Ferai Tınç

Seçimlere kadar sessizlik

7 Şubat 2005
<B>ABD</B> Dışişleri Bakanı <B>Condoleezza Rice</B>’ın ziyareti sırasında en çok dikkatimi çeken konu Kıbrıs ile ilgili yaptığı açıklamalar oldu. KKTC’ye yapılan haksızlıkların giderilmesi için çalışmalara devam edileceğini söyleyen bakan, bu konuda esas söz sahibi olarak Avrupa Birliği’ni gösterdi.

Ne anladınız siz bundan?

Kıbrıs Rum Yönetimi’nin AB üyeliğiyle birlikte Washington devreden çıktı mı?

Sanmıyorum ama bu konuyu gündemin alt sıralarına ittiği besbelli.

Bana göre, nedeni de ortadaki haksızlığa karşı, ‘işitilebilir’ bir tepkinin yükselmemiş olması.

Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş dışında tabii. Onun da sesine artık o kadar alışıldı ki fazla kulak kabartılmıyor.

KKTC’de durum nedir bilmiyorum ama bizim buralardan bakıldığında Ada’da tam bir sessizlik ve bekleyiş hali görülüyor.

* * *

YEŞİL Hat tüzüğünde Kıbrıslı Türkler lehine bazı değişiklikler olmuş. Bugüne kadar güneyden kuzeye geçişlerde Rumların bir sigara ve içkiden başka bir şey almalarını yasaklamıştı güneydeki hükümet, şimdi bu biraz gevşetilmiş.

Hiç önemli değil.

Geçenlerde KKTC’yi ziyaret eden Avrupa Parlamentosu parlamenterleri bile Yeşil Hat Tüzüğü’nün AB ile doğrudan ticaretin yerini tutamayacağını söylediler.

Avrupa Birliği’nin KKTC ile doğrudan ticaret ve mali yardım kararının hayata geçirilmesi bakalım nasıl olacak? Kıbrıs Rum Yönetimi’nin engelleri nasıl aşılacak.

Kıbrıs Gazetesi’nde KKTC’yi ziyaret eden Avrupa Parlamentosu heyetinin Sosyalist Grup Başkanı Jean Marinus Wiersma’nın söyleşisi vardı. ‘Kıbrıs Rum hükümetine uygulayacağımız baskı sınırlı’ diyordu.

Haklı. Rum Hükümeti, Kıbrıs’ın yasal temsilcisi olarak Avrupa Birliği’nin saygın bir üyesi. AB’nin partneri.

Avrupa’nın Kıbrıs Rum Hükümeti’ne yapacağı baskı sınırlı. Ama KKTC’nin baskısını sınırlayan ne var? KKTC baskı yapmalı, hakkının peşinde koşmalı, sesini çıkartmalı.

* * *

KIBRIS konusunda bugüne kadar, çözümden yana oldum. Çünkü ne Türkiye’nin ne de Kıbrıs Türklerinin çözümsüzlük imajının yükü altında, adil bir sonuç için etkili siyaset yürütmesi mümkündü.

Ama şimdi durum değişti. Haklı mücadele zemini KKTC’nin ve Türkiye’nin ayaklarının altında.

AB üyeliği ile Yunanistan-Türkiye arasında eşitlik sağlanınca askerini tamamen çekme dahil birçok vaatte bulundu Türkiye Annan Planı ile. Bu anlaşmayı destekledi, referanduma ‘evet’in arkasında durdu. Ama bugün tam tersi bir çizgi tırmanıyor ve herkes bu gelişmeleri seyrediyor. Türkiye Kıbrıs’ta toprak iddiasında bulunmuyor ama Yunanistan Cumhurbaşkanı Stefanopulos, hálá yaptığı açıklamalarda, ‘Arnavutluk’un güneyi ve Kıbrıs bizim esir topraklarımızdır’ diyebiliyor. Bunca acıya ve soruna yol açan demode Enosis zihniyetini gündeme taşıyabiliyor

Kıbrıs Türkleri, kendilerini unutturmamalı. Bekleyen taraf değil, isteyen taraf olmalı. Bu da sadece diplomatik kanalların işi değil. Sivil toplumun sesi her zaman daha etkili. KKTC halkı, haksızlıklara karşı tepkisini göstermeli.

Ama KKTC sessiz. Siyaseti de öyle. Bu sessizliğin genel seçimlere iki hafta kalmasından kaynaklandığını tahmin ediyorum. Sanıyorum gerçekten öyle.
Yazının Devamını Oku

Keşkeciler

6 Şubat 2005
<B>KEŞKECİLER </B>Cephesi’ne Amerikan Savunma Bakanı <B>Ronald Rumsfeld</B> de katıldı. CNN’den Larry King ile yaptığı söyleşide bakın Rumsfeld neler demiş: Söyleşinin çözümünden birebir çeviriyorum:

‘İyi gitmeyen şeylerden biri de 4’üncü Piyade Tümeni’ni, Türkiye üzerinden, kuzeyden sokamamamızdı. Ve bu yüzden Bağdat’ın kuzeyindeki Sünniler hiçbir zaman savaşa geçekten katılamadılar. Ülkenin o bölgesinde yakalanan ve öldürülenlerin sayısı yetersiz kaldı. Onlar Amerika Birleşik Devletleri’nin askeri gücünü tam olarak hiçbir zaman tecrübe etmediler. Bugün isyanı kışkırtanlar onlardır.’

Demek ki 1 Mart tezkeresi geçmediği için Sünni Iraklılar, Amerikan askeri gücünü yeterince tecrübe etmemişler, hadlerini aşmışlar, akıllarını başlarına almamışlar. Ve 1 Mart’ta Türkiye Büyük Millet Meclisi Amerikan askerlerinin Türkiye topraklarında konuşlanmasına ve geçişine izin vermediği için yeterince Sünni Arap tutuklanamamış ve öldürülememiş.

Ya tersi olsaydı? Irak’ta istikrar çoktan sağlanmış mı olacaktı?

Irak’ta istikrarın sağlanamıyor olmasının tek nedeni, Sünni bölgesindeki direniş mi?

Tabiiki değil. Savaşın iyi tasarlanmadığını, hataların yapıldığını Bush Yönetimi’nin en yetkili ağızları itiraf ettiler.

Ama önemli olan bu değil. Tezkere meselesinin orada ve burada, Washington’da ve Türkiye’de aynı zamanda yeniden gündeme getiriliyor olması.

* * *

KOMPLO teorilerini sevmem ama Başkan Bush’un Ulus’a Sesleniş konuşmasında dile getirdiği İran ve Suriye meselelerinin öne çıkması ile 1 Mart anımsatması arasında bir ilişki olabileceği ihtimali aklıma gelmiyor değil.

Eğer böyle bir ilişki kurularak, işbirliğinin derinleşmesi bekleniyorsa çok yanlış.

Türkiye ile Amerika arasındaki ilişkileri, karşılıklı çıkarlar temelinde kurulmuş ve güçlenmiştir.

Eğer Türkiye’nin PKK terörizmine karşı verdiği mücadelede işbirliği, ABD’nin isteklerini tartışmadan kabul etmekle başlayacaksa, eğer Irak’ta Türkmenlerin ve tüm insan haklarının ihlalinin engellenmesi için Amerika’nın İran politikasına kayıtsız şartsız destek gerekecekse ortada ne ittifak kalır ne müttefik.

Bu tabiyet ilişkisi yaklaşımıyla, Türkiye’deki yüzde 82’lik Amerikan aleyhtarlığı anlayışını aşağı çekmek de mümkün olmaz.

Oysa, önümüzdeki dönemde insanlığın karşı karşıya bulunduğu global tehditlere karşı uluslararası işbirliği yelpazesinde Türk Amerikan ilişkileri çok önem taşıyacaktır.

KRALLIK DEKLARASYONU

Son günlerde bazı okuyucularımdan, Kerkük’ün hiçbir zaman Türkmen olmadığını ileri süren mesajlar alıyorum. Bir belgeyi paylaşarak kendilerini buradan yanıtlamak istiyorum.

Irak Krallığı 1932’de Milletler Cemiyeti’ne üye olduktan sonra manda rejiminin bitişi nedeni ile bir deklarasyon yayınlıyor. Bu, devletin temel yasaları olarak kabul görüyor. Ve hiçbir kanun, tüzük ve resmi hareketin o maddelerle çelişemeyeceği de deklarasyonda yer alıyor. 9’uncu maddede ‘Irak, Musul, Erbil, Kerkük, Süleymaniye livalarındaki nüfusun büyük çoğunluğunu Kürtlerin teşkil ettiği kazalarda resmi dilin Arapça ile birlikte Kürtçe olması’ garanti ediliyor. Madde şöyle devam ediyor:

‘Bununla birlikte nüfusun çoğunluğunun Türkmen ırkından olduğu Kerkük livasına bağlı Kifri ve Kerkük kazalarında resmi dil Arapça ve Kürtçe ile birlikte Türkçe olacaktır.’
Yazının Devamını Oku

İki farklı ses

4 Şubat 2005
<B>IRAK</B> seçimlerinden sonra, Amerikan müdahalesine karşı çıkan Avrupa Birliği ülkeleri bile, yeni bir dönemin başladığını söyleyerek Irak halkını kutladılar. Bizden yükselen sesler ise ‘Türkiye tehdit etti’ başlıklarıyla yansıdı dünyaya.

Türkmenler ve Sünnilerin Irak’ın yeniden yapılanmasında gerçek bir temsil olanağından mahrum olacakları endişesi haklıydı, ama seçimlerle ilgili Türkiye’den yükselen tek sesin ‘Kerkük gidiyor’ feryadı haline gelmesi doğru değildi.

Bu izlenimi, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın AKP Grup Toplantısı’nda yaptığı konuşma güçlendirdi.

Oysa Türkiye’den başka bir ses de çıkmıştı. Bu duyulmadı. Abdullah Gül adına Dışişleri Bakanlığı’ndan seçimlerden bir gün sonra 31 Ocak’ta yapılan açıklama, Irak halkını kutluyordu.

‘...İçinde bulunduğu bu kritik dönüm noktasında kardeş Irak halkı, tercihini siyasi sürecin devamından kullanmıştır...

...Güvenlik ve diğer alanlarda devam eden sorunlara, keza bazı bölgelerden katılımın arzu edilen düzeyin gerisinde kalmasına ve tüm zorluklara karşın, Irak’ta seçimlerin gerçekleşebilmiş olması, Irak halkının, ülkenin birlik ve bütünlük içerisinde barış ve istikrara ilerlemesinden yana olan iradesini bir kez daha teyid etmiştir. Bunu, Irak’ın demokratik bir rejim tesisi yönünde atmış olduğu bir adım olarak değerlendiriyoruz...’
deniyordu Dışişleri açıklamasında.

Eğer Dışişleri Bakanlığı ile konuşmamış ve seçimlere karşı çıkma gibi resmi bir politika olup olmadığını sormamış olsaydım, bu açıklamanın farkına varmayacaktım.

Ne yazık ki bu mesaj, Irak halkına yeterince ulaşmadı, Başbakan’ın AKP grup toplantısındaki konuşmanın kurbanı oldu. Ve Türkiye, Irak’taki seçimlerden sonra Kürtlere karşı Türkmenlerin, Şiilere karşı Sünnilerin avukatlığı rolüne soyunmuş gibi bir resim çıktı ortaya.

Türkmenlerin itirazları ve sorunları bundan sonra da dile gelecek ama Şiilere karşı Sünnilerin haklarını savunmak gibi bir misyonu olabilir mi Türkiye’nin? Kaldı ki, seçimleri boykot eden Sünni örgütlerden Müslüman Alimler Birliği önceki gün açıklama yaptı, ‘Oy kullananların seçimlerine saygılı davranacağız’ dedi ve tüm tarafların katılması halinde geçici hükümeti tanıyacağını açıkladı.

* * *

IRAK’ta söylenenlere doğru düzgün kulak vermediğimiz için kendi sesimizi de bulamadık. Örneğin Kürtlerin başkanlık talebine Irak’tan gelen yanıtlar ilginç. Devlet Başkanı Gazi El Yaver, ‘‘Devlet Başkanlığı Sünnilere, Başbakanlık Şiilere ve Meclis Başkanlığı da Kürtlere verilebilir’ diyor. Irak Şiilerinin güçlü başbakan adaylarından Şehristani’nin yanıtı ise şöyle: ‘Ültimatomları reddediyoruz. Bu Kürtlere verilmeliymiş, bu Sünnilere, bu Şiilere gibi koşullara karşıyız. Birlikte çalışma ve herkesin memnun edilmesi ilkesini kabul etmeliyiz.’

Irak, arayış döneminde. Desteğe ihtiyacı var. Tarihi sorumluluğumuz, destek vermemizi gerektiriyor. Kriz görüntüsü değil. Tehdit izlenimi değil.

Amerika ile ilişkilerin geri dönülmez noktaya ilerlediği yorumlarına karşı ise, AKP Başkan Yardımcısı Murat Mercan’ın, ‘Aşılabilir sorunları tartışıyoruz ama stratejik işbirliği ilişkilerimizi gölgeleyecek bir kriz söz konusu değildir’ sözleri bana göre yeterli yanıt.
Yazının Devamını Oku

Alarm zilleri

31 Ocak 2005
<B>O</B> beyaz, ucuz plastik koltuklar, sadece CHP’nin değil, toplumun da hastalıklı bir dönemde olduğunu haber veren alarm zilleri etkisi yaptı bende. Zaten her şeyin düzgün gittiği bir toplumda sadece bir kurumun kötülemesi mümkün mü?

Önce kendime o koltukların neden uçuştuğunu soruyorum. Solun nasıl güçleneceği tartışması sırasında mı? Yoksa sosyal demokrasinin halkın isteklerine vermesi gereken yanıtları hazırlarken mi?

Maalesef siyasi partilerde bu tartışmalar çoktan rafa kalktı. Zaten ciddi bir partinin vizyon tartışmasında böyle kalitesizlik sahneleri olmazdı.

Koltuk kavgasının koltuklarıydı uçanlar. Nereden nereye diye hayıflanmanın faydası yok. Çünkü çok uzun zamandan beri bir yerde değildi CHP.

Toplumsal hastalıklarımız CHP’nin de bünyesini kavurdu ve sonunda, MHP’nin 1997’deki kavgalı kongresini anımsatan olaylara sahne oldu kurultay.

Orada, Ülkücüler birbirlerine yine aynı beyaz ucuz plastik koltuklarla saldırmışlardı. Burada kimler kimlere saldırdı? İşte kafamı kurcalayan soru bu.

* * *

BAYKAL’ı ve Sarıgül’ü dinlerken tahta kurtlarına kurtlarına teslim olmuş bir yüce çınar karşısında gibi hissettim kendimi.

İçindeki yolsuzlukları görmeyen, ya da gördüğü bildiği halde bunu zamanı gelince kullanmak için kenara koyan anlayışa şaşırdığımı söyleyemem. Bu öyle yaygın ki.

Yolsuzluklar hepimizin hayatının içinde. Belediyelerden devlet dairelerine kadar her yerde her gün yaşıyoruz örneklerini. Göz yummaların ne kadar yaygın olduğunu hepimiz biliyoruz.

Hastayız biz. Bunlara karşı koyamıyoruz. Sadece yolsuzluk mu?

Anlaşamıyoruz. İki kişi bir araya gelip uzlaşamıyor güçlü olan kazanıyor. Kimse kimseye güvenmiyor, kurallar uygulanamıyor. ‘Nasıl yaranırım’ı düşünmekten, ‘Bu işin doğrusu nasıl yapılır’ aklımıza gelemiyor.

Muhalefet partilerinin, tabela partisi haline geldikleri, haksızlığa karşı insanların kendi başlarına çare aramak zorunda bırakıldıkları, adi ve çok asil suçların bir türlü önünün alınamadığı bir toplumda, her şeyin çok iyi gittiğine inanan, inanmayanlara da kızan bir hükümet tablosuyla karşı karşıyayız.

Buna bir de hiçbir şeyi umursamayan, dışarıda kıyamet kopsa pencereden bakmayan bir toplumu ekleyin.

Alarm zillerinin çaldığını anlamak için çok düşünmeye gerek var mı?

Bu bir dağılma hali. Hedeflerini, ortak paydalarını kaybeden toplumlarda dağılma, bölünmeden çok daha tehlikeli bir istikrarsızlık riski değil midir sizce?

* * *

OTURUP birlikte ağlayalım demiyorum, ama siyasi partilerin halktan ne kadar koptuklarını görüp, üzerinde düşünmenin zamanı geldi diyorum.

Evet, bu yalnız bize ait bir sorun değil. Globalleşmenin sorunlarına, dünyada hiçbir siyasi parti çözüm getiremiyor. Siyaset yetersiz kalıyor.

Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın Davos’ta yaptığı konuşmada ‘Etik’ten söz etmenin zamanı geldi’ sözlerinin gündemi kaplayacak kadar geniş bir yankı uyandırmasının nedeni de bu.

Artık çok daha geniş bir çevre, bu bencillik içinde yola devam edilemeyeceğini görüyor. Uzmanlar, üç sorunun insanlığı tehdit ettiğini söylüyorlar.

Hepimizin bildiği ama ciddiye almadığı bu üç sorun, ‘Çevre, yoksulluk ve eğitim’ le ilgili acil çözümler üretemezsek işin sonu fena.

Öyle çok zaman da kalmadı. Eğer bu sorunlar geçiştirilmeye devam edilirse, yirmi yıl sonra mutlu azınlık, mutsuz çoğunluğun arasına karışacak.

Dünya alarm zillerini duymaya başladı.

Ya biz?
Yazının Devamını Oku

Alarm zilleri

31 Ocak 2005
O beyaz, ucuz plastik koltuklar, sadece CHP’nin değil, toplumun da hastalıklı bir dönemde olduğunu haber veren alarm zilleri etkisi yaptı bende.Zaten her şeyin düzgün gittiği bir toplumda sadece bir kurumun kötülemesi mümkün mü?Önce kendime o koltukların neden uçuştuğunu soruyorum. Solun nasıl güçleneceği tartışması sırasında mı? Yoksa sosyal demokrasinin halkın isteklerine vermesi gereken yanıtları hazırlarken mi?Maalesef siyasi partilerde bu tartışmalar çoktan rafa kalktı. Zaten ciddi bir partinin vizyon tartışmasında böyle kalitesizlik sahneleri olmazdı.Koltuk kavgasının koltuklarıydı uçanlar. Nereden nereye diye hayıflanmanın faydası yok. Çünkü çok uzun zamandan beri bir yerde değildi CHP.Toplumsal hastalıklarımız CHP’nin de bünyesini kavurdu ve sonunda, MHP’nin 1997’deki kavgalı kongresini anımsatan olaylara sahne oldu kurultay.Orada, Ülkücüler birbirlerine yine aynı beyaz ucuz plastik koltuklarla saldırmışlardı. Burada kimler kimlere saldırdı? İşte kafamı kurcalayan soru bu.* * *BAYKAL’ı ve Sarıgül’ü dinlerken tahta kurtlarına kurtlarına teslim olmuş bir yüce çınar karşısında gibi hissettim kendimi.İçindeki yolsuzlukları görmeyen, ya da gördüğü bildiği halde bunu zamanı gelince kullanmak için kenara koyan anlayışa şaşırdığımı söyleyemem. Bu öyle yaygın ki.Yolsuzluklar hepimizin hayatının içinde. Belediyelerden devlet dairelerine kadar her yerde her gün yaşıyoruz örneklerini. Göz yummaların ne kadar yaygın olduğunu hepimiz biliyoruz.Hastayız biz. Bunlara karşı koyamıyoruz. Sadece yolsuzluk mu?Anlaşamıyoruz. İki kişi bir araya gelip uzlaşamıyor güçlü olan kazanıyor. Kimse kimseye güvenmiyor, kurallar uygulanamıyor. ‘Nasıl yaranırım’ı düşünmekten, ‘Bu işin doğrusu nasıl yapılır’ aklımıza gelemiyor.Muhalefet partilerinin, tabela partisi haline geldikleri, haksızlığa karşı insanların kendi başlarına çare aramak zorunda bırakıldıkları, adi ve çok asil suçların bir türlü önünün alınamadığı bir toplumda, her şeyin çok iyi gittiğine inanan, inanmayanlara da kızan bir hükümet tablosuyla karşı karşıyayız.Buna bir de hiçbir şeyi umursamayan, dışarıda kıyamet kopsa pencereden bakmayan bir toplumu ekleyin.Alarm zillerinin çaldığını anlamak için çok düşünmeye gerek var mı?Bu bir dağılma hali. Hedeflerini, ortak paydalarını kaybeden toplumlarda dağılma, bölünmeden çok daha tehlikeli bir istikrarsızlık riski değil midir sizce?* * *OTURUP birlikte ağlayalım demiyorum, ama siyasi partilerin halktan ne kadar koptuklarını görüp, üzerinde düşünmenin zamanı geldi diyorum.Evet, bu yalnız bize ait bir sorun değil. Globalleşmenin sorunlarına, dünyada hiçbir siyasi parti çözüm getiremiyor. Siyaset yetersiz kalıyor.Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın Davos’ta yaptığı konuşmada ‘Etik’ten söz etmenin zamanı geldi’ sözlerinin gündemi kaplayacak kadar geniş bir yankı uyandırmasının nedeni de bu.Artık çok daha geniş bir çevre, bu bencillik içinde yola devam edilemeyeceğini görüyor. Uzmanlar, üç sorunun insanlığı tehdit ettiğini söylüyorlar.Hepimizin bildiği ama ciddiye almadığı bu üç sorun, ‘Çevre, yoksulluk ve eğitim’ le ilgili acil çözümler üretemezsek işin sonu fena.Öyle çok zaman da kalmadı. Eğer bu sorunlar geçiştirilmeye devam edilirse, yirmi yıl sonra mutlu azınlık, mutsuz çoğunluğun arasına karışacak.Dünya alarm zillerini duymaya başladı.Ya biz?
Yazının Devamını Oku

Kaçış senaryosu

30 Ocak 2005
IRAK bugün sandık başında. ‘İdeal olmayan özgür ve demokratik seçimler.’ Seçime ABD Başkanı Bush tarafından konulan isim bu.Sokağa çıkma yasağı, özel otomobil kullanma yasağı, can korkusu ve namlular altında yapılan bu seçimlerle ilgili herhangi bir itirazda bulunmadan önce, nedenini anlamak gerekiyor.Washington tarafından, koşullar ne olursa olsun mutlaka yapılmasına karar verilen bu seçimler, aslında Amerika’nın Irak’tan kaçış senaryosunun bir parçası. O yüzden şu sıralarda Kerkük’müş, Sünnilerin temsiliymiş, bu sorunlarla uğraşmak istemiyorlar. Ne olursa olsun, seçimler yapılsın ve Meclis Anayasa’yı hazırlamak için çalışmalara başlasın, öngörülen zamanda, Aralık ayında Irak’ta seçimlere gidilsin ve yeni Irak hükümeti kurulsun. Seçimlerle ilgili yasama, yürütme, yargı tüm yetkileri, ellerinde bulunduran Seçim Komisyonu, Avrupa Birliği’ne danıştıklarını ve yüzde 40 katılımın, seçimlerin meşru sayılmasına yeteceğini ilan etti. Daha şimdiden katılımın yüzde altmışa varacağı da açıklanmış durumda. Kısaca, Kerkük, Sünni boykotu, güvenlik, sayımlar yapılmadan seçime gidilmesi gibi ‘minor problems- küçük sorunlar’ hiç önemli değil. Amerikalılar seçimler yapılacak ve Irak ‘happy end’e gidecek diyorlar. * * * KERKÜK konusunda Türkiye’nin endişeleri Amerika tarafından ciddiye alınmıyor mu? Bence alınıyor. Ama şu anda dikkate alınmıyor. Çünkü şimdi hedef seçimler. Anımsayacak olursak, Barzani ve Talabani, Kürtlerin Kerkük’e geri dönüşüne izin verilmezse boykot tehdidinde bulundular ve sonuç aldılar. Oysa geri dönüş seçimlerden sonra yapılacaktı. Çünkü, sorunlu bölgelerde uzlaşma sağlanmadan yerel yönetimde nüfus dengesinin değiştirilmesi sorunları derinleştirecekti. Bunun, Arap ve Türkmenlere karşı baskı ve ayrımcılığın artması sonucunu doğuracağını anlamayan yok. Ama şu an dikkate alınmıyor.Seçimlerin, ne olursa olsun yapılması gerektiğini savunanlarla konuştuğumda ilginç bir durumla karşılaşıyorum. Seçim sonrası Anayasa tartışmaları gündeme geldiğinde Kürtlerin, bugün sahip oldukları özerklikten hiçbir zaman geri adım atmayacakları inancı hakim. ‘Ama bunun ötesine gidemezler. Ne Türkiye, ne İran ne de Suriye buna izin verir’ deniyor. Bu yüzden Türk hükümetinin açıklamaları ile Kuzey Irak yöneticilerinin meydan okumalarına tamamen kulaklarını kapatmış görünüyor Washington. Irak’ta günü kurtarma politikası yapıyor. Bu anlayışla belki günü kurtarabilirler ama askerlerini bölgeden kurtarması mümkün değil. * * * KERKÜK ile ilgili endişeler arttıkça, tezkerecilerin ‘Biz demiştik’ korosunu dinliyoruz. Acaba Türkiye topraklarını açsaydı Washington, Türklerin Kürtleri işgaline göz yumar mıydı?Amerika’nın şu anda Talabani ve Barzani’nin şantajlarına göz yummasının nedeni peşmergelerin askeri gücünü yedeklemesi mi? En yakın müttefiki İngiltere’nin bile Irak politikasının oluşum sürecinin kenarında tutulması, diğer müttefiklerin esamelerinin okunmaması, bunun olamayacağını göstermiyor mu? Kerkük konusunda, karşılıklı tehditler, her şeyden önce halklar arasında kırgınlık yaratıyor. Kerkük tartışmaları, bir toprak meselesi haline getirilmemeli. Bu, Türkmenler de dahil bütün Iraklıların insan haklarının ihlaline karşı gösterdiğimiz hassasiyeti gölgeliyor. Bu sabah her şeye rağmen, kalbim Irak halkı ile, kendilerine hayırlı seçimler diliyorum. Keşke bu seçimler Irak’ı ‘happy end’e götürse. Bunun için herkes elinden geleni yapmak zorunda.
Yazının Devamını Oku

Kerkük’te Türkmenlere baskın

28 Ocak 2005
<B>DÜN</B>, Kerkük’ten arayan bir ses, <B>‘Şimdi Amerikalılar bize ait lokallerda arama yapıyor ve üzerimize kayıtlı tüm silahlarımızı topluyorlar’ </B>diyor. Seçmen kaydı sona ermesine rağmen, Kürtlerin yüzlerce yeni seçmeni Kerkük’te kayıt ettirecekleri haberleri Irak Türkmenlerinin tedirginliğini artırdı, aslında Türkmenler seçimlere katılmak istemiyorlar.

Kerkük’te, demografik yapının değiştirilmek istediğini ilk söyleyenlerden biri ABD’li yetkililerdi. Ama şimdi onlar, bu değişime göz yummakla kalmıyor, Türkmenler üzerindeki baskının artması, bu değişime destek olunduğunu da gösteriyor.

* * *

IRAK Türkmenleri destek değil, hiç değilse haklarının korunmasını bekliyorlar.

Kürtlerin seçim öncesi Kerkük’e getirecekleri 70 bin Kürtün, çevre ülkelerden toplandığı iddiaları var. Türkiye ama daha çok İran ve Suriye’den gelenlerin kente yerleştirileceği söyleniyor. Kerküklü Türkmenler, şikayetlerini Washington’a iletmişler.

Kendilerine verilen yanıt: ‘Siz de o kadar bulun getirin’ olmuş.

Taleplerinin hiç bir biçimde ciddiye alınmadığını söyleyen Türkmenler, aslında seçimlere girmekten yana değil.

Musullu bir Türkmen, kendi bölgelerinde kesinlikle oy kullanmayacaklarını haber veriyor. ‘Zaten sonucu belli olan bu seçimlere katılmak onu legalleştirmektir. Biz neden buna alet olalım?’ diyor.

Sünniler de seçimleri protesto ediyor. Kürtler ve Şiiler’in seçimleri desteklemelerinin gerekçesi anlaşılabilir bir şey.

Seçim sandıklarının yanında, Kürt Meclisi’nin adaylarını belirleyecek ikinci sandıklar var. Ayrıca seçimlerde Kürt bölgesinde bağımsızlık referandumu yapılacağı da belirtiliyor.

Şiiler ise Irak tarihinde ilk kez iktidara gelecekler.

Bu seçimlerin demokratik bir Irak’ın kurulmasını sağlayacağını kimse beklemiyor. Hiç değilse demokrasi yolunda düzgün bir adım olabilirdi.

Ama mümkün değil. Kuralların, güçlü tarafından sürekli olarak çiğnendiği bir başlangıcın varacağı nokta karmaşanın derinleşmesi olacak.

* * *

KARDEŞÇE yaşamak için Iraklı Türkmenler seçim sonuçlarının adil olması gerektiğini söylüyorlar. Amerikan askerlerinin yaptığı baskında ruhsatlı silahların toplanması, bugün Irak’ı yöneten ABD’nin de, seçim sonrasında ‘kardeşçe yaşama ortamının sağlanamayacağı’ndan endişe duyduğunu gösteriyor.

Dün, Avrupa Auschwitz ölüm kampının Kızıl Ordu tarafından ele geçirilmesinin 60’ıncı yıl dönümü nedeniyle soykırımı andı. Ayrımcı ve ırkçı gözü dönmüşlüğün hedefi olan Avrupa Yahudileri, çingeneleri ve eşcinsellerinin yanı sıra bu kamplarda, Avrupa’nın her ülkesinden deliliğe karşı çıkan komünistler, muhalif aydınlar, sanatçılar da aynı kaderi paylaşıyordu.

Ama işbirlikçilerin sayısı çok daha fazla olduğu için, Faşist Hitler rejimi durdurulamadı. Irak’taki gelişmeler, dünya liderlerinin ırkçılığa dikkat çektikleri bir günde bile, ırkçılığın ve mezhep ayrımcılığının küçümsendiğinin, bunun ne gibi felaketlere yol açabileceğini hesaplamadıklarını gösteriyor.
Yazının Devamını Oku

İran’da şahıs kim?

24 Ocak 2005
ÖYLE kolay değil. İran İslam Cumhuriyeti’nde kadınların ‘rical’ den sayılmalı öyle kolay değil.İran İslam Cumhuriyeti’nde kadınların cumhurbaşkanlığı seçimlerine adaylıklarını koyabilecekleri haberi, reformcuları ve kadın örgütlerini memnun etti ama muhafazakarlar son anda frene bastılar. Cumartesi sabahı devlet radyo ve televizyonlarından verilen haberler akşama yalanlandı.Cumartesi sabahı, muhafazakarlardan oluşan Devrim Muhafızları Konseyi Sözcüsü Gulamhüseyin Elham’ın, 17 Haziran’da yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimleri için kadınların da aday olabileceği yolunda açıklamada bulunduğu ileri sürüldü.25 yıldan beri ilk kez böyle bir şey olacaktı.İran Anayasası’nda cumhurbaşkanının belli koşullara sahip ‘rical’ arasından seçileceği belirtilir. Şahıslar anlamına gelen rical sözcüğünü, yani şahsı, Muhafız Konseyi bugüne kadar ‘erkek’ olarak yorumlamıştı.Ülkede reformculara geniş destek veren kadınların ve onların örgütlerinin bu sözcüğün ‘kadınlar’ı da ifade ettiği yorumları muhafazakarların, halk arasında değil ama iktidar organlarında gittikçe güçlendikleri İran’da kabul edilmediği bir kez daha ortaya çıktı.Kadından ‘rical’ olmaz. Kadın şahıs sayılmaz. Bu yüzden de cumhuriyetin başkanlığına adaylığını koyamaz.* * *İRAN’da reformculara karşı baskıların artmaya başlamasının ilk belirtisi kadınlara yönelik baskıların artmasıdır.Ekonomik kriz dönemlerinde, siyasi sorunlar tırmanışa geçtiğinde ya da dış politikada kriz yaşandığında İran’ın gündemine hep bir kadın meselesi gelir.Müslümanlığın var olabilmek için kadınlar üzerinde baskıya ihtiyacı yoktur ama, İslami rejimin var olabilmek için bir kadın meselesi yaratması gerekir. Ya örtme ve örtünme meselesidir bu, ya da kadının ne yapıp ne yapamayacağının belirlenmesidir.İslami rejimin kadınları bir zapt ü rapt altına alma sorunu her zaman ama en fazla da kriz dönemlerinde ortaya çıkar.* * * ABD Başkanı Bush’un ikinci başkanlık dönemine başlarken yaptığı konuşmanın ardından yardımcısı Dick Cheney’in, İsrail’in İran’a saldırabileceği yorumu, son dönemlerde iplerin iyice gerildiğinin göstergesi. İplerin gerilmesi, Amerika’nın İran’a saldıracağı anlamına gelmiyor tabii. Bu açıklamaların öncelikli hedefi bana göre, İran’da siyasi krizi derinleştirmek.İran’da reformcu kanat, Cumhurbaşkanı Hatemi’nin tutuculara karşı hiçbir siyasi mevzi kazanamamış olması nedeniyle gerilemiş durumda. Yerel seçimlerde, parlamentoda muhafazakarlar bu yüzden ağırlı kazandılar.Şimdi haziran ayındaki başkanlık seçimlerinde, muhafazakarların başkanlık koltuğunu ele geçirmeleri olasılığı çok kuvvetli. Hatemi üçüncü kez adaylığını koyamayacağı ve onun kadar güçlü bir aday bulma olasılığının zor olduğu hesaba katılırsa İran’da, Amerika’ya büyük şeytan, İsrail’e küçük şeytan diyen muhafazakarların gücü artacak.Pekiyi, Washington’un İran’a saldırı tehditleri, muhafazakarların güçlenmesini engelleyebilir mi?Halk, aman Amerika bize saldırmasın, biz de onun istediği adayları destekleyelim mi der?Bunun yanıtını alabilmek için Irak’a bakmak yetmez mi?* * * SALDIRI olasılığı şimdilik ciddi olmasa bile, İran’da rejimin sinirleri gerginleşiyor. Bu da, Nobel barış ödülü sahibi Şirin Ebadi hakkında geçen hafta suç duyurusu yapan rejimin yine kadınlar üzerinden doğruyu yanlışı göstermeye kalkışmasından anlaşılıyor.
Yazının Devamını Oku