya geldiği bir toplantıda Mısır’ın tanınmış kadın dergisi Havva’nın kurucularından ve Genel Yayın Yönetmeni olan Ekbal Baraka ile konuştum. Baraka’nın bir anı kitabı da var Türkiye ile ilgili. Kitaplarından biri de "başörtüsü" üzerine, adı "Hicap".

Ekbal, türban ile ilgili gelişmeleri soruyor. Türkiye’ye her gelişinde başı kapalı kadınların sayısının arttığı izlenimi edinmiş. "Doğru mu" diyor. Mısır’da da son yıllarda başlarını örten kadınların arttığını söylüyor.

"Bence türban gerçekten de bir insan hakları meselesi" diyor "Çünkü kadının karakterinin en önemli unsuru olan ne giyeceğini seçme özgürlüğünü elinden alıyor. Giyim şeklin senin kişiliğini, karakterini, zevkini, toplumsal statünü gösterir. Kadınlara tek tip giyinmeyi dayatmak, onlara sınırları dışına taşmaları yasaklanan tutuklular muamelesi yapmaktır."

Ekbal
, din adına cahilce yorumların yapıldığını düşünüyor. "Kuran’da kadınların saçı ya da başı hakkında hiçbir şey yoktur" diyor.

* * *

BU
coğrafyada erkeklerin kadınların ne giyeceği hakkında karar vermeleri yeni bir şey değil.

Dini, siyasi iktidar üzerinden erkek iktidarını güçlendiren bir araç haline getirme gayreti "Bu memleketin sorunlarını çözüyoruz" formülüyle önceleri de yapılan bir şey.

3’üncü Ahmet, Müslüman kadınların açık ve süslü giyinmelerini yasaklamış. Kadınların kara çarşaf ile sokağa çıkmaları kararının üzerinde 3’üncü Mustafa’nın tuğrası var. 2’nci Abdülhamit ise kadınların çarşafla sokağa çıkmalarını yasaklamıştı bir ara.

Tanzimat döneminde yine kadınların giyim kuşamını tartıştılar erkekler, tesettür, ferace falan filan.

21. yüzyıl, Türkiye hálá kadınların nasıl giyinmelerinin neye göre uygun, neye göre uygun olmayacağını belirleyen yasalar çıkartmaya çalışıyor.

Kadınların tek derdi buymuş gibi.

Sanki bütün kız çocukları eğitim hakkına sahipmiş, sanki kadınların insan hakları çok ciddiye alınıyormuş gibi. Sanki getirilmek istenen sosyal güvenlik yasasında kadınlar için hiç sorun yokmuş gibi.

* * *

HÜKÜMETİN
, MHP ile bir olup türban meselesini "çözülmesi gereken en acil konular" listesinin başına çıkartması ifade özgürlüğü başta olmak üzere Türkiye’nin çözüm bekleyen diğer sorunlarını gölgeleyecek.

Türbanı universiteye girişten doktora sonuna kadar, çene altı bağlama koşuluyla serbest bırakan yasal düzenleme önümüzdeki günlerde durumu daha da karmaşık bir hale getirecek.

Türban, inanca göre giyim özgürlüğü, inanca göre yaşam hakkı gibi din esaslı demokrasi tartışmaları Türkiye gündemini kaplamaya devam edecek.

Esas sorun türban olduğu için bunu çözeceğini söyleyerek MHP, 301 başta olmak üzere AB uyum paketinde bekleyen reformlar, Kürt sorunu, Kıbrıs meselesi gibi konularda karşı çıkmaya hazırlandığını belli etti.

AKP, türbanın o ya da bu biçimde sorun olmaya devam edeceği bir ortamda, MHP ile uzlaşmasını bozacak siyasi inisyatife sahip olacak mı?

Türban çözümü demokrasiyi güçlendirecek bir adım mı, yoksa Türkiye’yi tökezletecek bir bahane mi olacak? Arabı, Avrupalısı, herkes bunu merak ediyor.
Yazının Devamını Oku

Diyarbakır’ın planı hazır, ya sizinki

28 Ocak 2008
DİYARBAKIR’ın medyadaki imajının düzeltilmesi için katkıda bulunacağıma söz verdikten iki hafta sonra Turizm ve Tanıtma Derneği’nden haber geldi. Turizmin gelişmesi için "acil müdahale planı" hazırlamışlar. Diyarbakır’daki terör eyleminin yol açtığı derin yarayı sararken, kentin önde gelenleri yeni bir imaj kampanyası için harekete geçtiler. Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası, Ticaret Borsası ve Esnaf Sanatkarlar Odaları Birliği 2008’i "turizm yılı" ilan ettiler.

Bu kolay bir iş değil.

Zaten onlar da, "Kentimiz, önüne bir turizm hedefi koymuştur. Bunu destekleyecek görsel, işitsel materyal, donanım ve insan kaynağını oluşturamamıştır" diyorlar.

Diyarbakır’dan gelen bu sese kulak vermenin tam zamanı.

Kuzey Irak’taki terör kamplarına operasyonların sürüyor olması, sorunun çözüldüğü anlamına gelmiyor.

Kürt meselesinin, güneydoğunun sorunlarının öncelikli olduğu kaç kez söylendi, kaç hükümet kaç kez vaatte bulundu hatırlamıyorum. Ama en son Başbakan Tayyip Erdoğan da Diyarbakır ziyaretinden sonra bölgenin kalkınması için gerekenin yapılacağı vaadini vermedi mi?

Ama gündem değişti ve türban, MHP’nin de yardımıyla Kürt meselesinin de, ifade özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılmasının da, sosyal güvenlik yasa taslağındaki adaletsizliklerin de önüne geçti.

Ne yazık ki, halkın sorunlarına sahip çıkacak güçlü bir sosyal demokrat hareket de yok. Sivil toplumun rolü daha da önem kazanıyor bu durumda.

YOL HARİTALARI HAZIR

TURİZMİN
geliştirilmesi için Diyarbakırlılar tam 43 maddelik bir plan hazırlamışlar. Bir yol haritası. En başta Diyarbakır’ın tanıtımı için ulusal ve uluslararası turizm fuarlarına gidebilmek için destek bekliyorlar.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın kenti tanıtım programına dahil etmesi isteniyor.

Turizm Derneği, Diyarbakır’ın "2023 Turizm Stratejisi’nde arzu edilen turistik önemle anılmadığı"nı söylüyor.

Bölünme korkusu ile kasılıp kaldığı için yaratıcı çözümler üretemeyen merkezi refleks, Diyarbakır’ın, medeniyetler tarihinin en önemli taşlarından biri olduğunu hatırlayamıyor. Turizm stratejileri hazırlanırken Diyarbakır unutuluyor.

Diyarbakır, turizm yol haritasını ulusal ve yerel boyutu göz önüne alarak hazırlamış. Ve bunları "acil müdahale alanı" ilan etmiş.

Ulusal boyutta, Dicle Vadisi, Sur İçi rehabilitasyon projeleri için ulusal bütçeden kaynak aktarılması, ülke çapında bilboardlarda Diyarbakır’ın tanıtımının yapılması, kente sivil havaalanı kazındırılması bunlardan bazıları.

Yerel boyutta ise tanıtım kampanyasının ayrıntılarından, "zenginlerin" kendi adlarını yaşatacak tarihi binaların restorasyonuna teşvik edilmelerine, hediyelik eşya yapımından, dizi filmleri ve kliplerin kentte çekiminin sağlanmasına, markalaşma konusunda uzman görüşlerine başvuruya kadar çeşitli ihtiyaçlar belirlenmiş.

Diyarbakır’ın kültür ve tarihi birikimini ortaya çıkartacak bilimsel çalışmalar da bunlardan biri. Bunu kim yapacak? Üniversite tabii ki.

İşte bu yüzden de Diyarbakırlılar, turizm yılında farklılık yaratabilmek için, "Kent dinamikleri arasında kurumsal birliktelik sağlanmalı" diyor.

Bölgesel kalkınma projelerinden söz eden, büyük işler yapılacağı vaadi verenlere işte fırsat.

"2008 Diyarbakır turizm yılı" bölgenin kaderini değiştirecek köklü bir hareket haline dönüşebilir.

AKP hükümeti, Diyarbakır ile ilgilenmeyi yerel seçimlere kadar ertelemeyi düşünmüyorsa tabii.

Evet Diyarbakır, yerel olanaklarını harekete geçirmeye hazır. Ya Hükümet?
Yazının Devamını Oku

Kıdemli

27 Ocak 2008
BİR işte eski olan ve çok deneyimi bulunan. <br><br>Ali Püsküllüoğlu’nun Türkçe sözlüğünde "kıdemli"nin karşılığında böyle yazıyor. "Ben yaptım oldu"cu anlayışa hiç uymuyor ama başarıda yeterliliğin önemli bir ölçü olduğu sistemlerde en geçerli kıstaslardan biri.

Gazeteciliğimin ilk yıllarında şöyle etrafıma bakıp "ben ne yapabilirim" dediğimde kendime örnek aldığım iki kişi vardı. Hürriyet Dış Haberler Müdürü Şevki Adalı ve Milliyet dış politika yazarı Sami Kohen. Tabii Cumhuriyet’in efsane Dış Haberler Müdürü Ergun Balcı ve muhteşem yazılarının üzerimdeki etkisini de eklemeyi unutmamalıyım.

Dış haber sayfalarının- şimdikinden pek de farklı değil ya- zar zor yer bulabildiği gazetelerde Türkiye’yi dünyaya açmaları beni cezbediyordu.

Özer Yelçe’nin kaleme aldığı Doğan Kitap’tan yayınlanan "Sami Kohen Dünyanın Yazısı"nı okurken Çin dizisi dikkatimi çekti. Maocu’luk yıllarımıza denk gelen günlerde okuduğum dizide "Çin’de dans, süs, flörtün zaman ve enerji israfına yol açan lüzumsuz şeyler" olduğu saptamasına diyeceğim yoktu, ama Amerika’nın aya gittiğini duyan genç Çinli kızın bundan habersiz oluşu aklımı karıştırmıştı. Asıl üzerinde düşünmem gereken yorumları es geçtiğimi ise, kitabı okuyunca fark ettim.

"Çinli kendisine ne söylenirse o kadarını biliyor... Çin’in kapısı yabancılara kapalı... Belki zamanla bu temaslar artınca ve Çin temel sorunlarını çözümleyip halkın hayat seviyesi yükselince, halen bütün dünyada normal sayılan fakat Çin’de iyi gözle bakılmayan şeyler de gündemlerine girecek" diyordu Sami Kohen.

Sami Bey’in Kasım 1971’deki bu yorumu, otuz yıl sonra gerçekleşti. Ama o zaman bu yorumu yapmak kolay değildi. O dönemde iki görüş vardı Çin Komünist Partisi’nin kapitalizme karşı yıkılmaz bir kale olduğunu söyleyenler ile Çin’in dağılmasını bekleyenler. Sami Bey’in üçüncü yolu pek konuşulmazdı.

***

SAMİ
Bey’i tanıyan herkes bilir, ondaki muhabirlik ruhu hiçbir zaman eksilmemiştir. Bana kalırsa da mesleğin en zor ama en zevkli tarafı muhabirlik. Haberin peşinde koşmak biz gazeteciler için, mesleğimiz nedeniyle kendimizinkini pek yaşayamadığımız hayatı keşif yolculuğudur da.

Kıbrıs meselesinin "başlama vuruşu" dediği Londra Konferansı’nda Sami Kohen Londra’dadır, Yunanistan darbesi sırasında Atina’da, Rus tankları girdiğinde Prag’da, Sovyetler Birliği dağılırken Moskova’da.

Sami Kohen, ABD’de çalıştığı dönemde ve haber izlemek için gittiğinde kendisini gazetecilik mesleği açısından en çok etkileyen olan olayı şöyle anlatıyor:

"Beyaz Saray’da Başkan’ın basın toplantısında bulunan devamlı akredite gazetecilerin çoğunun orta yaşlı veya yaşlı olmaları... O yaşta muhabirlik yapıyorlar, gözleri başka bir yerde pozisyonda değil. En saygın iş muhabirlik olarak görüyorlar..."

Muhabirlik, medyanın kendisini koruyacağı en iyi mekanizma gerçekten de, Sami Bey’in bu konuya ne kadar önem verdiğini onun Uluslararası Basın Enstitüsü’nün Türkiye temsilcisiyken başlattığı meslek içi eğitim kursları projesinden de biliyoruz.

***

BİZ gazeteciler bugün, yarını yaşarız. Haberlerimizde, yazılarımızda bugün, "dün" olur. Bugüne yarından bakarız.

Dün ne olduğunu anlamadan yarını yazamayız.

Sami Kohen’in son elli yıla gazeteci olarak tanıklığı, bugünkü sorunların geçen yüzyıldan kalan dinamiklerini kavratıyor insana. İyi ki muhabirler ve muhabirlik ruhunu hiç yitirmeyen gazeteciler var, bu anlatmaktan anlamaya zaman ayıramayan masabaşı çağında. Dedirtiyor.
Yazının Devamını Oku

Ege’de yeni sayfanın manşeti ’cesaret’

25 Ocak 2008
İYİ ve kötü günleriyle derin bir ortak geçmişe sahip iki komşu ülkenin açtığı yeni sayfayı bezeyecek sihirli sözcük sonunda bulundu: Cesaret. Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis’in, 50 yıllık aradan sonra Türkiye’ye gelen ilk Yunan Başbakanı olarak yaptığı bu ziyaret, kendi açısından zor bir döneme rastladı.

Seçimlerde kritik eşiği zar zor aşarak iktidara gelmiş olan Başbakan Karamanlis, eski kültür bakanlığı müsteşarı ile ilgili skandal karşısındaki tutumu ve ülke gündemindeki daha birçok konu nedeniyle muhalefetin baskısı altında. Aşırı sağ, Türkiye ile ilişkileri siyasi polemik malzemesi yapmaya devam ediyor. PASOK lideri Papandreu bile, altında imzası bulunan Türk-Yunan yakınlaşması konusunda Karamanlis’e cesaret vermiyor.

Ziyaret öncesi Meclis’te yaptığı açıklamada, bunun zamansız olduğunu bile söyledi.

Türk-Yunan ilişkilerini, "Made in Turkey" yazılı ürünlere adı konmamış ambargoların uygulandığı dönemden beri yakından izleyen bir gazeteci olarak, bugün gelinen noktayı çok değerli buluyorum.

Kardak krizinin ardından ilk yakınlaşma dönemlerinde iki komşu arasındaki ticaret hacmi 200 bin dolar iken bugün 3 milyon dolarlardan söz ediliyor.

Tamam kabul ediyorum yetersiz. 5 milyon hedefleniyor. Mütevazı bir hedef. Evet, Türk ve Yunan halklarını hem maddi hem de manevi olarak çok daha zenginleştirecek işbirliğine müsait bir potansiyele sahip bu komşuluk.

Yazın Ege kıyılarındaki karşılıklı trafik bunun sınırlı bir örneği.

Ama her iki tarafta da var olan, sorunları iç politikaya malzeme yapma anlayışının yol açtığı zararın telafisi kolay mı?

* * *

İKİ
ülke arasındaki sorunlar, hiç de küçümsenmeyecek ciddiyette. Kıta sahanlığı, hava sahası, karasuları hálá krizlere yol açabilecek sorunlar. Ama işbirliği öne çıktığında sorunlar kontrol altında tutulabiliyor. Bugüne gelmek için iki ülke arasındaki sorunların tamamen çözümü mü beklendi? Hayır.

Artık Türk-Yunan ilişkileri, var olan sorunların çözümü ile gelişen ilişkiler değil.

Sorunlar duruyor. Ama işbirliği ve yakınlaşma iradesi sorunların önüne geçmiş durumda.

Bu yüzden de Başbakan Erdoğan ile Karamanlis’in açıklamalarında altını çizdiğim nokta, "istikşafi görüşmelerin hızlandırılması" konusunda karar alınması oldu.

"İstikşafi görüşmeler" sürecini, ölümünün yıldönümünde kendisini sevgiyle andığım rahmetli İsmail Cem, dışişleri bakanlığı sırasında başlatmıştı.

Türk-Yunan ilişkilerinin, çözümü çok zor sorunlar tarafından rehin alınmasını önlemek için o dönemin iki dışişleri bakanı Cem ve Papandreu, keşif toplantıları formülünü ortaya atmışlardı. 12 Mart 2002’de başlayan süreçte tam 37 toplantı yapılmış. İlerleme sağlandı mı? Sağlansaydı 37 toplantı yapılmazdı.

Diğer taraftan baktığımızda ise bu süreçte önemli bir değişim fark ediliyor. Geçen altı yılda iki ülke halkı birbirini daha iyi tanımaya başlamış. Turizm gelişmiş, ekonomi işbirliği derinleşmiş, bilimsel işbirliği köprülerinin temelleri atılmış.

Savaş tehditlerinin yerini barış arayışları almış. Ve nihayet, Yunanistan Başbakanı 50 yıl aradan sonra Türkiye’ye gelmiş. Demek ki bir şeyler değişmiş, değişmekte.

* * *

BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan
, "iki ülke dışişleri bakanlarının, başbakanlarının yardımı ile istikşafi görüşmeler sürecini hızlandıracağız" dedi.

Çatışmaların çözümü için siyasi irade şart, ama bu sürecin üçüncü bir unsuru daha var. Hem de çok önemli. Sivil toplum. Türk-Yunan ilişkilerinin bugüne gelmesinde her iki taraftan barışa inanan insanlar ne kadar etkili olduysa, bundan sonraki dönemde de halklar arasındaki yakınlaşma ve işbirliği çabaları önemli olmaya devam edecek.

Politikacılar, sorunların çözümü için ihtiyaç duydukları cesareti, Türk ve Yunan halklarının verdikleri destekte bulacaklar.

Yeter ki Ege’de barışı gündemlerinden düşürmesinler.
Yazının Devamını Oku

Soğuk savaş üslubu geri dönerken

21 Ocak 2008
RUSYA nükleer gücünü neden hatırlattı? Kimi tehdit etti? Bunlar boş laflar mı? Hakikat payı ne kadar? RUSYA Genelkurmay Başkanı Yury Baluyevsky’nin, önceki gün "Rusya ve müttefiklerinin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü korumak için gerekirse nükleer silah kullanabilir, önleyici saldırı düzenleyebiliriz" açıklamasından sonra bunlar tartışılıyor. Moskova Askeri Bilimler Akademisi’nde konuşan Baluyevsky’nin açıklamasında iki nokta dikkat çekiciydi.

Birincisi Rusya’nın nükleer silah tehdidinin ilk kez bu derece üst düzey bir yetkili tarafından dile getirilmiş olmasıydı.

İkincisi ise Baluyevsky’nin sadece Rusya’ya yönelik olanları değil, aynı zamanda "müttefiklerine" yönelik tehditleri de kendilerine yönelenlerle eş tutacağı açıklamasıydı.

İlkinin nedeni, hiç şüphe yok ki ABD’nin İran krizini bahane ederek Doğu Avrupa’ya yerleştirmeyi planladığı füze kalkanıydı.

Rusya, bunun İran’ı değil doğrudan Rusya’yı hedef aldığına inanıyor.

Kasım ayında Putin, NATO genişlemesinin Rusya’nın güvenliğini tehdit eder hale geldiği gerekçesiyle askeri alarm durumunu artırma kararı almıştı.

O dönemde yaptığı açıklamalardan birinde de, "Şimdi yapmamız gereken önemli işlerden biri de stratejik nükleer güçlerimizin savaşa hazırlık durumunu artırmaktır. Rusya, kapısının önünde kendisine pazu gösterenlere karşı igisiz kalamaz" demişti.

ABD’nin, Rus enerji tekelini kırmak için özellikle eski Sovyet coğrafyasında yarattığı sert rekabet ortamı Rusya’nın endişelerinin en önemli nedeni.

* * *

RUSYA
Genelkurmay Başkanı’nın, sadece kendi ülkesinin değil müttefiklerine yönelik her hangi bir tehdide de en sert biçimde yanıt verecekleri açıklaması, Rusya’nın müttefikleri tartışmasını da gündeme getiriyor. Bunlar sadece eski Sovyet Cumhuriyetleri mi? Yoksa Balkanlar ve Ortadoğu’daki ilgi alanları da söz konusu mu?

Bu alanların başında ise günün en sıcak meseleleri Kosova ile İran geliyor.

Rusya, Kosova’nın bağımsızlık kararını tanımayacağını kesin bir dille açıkladı.

Rusya Balkanlar’da sadece enerji yollarının hakimiyetini elinden kaybetmemek için çalışmıyor. Bu bölgede NATO’nun genişlemesini durdurmayı amaçlayan askeri planlar da hazırlıyor.

İran konusunda da eskiye göre daha net bir tutum izleniyor Moskova’nın yaklaşımında. Bu hafta Perşembe günü Berlin’de yapılacak altı ülke dışışleri bakanları toplantısı öncesi

Rusya, İran’a yönelik önerilen yeni yaptırım paketini onaylamayacağını belli etti.

Ayrıca İran ile anlaşmalarının bu gelişmelerden etkilenmeyeceği mesajını da veriyor.

ABD ve İsrail’in karşı çıkmalarına karşın Rusya, İran ile Buşehr nükleer santralinin inşaatına devam ediyor.

Daha dün 11 tonluk plütonyumu Rusya, gemi ile İran’a teslim etti. İki ülke arasındaki anlaşmaya göre gerekli miktara ulaşmak için sevkiyat devam edecek.

Moskova, İran’a Uluslararası Atom Enerji Ajansı’nın taleplerine uyması için daha fazla zaman ve olanak verilmesinden yana.

* * *

ABD
Başkanı’nın barış adına çıktığı Ortadoğu gezisinin en somut adımı, Suudi Arabistan’a yirmi milyar dolarlık silah satış anlaşmasıydı.

Yakın çevremizdeki silahlanma yarışıyla birlikte soğuk savaş üslubu, Sovyetler’in yıkılmasından on yedi yıl sonra geri dönüyor.

Bu sadece bir üslup mu yoksa 21’inci yüzyılın, tek kutupluluğa karşı direnç cephesi sürecinin başlangıcı mı? Yeni tartışmamız bu olacağa benziyor.
Yazının Devamını Oku

Türklüğün aşağılandığı an

20 Ocak 2008
DÜN bir gazetecinin ölüm yıldönümüydü. Türklüğü aşağıladığı iddiasıyla hakkında 301’den dava açılan gazeteci arkadaşımızı bir yıl önce- meğer geldiğini herkesin bildiği- bir cinayete kurban verdik. 19 Ocak 2007, 21’inci yüzyılda Türklüğün en ağır hakaret gördüğü bir gün olarak tarihe geçti.

Kendilerini Türklüğün ve Türkiye’nin sahibi sananlar sayesinde.

Umutlu bir gelecek vaat edemedikleri işsiz güçsüz ve eğitimsiz gençleri, aslında üstlerine hiç de vazife olmayan "kurtarıcılık" görevi ile uyuşturup katiller haline dönüştürenlerin, Türkiye’ye verdikleri zararı hiç de umursamadıkları bugün her günkünden daha berrak biçimde karşımızda.

Eğer umursasalardı, bir yıldır devam eden yargılama süreci bu halde olur muydu?

Cinayetten bir yıl önce, Hrant Dink’in öldürüleceği bilindiği, Trabzon Emniyet Müdürlüğü’nde Şubat 2006’da eylemin nasıl gerçekleşeceği ve kimlerin yardımcı olacağına dair net bilgiler bulunduğu halde, cinayetin neden engellenemediği sorusu hálá yanıtlanmamış olur muydu?

Cinayet öncesi ve sonrası devletin emniyet, istihbarat ve askeri sorumluları arasında koordinasyon eksikliğine yol açan nedenlerin karşısında bu kadar geniş ve gevşek davranılır mıydı?

Bu kurumların hiçbir noktasında, "neden" diye soracak ve işin üzerine gidecek bir kişinin bile çıkmaması mümkün müydü?

Davaya belge ve delil sunma durumunda olan bazı kişilerin, davayla ilgileri ortaya çıktığında, bulundukları kurumlarla hiç değilse mahkeme sonuna kadar ilişkileri kesilmez miydi? Bu kadar siyasileşmiş bir suikast olayında cinayetin her yönüyle aydınlatılması için bu gerekli değil miydi?

***

HRANT Dink
cinayetini, kendi kurumlarının itibarını korumak adına karambole getirip, sorumluluktan kaçmaya çalışanlar, ne kurumlarını ne de Türklüğü koruyabilecek durumdalar.

Gerçekler açığa çıktıkça, ondan kaçanların siluetleri daha da belirginleşiyor. Jandarma ve Emniyet’te soruşturmanın derinleştirilemediğini söylüyor dosya ve raporlar.

Öyle ilginç sorularla karşılaşıyoruz ki, insanın tüylerini ürpertiyorlar. "Türkiye’de onca faili meçhul cinayet yaşandı, neden Hrant Dink cinayeti bu kadar büyütülüyor?" diye kampanya açmaya kalkışanlar var.

Akılları sıra, gerçeğin açığa çıkmasını isteyenlerin sesini "devletin kurumlarına saldırı" olarak göstererek bu işin üzerini kapatabileceklerini sanıyorlar.

Türkiye, kendini bu ülkenin sahibi sananlardan ve onların ayakçılarından çok çekti. Ve çekmeye de devam ediyor.

Ama artık işler eskisi gibi değil. Gerçekleri söyleyenleri susturmak eskisi kadar kolay değil.

Deve kuşları, nereden bakarsak bakalım her yerden fark ediliyorlar.

***

ADALETİN
yerini bulması, bir intikam değil bir güvenlik ve itibar meselesi Türkiye için. Bu dava, en ufak bir noktası bile karanlıkta kalmayacak biçimde en kısa zamanda sonuçlandırılmalı.

Bütün enerjisini türbana odaklayan AKP hükümeti, Hrant Dink cinayetine sanki kendi dışında bir meseleymiş gibi yaklaşıyor. Başbakan, Hrant Dink’in ailesini ziyaret edip acıların paylaşmakla üzerine düşeni yaptığını düşünüyorsa yanılıyor.

Usulsüzlüklerin, kendinden menkul dokunulmazlıkların üzerine kim gidecek bu ülkede?

Türkiye’nin en ağır biçimde aşağılandığı 19 Ocak’ı, gelecek yıl da bize aynı ağırlıkla yaşatmamak için harekete geçme sorumluluğu tabii ki AKP hükümetinin.
Yazının Devamını Oku