Ferai Tınç

Fransa’nın eski başbakanı, Sarkozy’ye aldırmayın diyor

26 Mayıs 2008
DOMINIQUE de Villepin, Fransa’nın eski Başbakanı, on gün önce, TÜSİAD’ın davetlisi olarak İstanbul’daydı. Kendisi için düzenlenen ve iş çevresinin ağırlıkta olduğu yemekte, Türkiye’ye Avrupa Birliği konusunda cesaret vermeye çalıştı.

Başarılı oldu mu?

Söyleyemem.

"Hedefi görmeden plan yapmayız" dediler iş adamları.

Yarın, Brüksel’de kritik bir toplantı var.

Avrupa Birliği-Türkiye Ortaklık Konseyi toplantısı.

Fransa, yine Türkiye ile ilgili belgelerden "katılım" sözcüğünü çıkartmaya çalıştı.

Aralık Zirvesi’nde de aynı şeyi yapmıştı.

Geçen seferkinden farklı olarak bu kez Dışişleri Bakanı Babacan, "şık değil" tepkisinden daha kararlı ve kesin bir tavır koydu.

"Katılım"
sözcüğü çıkmadı. Ama sonuç bugünkü toplantıda netleşecek.

Avrupa’da artık kesin olan bir şey var.

Destek verip Türkiye’nin AB’ye adaylık yolunu açan Fransa, tam üyelik sürecini tıkayan en etkili ülke haline geldi.

Dominique de Villepin işte bu noktaya değindi.

* * *

"BENİM endişem esas Avrupa için. Avrupa’nın geleceğinden endişeliyim. Lizbon anlaşması da Avrupa’yı bu zor durumundan kurtaramayacak"
diyen De Villepin, Avrupa’nın Türkiye gibi bir ülkeyi içine alabilmek için gereken karmaşık mücadeleyi göğüsleyecek kapasiteden yoksun olduğunu düşünüyor.

"Türkiye’siz bir Avrupa mümkün değil."

Fransa’nın eski Başbakanı sadece bu konuda mı Sarkozy’den farklı düşünüyor?

Hayır, değişik bir Avrupa analizi yaptığı için bu noktaya varıyor.

Sarkozy, Avrupa’nın güvenliğinin NATO’dan geçtiğini ve orada da Türkiye’nin zaten var olduğunu söylüyor.

De Villepin’e göre ise NATO artık bir Amerikan aracı.

ABD, Avrupalı müttefiklerini NATO ile etkiliyor ve yönlendiriyor.

De Villepin’e göre ise sorun, Avrupa Birliği’nin 21’inci yüzyılda kendi değerleri ile var olup olamayacağı sorunudur.

Avrupa işte böyle ciddi bir sorunla karşı karşıyadır.

Avrupa bu yüzyılın ihtiyaçları ile yüzleşebilmek için çok küçüktür.

Nüfusu azdır, coğrafi olarak sınırlıdır.

Avrupa’nın 21’inci yüzyılı kucaklayabilmesi için Türkiye’yi içine almalıdır.

De Villepin, aynı partiden olsalar da iki Fransız politikacının Türkiye ile ilgili ne kadar farklı düşündüklerini göstermek için bunları anlatıyor.

"Sarkozy geçicidir. Siz onun çıkardığı sorunlara takılmayın.

AB ile başlayan ilişkinizi, yükümlülüklerinizi yerine getirerek sürdürün"
diyor De Villepin.

(Bu arada Villepin’in 2012 başkanlık seçimleri için hazırlandığını da eklemek istiyorum.)

* * *

ALDIRMAMAK?


Avrupa’dan gelen bu tavsiyelerin ne yazık ki uygulanabilirliği yok.

Gerekli gereksiz, durmadan vites değiştiren, bunu neredeyse tik haline getiren bir şoföre aldırmamak mümkün mü?

Nasıl, "Biz Avrupa Birliği’ni kaale almadan, müktesebat uyumunu kendimiz için yapacağız" demek gerçek ve dönüştürücü bir reform sürecini ateşleyemiyorsa, "Siz bizim dediklerimize bakmayın, 20 yıl sonrayı düşünün her şey değişir" demek de bu süreci hızlandırmaya yetmiyor.

İki yıldır sadece bir fasıl açılıp kapandı, sekiz fasılda Kıbrıs vetosu var, 5 fasılda müzakere sürüyor, tarama süreci öyle ağır işliyor ki, bir de yeni fasılların açılması için konan koşulları hesaba katınca kaplumbağa bile hızlı kalır bu sürecin yanında.

Yarın Brüksel’de Ortaklık Konseyi gerçekleşirse, bunda Ankara’nın restinin de etkisi var.

De Villepin’in dediği gibi, evet AB süreci çok karmaşık bir mücadele sürecidir.

Ama aldırmama değil.
Yazının Devamını Oku

Kıbrıs’ta ortak dil provaları

25 Mayıs 2008
DİL çok önemli. Kıbrıs’ta,özellikle de güneyde, çözüm için ortak bir dil geliştirilmesi gereği üzerinde duruluyordu. <br><br>Cuma günü gerçekleşen Talat-Hristofyas görüşmesinde ne sağlandı derseniz, dil birliği diyebilirim. Ama nasıl? Ortak dil önemli ama daha da önemli olan anlam birliği sağlayabilmek.

O görüşmede bu ne kadar sağlandı, ben tam emin değilim.

Dil birliğini, BM Barış Gücü Misyon Şefi Taye-Brook Zerihoun sağladı. Açıklamayı o yaptı çünkü liderler ortak açıklama yapmaktan kaçındılar.

"İki kesimli, iki toplumlu ve iki kurucu devletin oluşturduğu uluslararası tek kimliğe sahip bir federasyon"
konusunda liderlerin anlaştıklarını söyledi Barış Gücü temsilcisi.

Daha birkaç gün önce, "Kıbrıs Cumhuriyeti’ni bir dakika için bile feshetmeyiz" diyen Hristofyas’ın bu yaklaşıma ses çıkarmaması önemli bir gelişme.

Çünkü, var olan, uluslararası toplum tarafından tanınan, Avrupa Birliği’ne üye Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bir anda KKTC ile eşitlenmesi ve yeni bir ortak devlet kurulacağı düşüncesi güneydeki toplum psikolojisine çok ters.

Bu açıdan baktığımda, cuma günkü toplantıdan iki kurucu devletli bir çözümün çıkması, altı tamamen boş olsa da olumlu ama yeterli değil. Hristofyas bunu halkına nasıl kabul ettirecek? Eşitlik kültürünü yerleştirmek için neler yapacak bunlar daha da önemli.

***

BU
toplantıdan çıkan sonuca bakıp, Kıbrıs meselesinin kısa zamanda çözülebileceği söylenebilir mi?

Zor. Çünkü bu sözler kadar, onların taraflarca nasıl algılandıkları da önemli.

Ortak dil her zaman ortak görüş anlamına gelmiyor.

Cuma günkü görüşmeden sonra, Hristofyas’ın BM şemsiyesi altında kapsamlı görüşmelere başlamak için zaman istediğini öğrendik.

Üstelik bunun için teknik komitelerde ilerleme sağlanması koşulu da eklendi.

Biliyorsunuz, KKTC Yönetimi teknik komitelere gerek olmadığını, çünkü oralarda ele alınacak konuların zaten Annan Planı sırasında çok ayrıntılı biçimde yapıldığını söylüyordu.

Sonra, "tamam" dendi. 21 Mart’ta liderlerin görüşmelerinde üç ay içinde bu çalışmaların tamamlanması hedefi kondu.

Ama şimdi bu sürecin ucunun açık bırakıldığı anlaşılıyor. Bu da iyi bir şey değil.

Çözümün, Ada’nın iç dinamikleri çerçevesinde halledilmesinden çok, dış baskılara fırsat tanır böyle ucu açık süreçler.

***

O
zaman ne oluyor? Bu toplantılar neye yarıyor?

Toplantıların asıl amacının dışarıdan gelen, "Hadi artık çözün bu işi" baskılarına karşı bir hareketlenme görüntüsü sergileme isteği gibi geliyor bana.

Tribünlere oynanan bir oyun olmaktan çıkmadıkça bir şeylerin olması da mümkün değil.

Bir taraf katılmasa, hiç olmazsa bir tartışma çıkacak, bir mücadele ortamı yaratılacak, çözüm ciddi biçimde aranacak.

Ama gördüğüm, her iki taraf da katılıyor bu oyuna.

Talat ve Hristofyas, ortak dilsizliği, ortak dil gibi sunmaktan memnunlar anlaşılan.

Belli bir süre, bu da bir taktik olarak kabul edilebilir ama zamanı olumlu değerlendirmek koşuluyla. Kimsenin 40 yıl daha bekleyecek hali kalmadı.
Yazının Devamını Oku

Yargıtay’ın tepkisi ve Avrupa havailiği

23 Mayıs 2008
MUHTIRA kültürünü reddettiğim için açıklama olarak kabul ettiğim Yargıtay’ın kamuoyu ile paylaştığı görüşleri ve ona verilen cevaplarla ortamın bu kadar gerilmesinde, Avrupa Birliği sürecinin bir iç siyaset oyununa dönüşmesinin payı büyük. Bir defa, Olli Rehn’e iletilen ve "Hukuk Reformu Strateji Plan Taslağı" adı verilen çalışma, bir reform tasarısı değil.

Bu bir kağıt.

Kağıtta olan başlıklar, "Yargı bağımsızlığının güçlendirilmesi, tarafsızlığın geliştirilmesi, verimliliği ve etkinliğinin artırılması, yargıda meslek yetkinliğinin artırılması, yargı örgütü yönetim sisteminin geliştirilmesi" gibi yıllardır üzerinde çalışılan konular.

Açın bakın, Avrupa Birliği’nin 2007 İlerleme Raporu’na bu konularda Türkiye’nin yargı sistemini düzeltmesi gerektiği belirtiliyor.

"23 Fasıl: Yargı ve Temel Haklar" bölümünde bu başlıklar var.

Ayrıca yargı bağımsızlığı konusunda YARSAV (Yargıçlar ve Savcılar Derneği) tarafından yapılan şikayetlere de atıfta bulunuluyor. Komisyon, yargı kurumlarının görüşlerini ve onların isteklerini, şikayetlerini dikkate alıyor.

* * *

YARGITAY
açıklamasında da, yargıda reformun savunulduğu, tüm toplumun kabul edeceği önerilerin AB tavsiye kararlarında yer almasının sağlandığı belirtiliyor.

Avrupa Birliği ile adalet kurumları arasında teknik çalışmalar yapılıyor.

Hassasiyet yaratan durum, metnin Türkiye’de ilgili taraflara gösterilmeden Olli Rehn’e sunulmuş olması.

Hukuk Reformu Strateji Plan Taslağı’nın hazırlanması önemli.

Bu çalışma olmadan Yargı ve Temel Haklar Faslı’nın müzakereye açılabilmesi mümkün değil.

Ama bu son durumdan anlaşıldığı kadarıyla, o mavi dosya, sanki son halini alan bir metin gibi Olli Rehn’e verilmiş.

AB konusunda çalışan yetkililer, "Bu, taslak bile değil. Ham bir metin. İşin çok başındayız. Yargı reformlarının taslak haline gelebilmesi için kurumların mutabakatı şart" diyorlar.

Her şeyden önce henüz olgunlaşmamış bu teknik kağıtların böyle üst düzey sunumu yanlış.

Hele bunun, artık her şey oldu bitti, reform taslağı hazır havasında Olli Rehn’e basının önünde sunulması tam bir siyasi şov.

Ama bu sunum kadar, Rehn’in de bunu yeni ve çok önemli bir şeymiş gibi alması ilginç.

Cehaleti, Türkiye ile müzakere konusundaki ayrıntılardan habersiz olduğu için mi, yoksa Türk kamuoyuna Avrupa’nın AKP’yi desteklediği mesajını vermek istediği için mi böyle yaptı, ayırmak zor.

Ama kesin olan bir şey var. AKP, başı her sıkıştığında "Avrupa ipi"ne sarıldıkça, Avrupa Birliği ile ilişkiler havailikten kurtulmayacak ve bu tip krizler her zaman çıkacak.

* * *

TÜRKİYE’
yi gerçek bir demokratik hukuk devletine dönüştürecek reform sürecinin, ilgili kurumların tam desteği ve katılımı olmadan gerçekleşmesi mümkün değil.

Yargıtay açıklamasındaki bu vurguyu anlıyorum.

Ama bu rahatsızlığın hayli siyasi bir çerçevede paylaşılması ile bitmemiş bir çalışmayı kamuoyu önünde yeni bir şey gibi Olli Rehn’e sunan anlayış arasında pek de bir fark görmüyorum. Yargıtay, bu rahatsızlığını hükümete duyuracak kanal mı bulamadı?

Reform strateji planı, yarından itibaren Antalya’da Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyeleri, Türkiye’deki başsavcılar, Adalet Komisyonu başkanları ve Adalet Bakanlığı’nın üst düzey bürokratlarının katılacağı bir haftalık toplantıda masaya yatırılmayacak mıydı?

Bu tartışma orada yapılamaz mıydı?
Yazının Devamını Oku

68’in kadınları (II) ve 78’inkiler

19 Mayıs 2008
KADINLARDAN mesaj geldi. "Devam et!"<br><br>"68’in kırkıncı yılında Türkiye, dünyayı sarsan bu deneyimi sadece erkeklerle tartışıyor, 68’in kadınları da vardı" diye yazmıştım dün. O kadınlardan mesaj geldi. "Devam et. Hatta 78’in kadınlarını da yaz" dediler.

Haziran başında bir araya gelmek için "68 kadınlarının" kollarını sıvadıklarını da öğrendim.

Bugün Türkiye’de sivil toplum denince kadın örgütlerinin akla gelmesi kadın hareketinin bu derece güçlü oluşu tesadüf değil.

68’in ve 78’in kadınları var onun arkasında.

80 darbesinden sonra siyasetin tamamen susturulduğu o karanlık günlerinde, ellerine simitlerini alarak çay toplantısına gider havasında ve her köşe başında pusu kuran polisin gözleri önünden süzülüp evlerde bir araya gelen kadınlar attı Türkiye’de feminist hareketin ilk adımlarını

Sınıf baskısının yanı sıra, erkek egemen toplum baskısını ve bu baskının solu sağı olmadığını fark etmişlerdi.

Mücadelede omuz omuzalardı ama o zaman da erkekler konuşur, kadınlar susardı.

Bunu fark ettiklerinde, "feminist hareket"ten söz ettiklerinde ilk tepki "içeriden" gelmişti. Nasıl bir sinirlilik haliydi o hiç unutmayız. "Sol" u bölmekten tutun da hainliğe kadar bini bir para suçlamalar uçuşmuştu havada.

* * *

YILLAR
sonra, 78’de İslamcı hareket içinde yer almış olan bir kadın arkadaşım ile konuşurken, yaşadıklarımızın ne kadar benzeştiğini fark ettik.

"Bacı" formülü solda da vardı sağda da. Hareketin ayak işlerine koşan, erkeklerin yaşamını döndüren, evleri yaşanır hale getiren, çamaşırları yıkayan, yemekleri pişiren, yönetilen kadınlardı, bacılar. Devletin şiddetine, "arkadaşları"nı korumak adına önce feda edilenler.

Bunları daha fazla konuşmalı ve ortaya çıkarmalıyız demiştik ki tam, onlar iktidara geldiler.

Ve "Biz bazı şeyleri sorgulamayız" demeye başladılar.

Ne kadar yazık ki, türbanın en önemli kadın hakkı olarak erkekler tarafından ilan edilmesine suskun kaldılar, türbanları üzerinden siyaset yapılmasına ses çıkartmadılar.

Birlikte sorguladıkça ortaklıklar çoğalacaktı ve bugün Kürt hareketi içindeki kadınlar da bu tartışmaya katılacaklardı.

68 tartışmaları yeniden bir fırsat yaratır diye düşünmüştüm. Kadınların fark ettiği baskılar sorgulanmadıkça, ayrımcı egemen zihniyet ile yüzleşmedikçe hiçbir eşitlik, hiçbir demokrasi mücadelesinin anlamı yok çünkü.

Yanılmışım. Kadınlara kimse sormadı.

* * *

BUGÜN
19 Mayıs gençlik bayramı.

Bugün onlar değil, biz toplanıp stadyumlarda, elimizi şakaklarımıza koyup düşünelim.

Gençliğe karşı tek sorumluluğumuz onların sportif bir vücut yapısına kavuşmalarını sağlamak mıdır?

Kendilerini ifade edecekleri kanalları sunmak, onları dinlemek, eşit haklara sahip bireyler olarak akıllarına takılan her şeyi, bizim aklımızın ermediği her soruyu birlikte tartışmak, bunun ortamını yaratmak için hiç mi parmağımızı kımıldatmayacağız?

Onlara, 40 yıldır ne değişti ki, mi dedirteceğiz, yoksa 40 yılda epey ilerlemişiz mi?

68’in olumlu ya da olumsuz örnek olarak onlara ilham olmasını mı, yoksa 68’i aşmalarını mı istiyoruz.

Ne istiyoruz, elimizi şakaklarımıza koyu bugün hep birlikte yurdun stadyumlarında toplanıp düşünelim.

68’i, köhne bir zihniyetle, suçlama ve savunma kıskacı içinde tartışarak aşabilir miyiz?

Kadınları yok sayan zihniyetle her hangi bir aşama yapabilir miyiz?
Yazının Devamını Oku

68’in kadınları

18 Mayıs 2008
YAŞIMIZ ortaya çıkmasın diye değil, kimsenin aklına gelmediği için 68’in kadınları susuyor. 68’in 40’ıncı yılı televizyon ekranlarında, gazetelerde tartışılıyor ve kadınlar yok. Kimse de ne oldu bizim kadın arkadaşlara, "yoldaşlar"a demiyor.

Zamanında çok beğenilen ama benim tüylerimi hep diken diken eden o ünlü deyişiyle, "bacılar" akıllara gelmiyor.

Halbuki, bugün Türkiye’deki en güçlü ve gerçek sivil toplum hareketinin kökeninde o 68’li kadınlar var.

Savaşma seviş, Ho Ho Ho Şi Minh daha fazla Vietnam’dan, basma elbiseleri, uzun saçları ile geçip ve o güne kadar üzerlerindeki aile ve mahalle baskılarına baş kaldırarak, bağımsızlık, demokrasi ve eşitlik platformlarında, üniversite işgallerinde erkeklerle omuz omuza yer alan, halkın içinde erimek adına okullarını, ailelerini terk edip gecekondularda, fabrikalarda köylerde devrimci harekete "neferlik" yapan kadınların hiç mi söyleyeceği yok?

Bizim anlatacak çok şeyimiz var.

Hem 68 kuşağının eylemcileri olarak hem de kadın olarak aktaracak deneylerimiz var.

***

68
öncesi öğrenci hareketleri içinde en çok kadın, sol hareketlerde yer aldı. Sonraki yıllarda en fazla kadın yine sol harekette vardı. Halkın her kesiminden kadınlar, kocalarına ya da oğullarına çay taşıdıkları ve konuşulanlara kulak misafiri oldukları için değil, düzenlerini riske atarak, hayatlarından özveride bulunarak, en tehlikeli görevlere soyunarak ve militan olarak yer aldılar.

Tehlike lafını görüp, şimdi sol hareketi "şiddet" ile eşleştirmeye çalışanların, "aman gençliğe örnek olmasın" telaşına kapılanların yönlendirmeye çalıştığı gibi aklınıza bombalar gelmesin.

O zamanlar, soğuk savaşın en kızgın dönemlerinde, Rusya ile ABD’nin dünyayı kıyasıya paylaşmaya çalıştıkları günlerde Türkiye’de "bağımsızlık"tan söz etmek, işçi hakları köylünün durumu filan gibi en insani soruları sormak, hele de hükümeti, düzeni sorgulamak çok "tehlikeli"ydi.

Cumhuriyet Gazetesi okudukları için insanların otobüslerden indirildiği, kırmızı ışıkta gitar çalan gençlerin sorgulandığı günlerdi.

Kitapların en büyük tehlike sayıldığı dönemden söz ediyorum. Evimize ilk polis baskınında kitaplığımı altüst eden ve kız kardeşimle paylaştığım odamda Che Ğuevara posteri gören polisin babama "sen p.. misin?" diye hakaret ederek ikimizi birden Birinci Şube’ye taşıdığı günler. O, her zamanki gibi papyon kravat bleyzeri ile gelmişti polisle birlikte, beni bulunduğum bir toplantıdan almaya. Birinci Şube polisinin "Sen hangi örgüttensin?" sorusuna verdiği yanıt sonra dilden dile dolaşmıştı arkadaşlarımız arasında "Dev-Mor!", "Yani?" "Devrimci Moruklar" demişti babam. Biz, henüz Dev-Genç’tik çoğumuz.

Ve Sansaryan Han Mütefferika’da Jülide (Aral) ile ilk kez karşılaşmıştım o gecenin sabahında.

Bugün televizyonlarda Fahri’yi (Aral) görüyorum sık sık 68’i anlatırken, "Neden Jülide hiç konuşmuyor?"

68’in kadınları yok muydu?

***

BİZLERİN
özgeçmişlerini dikkatle inceleyen çıktıysa eğer, hayatımızın en az on beş yılının boş bırakıldığını fark etmiştir. Üniversitelerin orta yaşlarda bittiğini de.

Ne yazacaktık ki? Gecekonduları, fabrikalardaki işçiliğimizi mi, remayöz ustalığımız, iplikçiliğimiz, örgütlenme çalışmalarımız, çeviri işlerimiz, gözaltılar, işkenceler, hapisleri mi yazacaktık?

Aslında bizi biz yapan yaşanmışlıklar onlar. Bazıları prim toplamaya çalıştığı için üzerlerinden, birçoğumuz boş bıraktık özgeçmişlerimizde o dönemi.
Yazının Devamını Oku

Gorbaçov’un masasındaki formül

16 Mayıs 2008
MİHAİL Gorbaçov, "Türkiye’de kadın sorunu ile ilgili bir şey merak ettiğimde o formüle başvururum" diyor.

Dün sabah, Mihail Gorbaçov ile, Dünya Nakliyeciler Birliği’nin 31’inci Kongresi nedeniyle geldiği İstanbul’da kahvaltı ediyoruz.

Gorbaçov, formülünü bize açıklıyor:
"Bir fotoğraf var masamda, Atatürk’e ait. Türkiye’de kadın sorunu ile ilgili bir şeyler aklımı kurcaladığında hep ona danışıyorum. Çok uzak görülü bir lidermiş kendisi. "Yirminci yüzyıla damgasını vuran iki liderden birinin diğeri için bu söylediklerini kayda geçtikten sonra, Gorbaçov’un tarihi önemdeki açıklamalarının ana başlıklarını aktarmak istiyorum.


ABD artık süper güç olamaz Süper güç kavramı bir soğuk savaş kavramıdır.

Yazının Devamını Oku

PKK operasyonu ve yeniden yapılanma süreci

12 Mayıs 2008
HER sevinç yarım. Anneler günü yarım yamalak, düğünler buruk, yeni gelen bebekler için endişeliyim. Tesellisi olmayan ölümlerin gölgesinde hiçbir mutluluk vaadi anlam taşımıyor.

Yirmi birinci yüzyılda şehitler vere vere, gençleri dağlara ölüme göndere göndere bir yere varılmayacağını anlayın artık.

Kışkırtıcı sözcükleri, simgeleri kullanmadan konuşabilecek kim varsa çıksın ortaya.

Eğer sürüklenmek istemiyorsanız, eğer başkalarının kurduğu oyunlarda rol almayacaksanız bunu yapmak zorundasınız.

Şimdi "teröristlerle konuşmamızı mı istiyorsun" sonucunu çıkartmak isteyenleri duyar gibiyim.

Ya da, "birkaç saldırı daha olursa, işi sıkı tutarsak dize gelirler" hesabındaki dar görüşlüleri.

Benim sözüm, yeni şeyler söylemek isteyip de söyleyemeyenlere.

Ortadoğu’nun yeniden yapılanma sürecinin en zor dönemeçlerinden geçildiği günlerdeyiz.

Irak’taki gelişmeler, hiçbir ezbere sığmayacak cinsten.

Kurulan ve kurulacak olan hiçbir ittifakın kalıcılığı yok bu bölgede şu sıralar.

Bu herkes için geçerli.

Rusya eski başbakanı, dışişleri bakanı ve soğuk savaş döneminde Irak uzmanı olan KGB generali Primakov’u başında poşusu ile Süleymaniye’de anlaşma imzalarken gösteren resimlere baktığımda düşündüm bunları.

Yevgeni Primakov, Rusya Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı olarak perşembe günü Süleymaniye’deydi bu kez de.

* * *

YENİ
dönem Türkiye için de, Irak Kürdistan bölgesel yönetimi açısından da, Kürt milliyetçiliği özelinde de belirsizliklerle dolu.

Savaştan hemen sonra kurulan Kürt-Amerikan ittifakını düşünün.

Aynı parametrelerde devam ediyor mu?

Şiiler ve Sünnilerin de resmin içine girmesi gerektiği iyice anlaşıldıktan sonra, bu ittifakta ince ayar yaptı Amerikalılar.

İşte Kerkük. O, söz üzerine söz verilen, anayasalara dahil edilen Kerkük planı neden frenlendi? Çünkü, Iraklı diğer grupların itirazları dikkate alınmak zorundaydı, çünkü Irak’ın bütünlüğünün korunması gerekliydi.

* * *

AMA
bu ince ayar ne kadar kalıcıdır? Hiç belli olmaz.

Kuzey Irak ülkenin en istikrarlı bölgesi olmasına rağmen, yönetim karşıtı muhalefeti besleyecek ciddi siyasi sıkıntılar da var burada. Yolsuzluklar, ekonomik sorunlar ve vaat edilen "bağımsızlık" hedefinin şimdilik buharlaşması muhalefetin iktidara karşı en güçlü eleştirileri.

KYB’nin eski yöneticilerinden Neşirvan Mustafa’nın Süleymaniye’de yayınlanan Hawlati Gazetesi’ndeki açıklamaları buna örnek. "Amerikalılar için Irak’ta güvenlik ve istikrarın sağlanması demokrasi ve yolsuzlukla mücadeleden önce geliyor. Kürdistan’ın Amerikan güç dengesindeki yerinin azaldığını görüyoruz" diyor.

Düne kadar Kuzey Irak’taki istikrarın çerçevesine PKK ile ilişkileri germemek de dahildi. Bugün durumun değiştiği gözleniyor. Türkiye’nin Barzani Yönetimi ile işbirliği önem kazandı. Bu işbirliği Barzani Yönetimi’ni muhalefete karşı da güçlendirecek.

ABD bunun için istihbarat paylaşıyor Türkiye ile. Yönetim tasfiye süreci de bunun için başlıyor PKK’da.

Yeni şeyler söyleyenlerin bir araya gelmeleriyle barış ve istikrar fırsatı sunan bir süreç. Hazırlıklı olmadan ise heba edilebilecek bir fırsat.
Yazının Devamını Oku

Barışı anlatacak sözcükleri bulamadılar

11 Mayıs 2008
İLK gördüğümde de çok etkilenmiştim. Ukraynalı sanatçı Jurij Kosobukin’in bu karikatürü 1996 yılı Aydın Doğan Uluslararası Karikatür Yarışması’nda üçüncü olmuştu. O kadar sevdim ki bir kopyasını gazetedeki çalışma odama astım.

Kendimi uyarmak için.

Tabancalara şarjör olacak haberciliğe, üsluba karşı, o şaşkın suratlı adam bana yapılmaması gerekeni anlatadursun istedim.

Tabancayı şeytan doldurur derler ya bazen de medya doldurur silahları.

Üstelik bu öyle bir şeydir ki, kışkırtıcılık yaptığınızı, karşıtlığı körüklediğinizi fark etmezsiniz bile.

Var olan kalıpları tekrarlarken, şarjörleri doldurduğunuzu ruhunuz duymaz. Bazen onurlu gazetecilik dersleri verirken bile karikatürdeki o saf suratlının haline düşebilirsiniz.

Perşembe günü Kuzey Kıbrıs’taki Doğu Akdeniz Üniversitesi’ndeydi bizim saf şarjörcü.

***

DOĞU
Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi, Türkiye’den de önce, Barış Gazeteciliği’ni müfredatına alan ilk fakülte.

Barış İletişim ve Araştırma Merkezi kurmak için uzun zamandan beri uğraştıklarını biliyorum. Aydın Doğan Uluslararası karikatür yarışmalarında ödül alan barış temalı karikatürlerin sergisi açıldı fakültede. Tam zamanı.

Annan Planı’nın güneyde reddedilmesinin ardından, Kıbrıs’ta iki toplum arasındaki ilişkiler benim daha önce görmediğim biçimde soğudu. Kıbrıslı Türkler, aldatılmışlık duygusunun yılgınlığına kapıldı, Rumlar ise Avrupa Birliği üyeliği ile sorunlarını çözdükleri yanılgısına düştüler.

Şimdi durum yavaş yavaş değişiyor. Hristofyas’ın seçilişi ile her iki tarafta da bir umut belirdi. Ada’da çözüm çalışmaları yeniden başladı. Sonu nereye varır şimdiden hiçbir şey söylenemez ama, çözüm nereye varırsa varsın toplumlar arasındaki buzların erimesi gerekiyor.

Barış İletişim Merkezi’nin, Barış temalı sergi ile faaliyetlerini hızlandırması gibi, toplumlar arası barış ortamını destekleyen girişimler önümüzdeki dönemde daha da önem kazanacak.

Aydın Doğan Vakfı Yürütme Kurulu Başkanı Candan Fetvacı’nın dediği gibi, "Ortak değerler bireyleri ve toplumları yakınlaştırıyor. Birlikte gülebildiğimiz zaman sınırlar anlamını kaybediyor."

***

İLETİŞİM Fakültesi Dekanı Sevda Alankuş, Türkiye’de barış gazeteciliği üzerinde çalışan sayılı akademisyenlerden. Kıbrıs deneyimiyle ilgili çok ilginç şeyler anlattı.

"Annan Planı tartışılırken, çözümden yana olan Türk ve Rum gazetecilerin en önemli sıkıntıları barışı anlatacak sözcükler bulamamalarıydı" dedi.

Hiç farkına varılmadan kullanılan "top onlarda, top bizde" sözcükleri ile sürekli bir maç atmosferi, sürekli bir kazanan kaybeden gerilimi yaratılıyor. Gerçekten de sürekli kullandığımız "Yumruğu masaya vurdu"larla, uzlaşma arayışlarına "tavizi kopardı-koparamadı" yaklaşımıyla, barış elini uzatana "yola geldi" diyerek barış anlatılabilir mi?

Evet her şey sözcüklerle başlıyor. Kimi sözcükler şarjör oluyor silahları dolduruyor, kimileri ise barışa cesaret veriyor. Seçim bizim. Bilerek ya da bilmeyerek kararı biz veriyoruz.
Yazının Devamını Oku