Ferai Tınç

Çocuklar seslerinizi yükseltin

7 Ocak 2005
ÇOCUKLAR, bugün sadece sizlerin sesi bizi kendimize getirebilir. ‘Asyalı çocuklar için biz ne yapıyoruz?’ diye anne ve babalarınıza sorun. Çünkü biz, çocuklara önem veririz, onların her istediklerini yapmak isteriz. Belki sizlerin sesleri, hayal kırıklıklarına, güvensizliklere, acılara karşı kendini korumaktan nasırlaşan yüreklerimize ulaşır da, bu gaflet uykusundan uyanırız. * * * ŞAŞTIK kaldık. Kendimizi merhametli bilirdik, yardımsever bilirdik, sevecen bilirdik, birinin derdi varsa onu paylaşmaya koşan bilirdik.Ne oldu bize? Asya felaketine yardım için 100 milyar toplamışız sadece.‘Semranım’ derinliklerinde kaybettirilen ruhlarımızın dramı bu. Güvenmiyoruz ki. Yapılan yardımların, birkaç kişinin cebine gittiğini, gönderilen yiyecek ve giyeceklerin karaborsada satıldığını her felakette yaşamadık mı? Bugün yardım etmekte isteksiz isek eğer, yaşadıklarımızın hiç mi etkisi yok?Ancak ‘arkası olanın, güce dayananın’ sesinin duyulduğu, sıradan insanların kendilerini bir hiç olarak hissettikleri ortamlardan başka ne sonuç beklenirdi? Bir hiçin yardımının değeri ne olabilir ki ‘bir hiç’. Diye düşündük. * * * HAYIR, çocuklar, siz bize hiç olmadığımızı hatırlatın. Çünkü bakın, dün konuştuğum UNICEF’in Türkiye Başkanı Talat Halman ne diyor:‘Tsunami felaketi oldu ama, felaketin daha büyüğü gelmekte. Milyonlarca çocuğu salgın hastalıklar, psikolojik travmalar, suç şebekelerinin eline düşme riski bekliyor. Onların anne babaları, akrabaları yok artık. Kendileriyle ilgilenecek kurumlar da yok oldu. Hepsi bizim ilgimizi bekliyor. Çok küçük yardımlarla bu çocuklar kurtarılabilir.’Bu küçük yardımlardan birkaç örnek:İshal tehlikesi var. On binlerce çocuk ölebilir. İçinde ilaçlı su bulunan ishal poşeti gerekli. Bir paket bir çocuğu kurtarabilir. O paketin fiyatı 10 kuruş. Bir sağlık kitini doldurmak için 40 kuruş yeterli.Kızamık riski çok yüksek. Bir şişe aşı 120 kuruş. Bir çocuğa 60 gün yetecek tedavi edici gıda, sadece 4.5 lira.1 şişe penisilin 6 lira.On çocuk için battaniye 60 lira.Ayırabileceğimiz her kuruş felaket çocukları için kıymetli. Bizler ‘hiç’ değiliz, uzatacağımız ele değen her minik parmak için o destek çok büyük.Yeter ki, hissedelim.* * * AMA hissetmek de yetmiyor. Günlerden beri Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Gül halkı yardıma davet ediyor. Banka numarası vermek yetmez. Felaket bölgelerine sağlık personeli göndermek için Sağlık Bakanlığı’nın, yardım kampanyasının okullara yayılması için Eğitim Bakanlığı’nın bir şeyler yapması gerekmez miydi? Ama iyi bir şey yapmak için hiçbir zaman geç değildir. Tarkan, Türkiye UNICEF’in kampanyası için bugün çağrıya başlıyor. Çocuklar siz de sesinizi duyurun. Bizler sizlerin sesine kulak veririz.
Yazının Devamını Oku

Kaza değil

3 Ocak 2005
GAZETE koridorları, dostlarla yollar kesiştikçe insanın önüne açılan zaman tünelleridir de yanı zamanda. O paralel koridorlar herkese görünmez.Miladı kendilerinden menkullerin, bol gürültülü geçişlerinde, ortalık boş gibi görünse de, sınanmış muhabbetlerin, arkadaşlıkların oluştuğu zaman koridorlarının trafiği, bütün gazeteye canlılığını veren varlıklarıyla hemen oracıkta, her yerdedir.Oya Kayaoğlu da o tünellerdeki dostlardandı. Ayrı katlarda çalışsak da, çok seyrek rastlaşsak da her karşılaşmamızda birbirimizi görmekten sevinir, yılların ördüğü yakınlığı hissetmekten keyif alırdık.Kendimize itiraf etmesek de, neredeyse bir tarikat aidiyeti ile özdeşlenen ‘Hürriyetçilik’ koridorlarının en çok sevdiğim yanı, bu zaman tünellerinin, her gidenin boşluğu her zaman hissedilen yerleri ve her yeni gelene, onlar fark ettiği andan itibaren, açık olan localarıdır.* * *OYA Kayaoğlu’nu kaybetmenin acısı ile değil, soğukkanlı bir şekilde düşününce de kesin olduğuna inandığım bir şey var. Bu olay bir kaza değil. Kaza, tüm önlemlere rağmen ortaya çıkan bir şeydir.Bu olayı incelediğimizde, her açıdan önlemlerin küçümsendiğini görüyoruz. Şoförlüğü şüpheli, trafik terbiyesi sıfır ve büyük bir ihtimalle içkili bir sürücü ile LPG’li servis aracı.Bunlar, ‘kazaya davetiye’ koşulları değildir de nedir? Felaketlerin ardından aklımıza ilk gelen şey cezalar oluyor. Bu olayda da, ilk tartıştığımız şey çarpan aracın şoförüne verilecek cezanın az olduğunu gündeme getirdik.Ceza caydırıcılık taşıyacağı için önemli. Ama caydırıcılığı, değişik önlemler alarak da sağlamanın yollarını bulmalıyız.İşin başı tabii ki eğitim. Yeni yasada, son anda yapılan müdahale ile ilkokul mezunlarının ehliyete hak kazanmaları yeniden sağlandı. Farkında mıyız?Hepimiz her gün trafikte, terbiyesizlikten kaynaklanan kural tanımazlığa, eğitimsizlikten gelen sabırsızlığa, klakson dehşetine lanetler okuyoruz ama, yasa değişirken ilgilenmiyoruz, değişikliğin farkına varmıyoruz, mesele yapmıyoruz.Cezalardan önce, önlemler ve önleyici cezalar üzerinde yoğunlaşmadıkça, kaderimize sarılıp oturmaya ve ‘sallandırırsın üç kişiyi bu işi çözersin’ mantığında teselli aramaya devam ederiz.* * *RADARI biz, yol kenarlarında gizlenen sivil polislerin, ceza tuzağı olarak algılıyoruz. Oysa Avrupa’da radarların gizlenmesi yasak. Radar çok sık ve kaza riski yüksek bölgelere mutlaka yerleştiriliyor. Sürücüye de radar kontrolü altında bulunduğu, tabelalarla haber veriliyor.Para cezaları da çok yüksek.Ama yine de trafik kazaların azaltmak için kampanyalar yapılıyor, yeni önlemler düşünülüyor. Fransa’dan örnek vereceğim, geçen ay kaza yapan bir sürücünün, birlikte içki içtikleri arkadaşları mahkemeye çıktı. İçkili olduğunu bildikleri halde arkadaşlarının otomobil kullanmasına izin verdikleri için yargılandılar.Yine Fransa’da yeni bir sistem deneniyor. Otomobili çalıştırmak için sürücünün, alkol kontrol aracına üflemesi öngörülüyor. Eğer alkol oranı limiti aşarsa otomobil kilitleniyor, çalışmıyor. Belli kilometrelerde kontrolü tekrarlamak gerekiyor.İnsanlar gibi, araçların da kazalara karşı en yüksek seviyede önlemlerle donatılması gerekiyor.Ateş düştüğü zaman işte böyle konuşuyor sonra, işimize dalıyoruz. Oya Kayaoğlu arkadaşımıza Allah’tan rahmet, eşi Atalay Kayaoğlu’na ve ailesine sabır, kazada ağır yaralanan şoför arkadaşımız Erdoğan Yarıcı’ya da acil şifalar diliyorum.
Yazının Devamını Oku

Paramız gibi zamanımız da değerlenecek

2 Ocak 2005
<B>KÜRESEL</B> acının hüznüne rağmen, yeni yıla sevinçle giriyorum. Biz enflasyon nesillerinin, olabilirliğine hiç inanmadığımız bir şeyi gerçekleştirmenin sevincini yaşıyorum. Sıfırlardan kurtulmak, alışkanlıklarımızı değiştirecek çok önemli bir adım.

Paramızın milyonlarla ifadesinin gurur kırıcılığını yabancılarla birlikteyken fark etmiştim ilk kez.

‘Bir doların karşılığı kaç Türk lirası?’

‘Bir frankın, bir markın ya da bir avronun?’

Para ile ilişkilerini, üretim temelinde değerlendirme eğitimine sahip kimselerden gelen bu soru ne kadar sıkıcıydı.

Onların ‘bir’ değerinin karşılığı benim ‘bir milyon’ değerim ediyordu.

O zaman bir Türk neye bedeldi?

Enflasyon nesilleri olarak, bu değer ve bedel meselelerinde kafamız hep karışıktı.

* * *

ENFLASYON nesillerinin en önemli özellikleri nelerdir biliyor musunuz?

Program, proje yapamamak, günü birlik yaşamak, gününü gün etmek, borçtan korkmak ya da borca batmak.

Daha fazla çalışıp, daha az kazanmayı kanıksamak. Bu kanıksamanın yol açtığı uyuşukluğun kıymet bilmezliği yaygınlaştırdığının farkına varamamak.

Ve tabii ki, aldığının karşılığını vermekte olduğu kadar, ürettiğinin karşılığını beklemekteki itinasızlık da, bol sıfırlı savurganlığın sonucuydu.

Ne ilgisi var demeyin ama, çapaçulluğun temeliydi bol sıfırlı paramız.

* * *

ARTIK hepimizin birer bozuk para çantası olacak.

Elini cebe atıp para çıkartma, üzerini saymadan aldığı parayı cebe atma alışkanlığı ile birlikte, kalitesizliğe tahammül de kalkacak.

On beş yıl önce, Amerika’da bir grup arkadaşımla kahve içtikten sonra ben paramın üzerine bile bakmadan garsona bırakırken, onların sent sent para üstü saymaları dikkatimi çekmişti.

Avrupa’da süper marketlerde kasaların önünde herkes kuruş kuruş para hesabı yapıyor ve insanlar birbirlerini, dakikalarca sıkılmadan, sabırla bekliyorlar.

Biz de kuruşlu hayata alışacağız.

Kuruşlarımızı sayarken sabrı, kart kullanırken harcamalarımızı kontrol etmeyi öğreneceğiz.

Ama en önemlisi, her kuruşun hesabını sorarken, her kuruşun kavgasını da vermekten de geri durmayacağız.

* * *

PARA ile ince ilişkinin farklı bir şey olduğunu bilmediğimiz için zaman ile para arasındaki ilişkiyi de iyi ayarlayamadık. Para gibi zaman konusunda da ya hep yoksul hissettik kendimizi, zamansızlıktan üretemediğimizi ileri sürerken yaptığımız gibi, ya da para gibi zamanı da savurduk.

Sıfırlardan kurtarma operasyonunun yaratacağı yeni anlayış, zamanla ilişkimizi de etkileyecek. Kuruşlarımızı sayarken zamanın değerinin daha iyi farkına varacağız.

Peşinde olduğumuz zihniyet değişiminin, para ile ilişkiden geçtiğini yavaş yavaş göreceğiz.
Yazının Devamını Oku

Türban ve kadın

31 Aralık 2004
<B>17 </B>Aralık’tan hemen sonra Avrupa’nın neler konuştuğuna bir göz atınca, Türkiye’nin daha uzun bir süre gündemden düşmeyeceği açıkça anlaşılıyor. Yeni yıla girerken, Avrupa’nın bu yıl da Türkiye’yi konuşacağını söylemek kehanet sayılmaz. Anayasa’nın oylanmasından türban meselesine kadar, Avrupa’nın karşı karşıya olduğu birçok sorun, doğrudan ya da dolaylı olarak Türkiye’yi de dünya kamuoyunun gündemine taşıyor.

Avrupa ile ilişkileri çeşitli açılardan tartıştığımız bir yıl boyunca, tartışmaktan kaçındığımız, bir konu var ki, önümüzdeki yıldan itibaren, daha fazla karşımıza çıkacak.

Kadın ve türban.

Kız kardeşler arasında bir dertleşme isteği ile bugün türbandan söz etmek istiyorum.

On yıl önce, türbanlı kadınlarla haklar ve eşitlik meselesini daha fazla konuşurduk. Seçimlerini kadın hakları ve eşitlik açısından da çözümlemek için gayret sarf eden türbanlı kadın arkadaşlarla daha samimi ve gerçekçi bir tartışma ortamına sahipken, AKP’nin iktidar olmasıyla birlikte onlar sustu.

Bu sohbetler sırasında, İslamcı siyasi hareketler ile sol hareketler içindeki kadınların (eminim ki Kürtçü hareket içinde de öyledir) çok benzer deneyimlerden geçtiğini fark etmiştik. Her yerde olduğu gibi bu hareketler içinde de kadınlar ikinci sınıftı. Bu yakınlaşma, tartışmayı ‘kadınlık durumu’ üzerinden devam ettirme fırsatını doğuracakken, AKP’nin ‘iktidar’ olması ve siyasi hesaplar samimiyeti bozdu.

Son yıllarda, türbanlı kadınlar adına tartışmayı erkekler götürüyor.

Türbanın moda ile buluşarak batıya alternatif bir doğu modernizminin habercisi olduğuna dair sosyolojik tahlillerden, örtünmenin kadını özgürleştirdiğine ilişkin bilimsel varsayımlara kadar çeşitli iddiaların öne çıkan sahipleri erkekler.

Biz sustuk ama dünyada Müslüman kadınlar kendi durumlarını tartışıyor.

* * *

‘ON yıl türban taktım. Bu, ya takarsın ya ölürsün dayatmasıydı. Ne demek olduğunu bilirim’ diye söze başlayan İranlı kadın yazar Çahdort Cavan, Fransa’da yaşıyor. Antropolog ve roman yazarı. ‘Türbanları Atın’ (A bas les Voiles) adlı kitabında, Müslüman kız çocuklarının okul dışında örtünmelerini, ‘kültürel haklara saygı’ olarak kabul ettiklerini söyleyen Fransız aydınlarına çatıyor. Cavan, cemaat haklarının öne çıkartıldığı yerde bireysel hakların ayaklar altına alındığını savunuyor.

‘Türban sorunu, okul ve laiklikten önce kendi içinde bir sorundur. Türban sadece başı örten bir sembol değildir’ diyor Cavan ‘Neden Müslüman erkekler kadınların örtünmesini istiyorlar? Türban neyi saklıyor? Neyi koruyor?.. Türban kadın ve erkeğin alanlarını ayırıyor. Daha doğrusu kadının alanını sınırlıyor... Kadını erkeğin gözünden saklıyor. Çünkü Müslüman kız çocukları küçük yaşlardan itibaren, kendi varlıklarının erkekler için bir tehdit oluşturduğu bilinciyle yetiştiriliyorlar. Saçlarının bir tutamının bile erkekleri baştan çıkartmaya yeteceği, bunun için kapanmaları gerektiği öğretiliyor onlara.’

Cavan
türbanı, ‘erkek olarak doğmamış olmanın aşağılanmasını yaşayan kadınlık durumunun Sarı Yıldızı’ olarak niteliyor. Tıpkı Nazi zulmü altında Avrupalı Yahudilerin taşımak zorunda oldukları ayrımcılık damgası ‘Sarı Yıldız’ işareti gibi.

* * *

İRANLI bir kadın, Cavan, türbanı bugüne kadar bizim pek tartışmadığımız bir açıdan tartışmakla kalmıyor, ‘türbanları çıkartın’ çağrısı da yapıyor.

Oysa biz, liberalizm ve demokrasi adına, türbanın kadınları özgürleştirdiği iddiaları karşısında, kem küm etmekten ileri gidemedik. ‘Hangi özgürlük?’ diye soramadık. Bugün kadınların örtünmeye zorlandığı hangi ülkede gerçek özgürlükten söz edilebilir? İran’da mı? Afganistan’da mı? Savaştan hemen sonra kadınların siyasette temsil edilmelerini isteyen Amerikalıların, İslamcıların iktidara geleceğini anlayınca, uzlaşma uğruna kadınları unuttuğu Irak’ta mı?

Bu yıl sessizliğimizi bozalım. Irkçılığın, aşırı milliyetçiliğin, dinci fanatizmin ve hepsine çanak tutan vahşi liberalizmin görmezden geldiği ayrımcılıklara karşı kız kardeşler arası diyalog ortamında, türban meselesini, kadın erkek eşitliği açısından tartışalım.
Yazının Devamını Oku

Türban ve kadın

31 Aralık 2004
17 Aralık’tan hemen sonra Avrupa’nın neler konuştuğuna bir göz atınca, Türkiye’nin daha uzun bir süre gündemden düşmeyeceği açıkça anlaşılıyor.Yeni yıla girerken, Avrupa’nın bu yıl da Türkiye’yi konuşacağını söylemek kehanet sayılmaz. Anayasa’nın oylanmasından türban meselesine kadar, Avrupa’nın karşı karşıya olduğu birçok sorun, doğrudan ya da dolaylı olarak Türkiye’yi de dünya kamuoyunun gündemine taşıyor.Avrupa ile ilişkileri çeşitli açılardan tartıştığımız bir yıl boyunca, tartışmaktan kaçındığımız, bir konu var ki, önümüzdeki yıldan itibaren, daha fazla karşımıza çıkacak.Kadın ve türban.Kız kardeşler arasında bir dertleşme isteği ile bugün türbandan söz etmek istiyorum.On yıl önce, türbanlı kadınlarla haklar ve eşitlik meselesini daha fazla konuşurduk. Seçimlerini kadın hakları ve eşitlik açısından da çözümlemek için gayret sarf eden türbanlı kadın arkadaşlarla daha samimi ve gerçekçi bir tartışma ortamına sahipken, AKP’nin iktidar olmasıyla birlikte onlar sustu.Bu sohbetler sırasında, İslamcı siyasi hareketler ile sol hareketler içindeki kadınların (eminim ki Kürtçü hareket içinde de öyledir) çok benzer deneyimlerden geçtiğini fark etmiştik. Her yerde olduğu gibi bu hareketler içinde de kadınlar ikinci sınıftı. Bu yakınlaşma, tartışmayı ‘kadınlık durumu’ üzerinden devam ettirme fırsatını doğuracakken, AKP’nin ‘iktidar’ olması ve siyasi hesaplar samimiyeti bozdu.Son yıllarda, türbanlı kadınlar adına tartışmayı erkekler götürüyor.Türbanın moda ile buluşarak batıya alternatif bir doğu modernizminin habercisi olduğuna dair sosyolojik tahlillerden, örtünmenin kadını özgürleştirdiğine ilişkin bilimsel varsayımlara kadar çeşitli iddiaların öne çıkan sahipleri erkekler.Biz sustuk ama dünyada Müslüman kadınlar kendi durumlarını tartışıyor. * * * ‘ON yıl türban taktım. Bu, ya takarsın ya ölürsün dayatmasıydı. Ne demek olduğunu bilirim’ diye söze başlayan İranlı kadın yazar Çahdort Cavan, Fransa’da yaşıyor. Antropolog ve roman yazarı. ‘Türbanları Atın’ (A bas les Voiles) adlı kitabında, Müslüman kız çocuklarının okul dışında örtünmelerini, ‘kültürel haklara saygı’ olarak kabul ettiklerini söyleyen Fransız aydınlarına çatıyor. Cavan, cemaat haklarının öne çıkartıldığı yerde bireysel hakların ayaklar altına alındığını savunuyor.‘Türban sorunu, okul ve laiklikten önce kendi içinde bir sorundur. Türban sadece başı örten bir sembol değildir’ diyor Cavan ‘Neden Müslüman erkekler kadınların örtünmesini istiyorlar? Türban neyi saklıyor? Neyi koruyor?.. Türban kadın ve erkeğin alanlarını ayırıyor. Daha doğrusu kadının alanını sınırlıyor... Kadını erkeğin gözünden saklıyor. Çünkü Müslüman kız çocukları küçük yaşlardan itibaren, kendi varlıklarının erkekler için bir tehdit oluşturduğu bilinciyle yetiştiriliyorlar. Saçlarının bir tutamının bile erkekleri baştan çıkartmaya yeteceği, bunun için kapanmaları gerektiği öğretiliyor onlara.’Cavan türbanı, ‘erkek olarak doğmamış olmanın aşağılanmasını yaşayan kadınlık durumunun Sarı Yıldızı’ olarak niteliyor. Tıpkı Nazi zulmü altında Avrupalı Yahudilerin taşımak zorunda oldukları ayrımcılık damgası ‘Sarı Yıldız’ işareti gibi. * * * İRANLI bir kadın, Cavan, türbanı bugüne kadar bizim pek tartışmadığımız bir açıdan tartışmakla kalmıyor, ‘türbanları çıkartın’ çağrısı da yapıyor. Oysa biz, liberalizm ve demokrasi adına, türbanın kadınları özgürleştirdiği iddiaları karşısında, kem küm etmekten ileri gidemedik. ‘Hangi özgürlük?’ diye soramadık. Bugün kadınların örtünmeye zorlandığı hangi ülkede gerçek özgürlükten söz edilebilir? İran’da mı? Afganistan’da mı? Savaştan hemen sonra kadınların siyasette temsil edilmelerini isteyen Amerikalıların, İslamcıların iktidara geleceğini anlayınca, uzlaşma uğruna kadınları unuttuğu Irak’ta mı? Bu yıl sessizliğimizi bozalım. Irkçılığın, aşırı milliyetçiliğin, dinci fanatizmin ve hepsine çanak tutan vahşi liberalizmin görmezden geldiği ayrımcılıklara karşı kız kardeşler arası diyalog ortamında, türban meselesini, kadın erkek eşitliği açısından tartışalım.
Yazının Devamını Oku

Kıbrıs ve tribünler

27 Aralık 2004
KIBRIS Rum Lideri Papadopulos her gün yeni bir çözüm koşulu ortaya atıyor. Rum Yönetimi lideri şimdi de müzakere tarihinin, çözüm süreci açısından yeni bir takvim olmaması gerektiğini söyledi.Müzakere günü gelip çattığında, Türkiye’nin Kıbrıs’ın ‘statusquo’sunu tanıyacağını ve böylece de istediği çözüme ulaşacağını tasarlayan Rum liderin o zaman kadar yeni koşulları ortaya atmayacağı ise hiç kesin değil. Çünkü, o tarafta süren tartışmalar arasında aslında yanlış yapıldığı, Türkiye’den Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları çerçevesinde Kıbrıs Rumlarının insan haklarının iadesinin istenmesinin daha doğru olduğu iddiaları da mevcut. Brüksel’de, Avrupa Birliği liderleri Türkiye konusunu karara bağlayıp, zirveyi kazasız belasız bitirmek için uğraşırken, Avrupalı parlamenterler de basın merkezine uğrayarak nabız yokluyorlardı. Türkiye raportorü Eurlings, bir ara yanımıza gelerek Kıbrıs konusunda Türk tarafının direnişini doğru bulmadığını söyledi. Buna karşılık Avrupa’nın bu hareketiyle Kıbrıs’ta çözüm fırsatını, uçak kaçırır gibi kaçırdığı itirazıma ise çok kızdı. Papadopulos, Rum Yönetimi’nin Ada’nın tek ve biricik sahibi olarak tanınmasını isterken, Türklerin de bu duruma tabi olmalarını tek çözüm yolu olarak gördüğünü ortaya koyuyor. Avrupalıların bunu anlamamaları mümkün mü? Papadopulos’un, AB’nin arkasına saklanarak çözümsüzlük çizgisini kendisi ve Kıbrıs Rumları için bir zaferle noktalamak istediğinin farkında değiller mi? * * *AVRUPA kulislerinde, herkesin Papadopulos’tan yaka silktiği söylentilerine, ben temkinli yaklaşımdan yanayım. Kıbrıs’ta yıllardan beri süren görüşmeler sırasında verilen sözlere itibar etmem artık mümkün değil. Rum Yönetimi’nin AB adaylığı söz konusu olduğunda, bunun sadece çözümü sağlayacak bir koz olduğunu söyleyen, ‘üyelikleri mümkün değil’ diyen İngiltere’nin Kıbrıs temsilcisi David Hannay gibi birçok itibarlı diplomatın açıklamaları kulaklarımda. Kıbrıs’ın üyeliği kesinleştiğinde, ‘merak etmeyin küçücük Kıbrıs kocaman Avrupa’yı burnundan sürükleyemez’ diyen yabancı büyükelçiler hálá görevde. * * * KIBRIS’ta mecburiyetler karşısında adım adım ilerlemek bugüne kadar hiçbir sonuç getirmedi. İlerlememek, çözümsüzlükten medet ummak ise sadece kötülük getirdi. Önümüzde 3 Ekim tarihi olsa da olmasa da, referandumdan çıkan ‘evet’in üzerine yatıp beklemek de Kıbrıs Türklerinin sorunlarını çözmüyor. Bu sadece Avrupa ve Amerika’nın verdiği sözleri nasıl tutmadığını, iki yüzlülükleri sergiliyor ama kimseye bir şey katmıyor. Bu nedenle Türkiye, Kıbrıs sorununu bir an önce ve en prestijli evrensel değerler çerçevesinde yani ‘insan hakları ve barış’ için çözme inisiyatifini almalı. Bizim amacımız çözüm ve barış. Bu mesajı Avrupa kamuoyuna da duyurmalıyız. Ve atabileceğimiz her adımın, referandumda yapamadığımızın aksine, en geniş biçimde duyurulmasını da yapılacak her jest kadar önemsemeliyiz. Aksi takdirde, iki halkın içine sinen bir çözümü rafa kaldıracak her adım, yeni çatışmalara temel hazırlamak demektir. Serdar Denktaş’ın, FKÖ benzetmesini abartılı bulanlar olabilir ama haksızlığa karşı yükselen isyanı kim anlamaz ki? Önemli olan haksızlıkları göstermek ve inandırmak. Kıbrıs her zamankinden daha fazla tribünlere oynanan bir oyun haline geldi.
Yazının Devamını Oku

Taşrada Noel

26 Aralık 2004
<B>KASABANIN </B>iki kilisesi var. Biri Katolik diğeri Protestan. Ama Noel’de her ikisinde de merasimler gece yarısını beklemeden, saat altı gibi yapıldı. Katolikler, papaz bulamıyormuş, çünkü gençler Katolik rahiplerin evlenme yasağı olduğu için din adamı olmak istemiyorlarmış. Fransa’nın doğusundaki bu küçük kasabada, Geudertheim Kilisesi’nin papazı diğer köylere de gitmek zorunda olduğundan işini erken bitirmek istemiş. Protestanlarda böyle bir sorun yokmuş. Genç din adamlarına evlenme serbest olduğundan, daha önemlisi genç bir din adamı profesör maaşı aldığından pastör sıkıntısı yokmuş. Ama gelin görün ki cemaat, Alsace mutfağının zengin mönüleriyle bezeli sofralarının başına bir an önce oturmayı tercih ettiklerinden ayini erken bitirirlermiş.

Kestaneli ördeğe son rötuşlar yapılırken, mutfakların en vazgeçilmez lezzetlerinden olan ayaküstü dedikodular bu minvaldeydi.

Önümüzdeki yıl Avrupa Anayasası ile ilgili referandumda her üç kişiden ikisinin ‘Türkiye’nin üyeliğini de dikkate alarak oy kullanacağım’ dediği Fransa’nın, en tutucu kasabalarından birinde, Geudertheim’da Fransız arkadaşlarımın davetlisiyim.

Le Pen’in güçlü olduğu bu bölgede yabancılara ‘negro’ deniyor.

Onların negroları artık ‘Türkler’. Neden? Bu karşıtlık da, son zamanlarda gözlenen dine dönüş gibi fazla derin değil mi?

* * *

FRANSA’da yabancı düşmanlığı son zamanlarda ciddi endişe yaratıyor. Bunun çeşitli nedenleri var. Ama esas neden ekonomik.

Geçen yıl işsizlik yüzde 9’a yükselmiş. Bu oran gençler arasında daha da yüksek,yüzde 11.

Ancak bu sayı Fransız kökenli gençler için geçerli. Yabancı gençlerin işsizlik oranı ise yüzde 36.

Yabancı kökenli gençler, Fransız vatandaşı olsalar da iş bulmaları hemen hemen mümkün değil. İşsizlik, tanıdıktan alışveriş etme, tanıdığın çocuğunu işe alma gibi cemaat davranışlarını güçlendirmiş. İçe kapanmayla birlikte yabancı olanı dışlama yaygın. Sorun, gençlerin adından itibaren hissettiriyor kendini. İsmin Ali ya da Ayşe ise ‘Bu iş için uygun görülmediniz’ yanıtını alıyor gençler.

Avrupa Birliği’nin talebi üzerine, Fransa’da yeni bir süreç başladı. Ayrımcılığa karşı Eşitlik İçin Mücadele Yüksek Otoritesi (HALDE) kuruluyor. Başında, türban yasağının doğruluğuna ilişkin raporu hazırlayan Bernard Stasi’nin olduğu komisyon, bu ırkçı ve ayrımcı davranışlarla ilgili şikayetleri değerlendirerek, hukuki süreç başlatacak.

* * *

TÜRKİYE’nin üyeliği, yabancı düşmanlığının, tehdit olacak kadar güçlendiği bir dönemde politikacıların en kolay kullandıkları araç haline geliyor.

‘Adı sanı unutulan politikacılar, şimdi Türkiye karşıtlığı sayesinde televizyonda boy gösteriyorlar’ diyor eğitimci bir arkadaşım.

Ama bu kadar basit değil. Başbakan Erdoğan’ın Brüksel dönüşünde, Türkiye’de ‘Avrupa Fatihi’ pankartlı törenlerle karşılanışını, ‘Avrupa’yı fetih iddiasındaki yeni halife’ şeklinde yorumlayacak kadar olayları yakından izleyenlerin bulunduğunu biliyorum. O nedenle Türkiye karşıtı propaganda sıradan bir popülizmle, iç politika bahanesi ile açıklanamaz.

Türkiye’nin Avrupa ile entegrasyon isteğine karşı dirençte, Avrupa’nın zaafları, geleceğiyle ilgili korkuları da var.

Noel sofralarında ya da bayram yemeklerinde, bu korkuların temeline birlikte inip üstesinden gelemezsek yazık olacak çocuklarımıza.
Yazının Devamını Oku

Hırvatistan’ın AB şartı da kolay değil

24 Aralık 2004
<B>TÜRKİYE</B>’ye verilen müzakere tarihinin <B>‘koşullu’</B> olmasını bazı arkadaşlar Türkiye için <B>‘tarih verilmemiştir’</B> şeklinde yorumluyor. Herkes istediğini düşünmekte serbest. Ancak, konuyu biraz daha derinleştirmek için bir küçük hatırlatma yapmak istiyorum. 17 Aralık Zirvesi’nde iki ülke, müzakere tarihi alarak Avrupa Birliği’ne tam üyelik için resmi aday oldu. Türkiye ve Hırvatistan.

Sadece Türkiye’nin değil ama Hırvatistan’ın da müzakerelere başlaması koşula bağlandı.

Hırvatistan’dan, önümüzdeki yıl mart ayına kadar General Ante Gotovina’nın Uluslararası Savaş Suçluları Mahkemesi’ne teslim etmesini istiyor.

Çünkü Ante Gotovina, 4 Nisan ile 15 Kasım 1995 tarihleri arasında, Sırpların yaşadığı Krajina bölgesini ‘temizlemekle’ görevlendirilen komutan. Gençliğini Lejyoner olarak Afrika’daki Fransız birliklerinde geçiren General Gotovina, Yugoslavya’nın bölünmesi sırasında ülkesi Hırvatistan’a dönerek orduda yer almış.

Krajina’da, Hırvatistan güçlerinin en kanlı savaşı olan ‘Fırtına Operasyonu’nun komutanı. Uluslararası Savaş Suçluları Mahkemesi General Gotovina’yı, 150 Sırp’ın katli, 150 bin Sırp’ın tehciri ve Krajina’da 7 Sırp kasabasının yerle bir edilmesinden sorumlu olarak arıyor.

Sırbistanlı Karadzic, Bosnalı Mladic’ten sonra en çok arananlar listesindeki üçüncü isim General Gotovina.

‘Bizim karşımıza çıkartılan haksız koşulların yanında bu da bir şey mi? Verirler, olur biter’ değil mi? İnsanın aklına ilk gelen bu oluyor.

Hayır, Hırvatlar için bu öyle kolay bir şey değil. Çünkü General Gotovina, şu anda Hırvatistan’ın ulusal kahramanı.

Avrupa Birliği, Hırvat hükümetinden ulusal kahramanlarını mahkemeye teslim etmelerini istiyor, hem de savaş suçlusu olarak.

Kendinizi koyun Hırvatların yerine, kolay mı?

Bu da, 4 milyon 496 bin 869 nüfuslu devletin müzakerelere mart ayında başlaması için ön koşul.

* * *

BU koşullar, müzakere tarihinin verilmiş olmasını gölgelemez.

Türkiye’ye yapılan haksızlık Kıbrıs’ın, Helsinki zirvesinde aksi taahhüt edilmesine rağmen ‘siyasi diyalog kriteri’ olarak korunmasıdır.

Yeni adaylarla müzakerelerin bundan öncekilerden farklı olmasını öngören, ‘Müzakere çerçevesi’ ile ilgili 23’üncü maddenin, Hırvatistan’a uygulanmaması, sadece bizim bu maddeye tabi olmamızdır.

Oysa, Türkiye şu anda üye olanlar gibi beşinci genişleme dalgasının ilk dönem adaylarındandır. O zamanlar Hırvatistan’ın adı bile geçmiyordu.

Bizim diğer adaylardan çok farklı olduğumuzu akıldan çıkarmadan, haksızlık ve eşitsizliklerin telafisi için uğraşmayı elden bırakmamalıyız. Bu haksızlıkların farkında olan çevreler var Avrupa kurumlarında.

* * *

17 ARALIK öncesi, sivil toplum büyük bir dinamizmle, reformlara destek oldu Avrupa ile diyalog kanalları oluşturmak için uğraştı ve çok iyi ilişkiler kuruldu. Bu çalışmaların devam etmesi şart. Hem Avrupa’nın havasını iyi koklayabilmek, hem de kendimizi Avrupa kamuoyuna ve kulislerine yansıtabilmek için sivil toplum örgütleri, yapacakları her işte mutlaka Avrupa perspektifini göz önünde tutmalı.

Tabii ilk iş Kıbrıs’ta adil bir çözüm için harekete geçmek olmalı. Kıbrıslı Türklerin barış için harcadıkları çabayı, Türkiye’ye verilen ama unutulan sözleri hatırlatacak girişimler düzenlenmeli sivil toplum tarafından. Mesela, Finlandiya başbakanının Ecevit’e yazdığı o ünlü mektubunun bir kopyası herkesin yanında bulunmalı.

Yılbaşında bir nefes alıp dinlendikten sonra zaman kaybetmeden yola koyulmalıyız. Bizim en güzel taraflarımızdan biri de ‘seferberlik ruhu’, bu yeni seferberliğimizin adı ise demokrasi ve hayat kalitesi seferberliği.
Yazının Devamını Oku