Ferai Tınç

Türkiye merakı

19 Haziran 2005
<B>UÇAK </B>yolculuklarımı çekilir hale getirmek için, bir süredir değişik konulardaki dergileri okumaya merak saldım. Hafta başında Atina havaalanında dergi reyonunu incelerken, arada göz attığım yat dergilerinden biri dikkatimi çekti. Okyanuslardan Ege’ye kadar farklı denizlerde seyreden profesyonel yatçılara seslenen derginin adı, Yacht Vacation and Charter. Dergi son sayısının kapağını Türkiye’ye ayırmıştı.

‘Türk Lokumu. Yatçı cenneti, Batı turizmine açılıyor’ başlıklı yazıda, ‘Doğu Akdeniz’de yatçılar için bir cennet olan Türkiye, çartır tekneleri ve modern marinalarıyla, batılı yatçıları çekmeye başladı’ diyordu.

Aslında yeni değil. Servisin pek kaliteli olmadığı dönemlerde de profesyonel yatçılar Türkiye’ye gelirlerdi. Türkiye’nin tenha kıyılarının doğallığı, gerçek denizciler için daha cazipti. Son yıllarda turistik yatlar arttı. Geçen yıl, Hisarönü Körfezi’nde koyları dolduran Avrupalı turist patlaması dikkatimi çekmişti.

Bu yıl, Türkiye Avrupalı turistin de gözdesi.

Geçen hafta sonu, Yunanistan’ın bağımsızlıktan sonraki ilk başkenti Nafplio’da konuştuğum bir dükkan sahibi, ‘Bu yıl pek turist yok. Herkes Türkiye’ye gidiyor’ diyordu.

Türkiye’nin yeniden keşfedilmesinde, turizm yatırımlarının, ucuzluğunun katkısı var. Ama Türkiye’nin Avrupa gündeminin en önemli maddesi haline gelmesinin de rolü var.

Avrupalılar, ‘istemedikleri’ Türklerin ülkesini, tarihini, kültürün ve insanlarını her zamankinden daha fazla merak ediyorlar kuşkusuz.

***

AVRUPA
Birliği’nin krizi, son zirvede müzakerelerin başlamasıyla ilgili olumsuz bir şey söylenmemesine rağmen, eninde sonunda bizi etkileyecek. 3 Ekim’de müzakerelerin başlayacağı yineleniyor ama ya Türkiye’nin karşısına yeni koşullar veya imtiyazlı ortaklık gibi yeni açılımlar çıkartılırsa?

Bunları tartışmak gerekiyor. 17 Aralık’tan farklı bir çerçevenin kabul edilmesi zor.

Bazılarına göre, Avrupa Birliği, Türkiye açısından demokratikleşme sürecinde etkili bir ‘dış dinamik’ olarak önemli, bu yüzden ne olursa olsun devam etmeliyiz.

Bu tam da Avrupalıların Türkiye’nin üyeliğini ciddiye almayan bakışına benziyor. Ciddiye almadan adaylık, ciddiye almadan müzakere sözü verip sonunda işi, içinden çıkılmaz bir noktaya götüren samimiyetsiz yaklaşım.

Oysa, tam üyelik hedefi olmadan bu süreç devam edemez.

Türkiye de, Kopenhag kriterlerini Ankara kriteri, yapacak güçte ‘iç dinamiğe’ sahip olmadıkça, bu yolu yürüyecek takati bulmamız da mümkün değil.

Bize düşen, Türkiye’nin üyeliğinin tartışıldığı, ilginin Türkiye üzerinde yoğunlaştığı bu dönemde, reformları derinleştirme iradesini göstermek.

Demokrasiyi titizlikle savunmak, insan haklarına, azınlık haklarına kompleksiz biçimde sahip çıkmak zorundayız.

Yaşar Kemal’i, Aziz Nesin’i sansürleyen işgüzarlar gibi ‘Avrupa işi suya düşüyor’ hesabıyla bildiğini okumaya kalkanları görmezden gelmekle, kısa vadeli siyasi hesaplarla Ankara kriterleri oluşturmak mümkün değil.

Avrupa’nın içine düştüğü krizden, bizim en az zararla çıkmamızın ilk adımı, reformlara devam olmalı.

***

‘TÜRKİYE’nin sunduğu hoşlukların ilki bizim için Marmaris’te başladı’
diye yazıya giren Kaptan Michael Howorth’u okurken, elimizdekilerin farkına varmak, onları değerlendirmek için bile ister Kopenhag kriterleri, ister Ankara değerleri, ne olursa olsun reform sürecinin devam etmek zorunda olduğunu düşünüyorum.
Yazının Devamını Oku

İngiltere başkanlığı sorunları çözecek mi

17 Haziran 2005
<B>BLAİR </B>Hükümetine yakınlığını bildiğim için, <B>Richard Howitt’</B>in sabah kahvesi sırasında anlattıklarını dikkatle dinliyorum. İngiltere İşçi Partisi’nin Avrupa Parlamentosu’ndaki Dış İlişkiler Sözcüsü olan Howitt’in anlattıklarından, kafamı kurcalayan soruların yanıtlarını bulmaya çalışıyorum.

Acaba İngiltere’nin Avrupa Birliği dönem başkanlığını önümüzdeki ay devralması, Türkiye’nin işini kolaylaştıracak mı?

Kıbrıs konusunda ilerleme sağlanacak mı?

Referandumlarda ortaya çıkan sonucun arkasına sığınarak, Türkiye için ayrıcalıklı ortaklık statüsünü dayatanlara karşı, acaba İngiliz dönem başkanlığı nasıl bir yol izleyecek?

Howitt önce ilginç bir ayrım yapıyor.

Teknik açıdan, müzakerelerin 3 Ekim’de başlamasının önünde hiçbir engel olamayacağını, ancak tabii ki referandum sonuçlarının siyasi açıdan etkisi olabileceğini söylüyor.

‘Fransa ve Hollanda’da anayasa oylamalarından sonra olumlu işaretler geldi. Chirac, referandum sonucunda Türkiye’nin etkisi olmadığını, Merkel ise müzakerelerin başlayacağını söyledi’ diyor Howitt, ama o sırada Merkel henüz dünkü açıklamasını yapmamış, ‘Türkiye ile müzakerelere başlamak ikiyüzlülük olur’ dememişti. Yine de fazla ümitli konuşmuyor:

‘ Son ana kadar hiç bir şey belli olmaz. Müzakerelerle ilgili olarak son sözü siyasiler söyleyecek. Komisyon’a müzakere başlatma talimatı, 25 üye ülkenin devlet ve hükümet başkanları tarafından verilecek. İşte bu talimatta söylenecekler önemli, orada yer alacak ifadeler önemli.’

***

TALİMAT
’ın ilk hali bu ay sonunda belli olacak. Fransa, Almanya, Avusturya ve daha birçok ülke, Türkiye için ayrıcalıklı üyelik statüsü verilmesini istiyor.

Bugün Brüksel’de İngiliz ve Fransız çiftçilerinin kazançlarını, yeni giren yoksul ülkelerin sırtından çıkartmak için verilen kavgayı izliyoruz.

Brüksel’in ‘teknik’liği yüzünden seçim kaybettiklerini düşünen politikacılar, ‘siyaset’i, kendi seçmenlerini memnun etmeyi ön plana çıkartıyorlar.

Türkiye’nin üyeliğinde de artık siyasi değerlendirmeler ağır basıyor. Hem de çok kısa görüşlü siyasi değerlendirmeler.

3 Ekim’e kadar Konsey’in vereceği kararda, Türkiye’nin karşısına ayrıcalıklı üyelik hedefi çıkartılırsa İngiltere ağırlığını nasıl koyacak?

‘17 Aralık kararını değiştirecek her hangi bir girişime kuvvetle karşı çıkarız’ oluyor Howitt’in yanıtı. Ama sonucu kimsenin garanti edemeyeceğini de ekliyor.

***

KIBRIS konusunda ise Avrupa’nın kilitlenmişliği devam edeceğe benziyor. Türk ve Rum temsilciler arasında Brüksel’de süren görüşmelerden sonra KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın dün yaptığı açıklama ilginç.

Bugüne kadar eleştiri oklarını Papadopulos’a yönelten, Brüksel’i hedef almayan Talat’ın ilk kez, ‘Avrupa Birliği bize verdiği sözleri tutacak mı tutmayacak mı. Buna karar vermeli’ dediğini duyuyorum.

İngiltere’nin başkanlığında bu sözler tutulacak mı?

Ben bugüne kadar hiç olumlu bir ipucu duymadım bu konuda. Howitt samimi, yeniden canlandırılmaya çalışılan BM sürecine destek vermekten öte bir beklentinin gerçekçi olmayacağı görüşünde, ‘İngiltere’nin başkanlığında çözüleceği kehanetinde bulunamam’ diyor.

Avrupa kendi derdiyle uğraşıyor. Yıl sonuna kadar, yani dönem başkanlığı sırasında İngiltere’den fazla bir şey beklenemeyeceği anlaşılıyor. İnsanın, ‘işler daha kötüye gitmesin o bile yeter’ diyeceği geliyor.
Yazının Devamını Oku

TINA virüsü ve Kıbrıs

13 Haziran 2005
<B>‘TİNA virüsü’</B>, siyasetçilerin kendilerinden başka alternatif olmadığına inanmalarına yol açan siyasi bir hastalık. ‘There is no alternatif’in (Alternatif yok) baş harflerinden oluşuyor.

Öyle tehlikeli bir hastalık ki tedavisi, dolayısıyla da kurtuluşu yok.

Bugünlerde, Almanya’nın Sosyal Demokrat liderliği için konan teşhis bu.

Ama etrafınıza bakınca bir çok liderin TINA virüsü taşıdığını fark ediyorsunuz.

Virüs, son olarak Kıbrıs Rum kesiminde de ortaya çıktı.

Rum Yönetimi Lideri Papadopulos’un çözüme karşı tavrı ve sırtını Avrupa’ya dayayarak çözümü gözü kara biçimde tıkamaya devam etmesinde bu virüsün etkisi büyük.

Kıbrıs Rum kesiminde, Papadopulos’un halkın korkuları ile oynayarak yarattığı bu çözümsüzlük havası, toplumda aksi her hangi bir görüşün savunulmasını imkansız kıldı.

Ve bugüne gelindi.

Papadopulos, medya ve diğer tüm olanakları kullanarak, her şeyi kontrol altına aldı ve Ada’da çözümden yana olanları da sindirdi. Rum kesiminde son olarak yapılan kamuoyu yoklamalarında Annan Planı’na hayır diyen yüzde yetmiş altının içinden, yüzde otuzunun artık, ‘statüko’dan yana olduğu ortaya çıktı.

Bu, belki ilk bakışta, Türkler açısından olumlu diye yorumlanabilir ama statüko talebinin toplumlar arasındaki çatlağı daha da derinleştiren bir ‘karşıtlık’ barındırdığını ve riskli olduğunu da hesaba katmak gerekir.

Çözümsüzlüğü halka benimseten Papadopulos’un, TİNA’nın etkisi altında attığı son adım, yani Kıbrıslı Türkler aleyhinde Avrupa tutuklama emri çıkartmak, mülkiyet davaları açtırmak, bu riskin ne kadar ciddi sonuçlara yol açabileceğini gösteren ilk örnekler.

Kıbrıslılar, iki yıl önce yakalanan yakınlaşma havasının tamamen kaybolduğunu, iki toplumun birbirine her geçen gün daha uzak ve soğuk davranmaya başladığını söylüyorlar.

Bu soğukluğun düşmanlığa dönüşmesi için Papadopulos, tüm iktidar olanaklarını en sorumsuz biçimde kullanıyor. Çözümden yana olmanın vatan hainliğiyle bir tutulduğu bir atmosfer pompalanıyor güneyde.

Çözümsüzlüğü halka dayatanlar, alternatifsizlik virüsünün nöbetine tutulmuş biçimde daha ne kadar gidebilirler?

Bu tutumun sonuçları ne olabilir?

Bunlara yanıt ararken, madan vermeden önce, önümüzdeki günlerde Kıbrıs’ı bekleyen gelişmelere bir göz atmakta yarar var.

*

BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan
’ın ziyareti sırasında, BM Genel Sekreteri’nin yaptığı açıklama, Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesiminde dikkatle not edildi.

Geçen yıl hazırladığı Kıbrıs raporunu, Rusya’nın veto tehdidi nedeniyle Güvenlik Konseyi’ne sunmayan Annan, raporu yeniden ele alıp 22 Haziran’da Güvenlik Konseyi’ne sunacağını söyledi.

Esas önemli olan Annan’ın ‘Kuzey Kıbrıs’a tecridin kaldırılması için çalışacağından’ söz etmesiydi. Yeni raporda da, bir öncekinde var olan Kuzey Kıbrıs ile doğrudan ticaretin başlaması çağrısında bulunacağına işaret ediyordu bu ayrıntı.

KKTC ile ikili ilişkilere yeşil ışık yakacak olan bu açıklama ürpertmeye yetti.

Ancak Rusya engeli devam ediyor.

Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov geçen hafta Lefkoşa’da Rum Yönetimi’ne ‘desteğin’ devamı sözünü verdi.

Rum kesiminin önde gelen gazetelerinden Politis’in köşe yazarlarından Kyriakos Plerides, raporun geçmesi ya da geçmemesi halinde sonucun değişmeyeceğini Papadopulos’un köşeye sıkışacağını düşünüyor.

‘Papadopulos’un, Kıbrıs sorununu çözmeye niyetli olmadığı artık açıkça görülüyor. BM, Kıbrıslı Türkler üzerindeki tecridin kaldırılmasında ısrarcı olacak. Bu da Türklerin eline, Papadopulos’u görüşme masasına çekmek için güçlü bir koz verecek’ diyor Plerides .

Ya Avrupa Birliği? Avrupa Birliği’nin 16 Haziran zirvesinde, genişleme meselesini gündeme almaması da, Papadopulos’un Türkiye’nin üyeliğini haksız bir çözüm için koz olarak kullanma stratejisini çökertiyor.

Kıbrıs’ta yine, yeni bir sıcak yaz başlıyor.
Yazının Devamını Oku

Denizi seven köpek Riko

12 Haziran 2005
<I>KISSAKAS<br><br><B></I>RİKO</B>, masum gözlerinin bile bastıramadığı kadar korkunç görünüşlü bir kurt köpeği. Ama ne kadar yumuşak bir bilseniz. Sekiz aylık bir bebek. Ona burada, Mora yarımadasının küçük bir koyunda rastladım.

Tek derdi denize girmek.

Kıbrıs görüşmelerini izlerken, yakın arkadaş olduğumuz bir grup gazeteci, Riko’ların, Kissakas’taki evinde bu hafta sonu birlikteyiz. Riko, havlu, şapka denize ait ne varsa ağzına alıp, ne Kıbrıs meselesi, ne Türk-Yunan ilişkileri ya da ‘ne olacak bizim Avrupa’nın hali?’ kuruntularıyla ilgili sohbetleri umursamadan araya dalıyor.

Riko denize gitmek istiyor.

***

AMA
önce size Kissakas’tan söz etmeliyim. Kissakas, Melana köyünün sahili. Bizim Ege sahilleri gibi. Denize dik inen dağlar arasındaki harika koylardan biri.

Tepede Melana köyü var. Dorlara kadar dayanıyor köyün geçmişi. Ege’deki ilk medeniyetlerden birinin torunları. Dor diyalektiği ile konuşuyorlar Yunancayı, Atina’ya üç saat mesafedeki Kissakas’ta yazlık ev yapan Yunanlılar bile anlamıyorlar konuştuklarını.

Anlaşılamayan sadece dilleri değil, adetlerinin de ‘tuhaf’ olduğunu anlatıyor bir arkadaş. Melana köylüleri, denize girmezlermiş. Hayret! Bizim de sahile yakın köylerimizde pek denize girilmez. Ya da sadece çocuklara has bir eğlencedir deniz. Denizin dibinde oturup, ona bu kadar ilgisiz olmayı bize ait kültürel bir özellik sanırdık. Değilmiş meğer. Kadınlar, yılda sadece bir kez, ağustos ayında eşekleri ile dağdan sahile inip perde ve örtüleri yıkarlar, sonra da elbiseleriyle suya dalarlarmış.

Balıkçılıkla geçinenler de var Melana da ama balık da yemezmiş köylüler. Demek, sadece bazı sahil kasabalarındaki Türk köylerinde balığa pek itibar edilmemesi, bazılarının iddia ettiği gibi, Türklerin, Orta Asya kökenli olmalarına bağlı değilmiş.

Doğayla mücadelede ortak deneylerden geçen insanların kültürlerinde de ortaklıklar oluyor.

Melana köylüleri, Kissakas’a sahile inmiyorlar. ‘Denizden nefret ediyorlar’ diyor Riko’nun sahibi.

Riko, huzursuz, bir an önce laf bitsin denize girilsin istiyor.

***

KIBRIS
sorununu birlikte izleyen Türk, Yunan ve Kıbrıs’ın iki kesiminden gazeteciler bir araya gelince ne konuşulur?

Özür dileriz Riko ama sohbeti bölemeyiz. Çünkü, Papadopulos’un Avrupa Birliği’nde yalnız kaldığından söz ediyoruz. ‘Karamanlis hükümeti bizi destekliyor ama bizim için Avrupa’da mücadele etmiyor’ diyor bir Kıbrıslı arkadaşımız. Hatta, Papadopulos yönetiminin, yeni Yunan Büyükelçisi’ni reddettiğini anlatıyor. Annan Planı’nın müzakerelerine katılmış olan bu büyükelçinin reddi, Kıbrıs Rum Yönetimi ile Yunanistan arasında ilk kez yaşanıyor. Aslında skandal, ama Karamanlis, ‘tamam’ diyor, şimdi yeni bir isim aranıyor.

Ama şu sıralarda iç politika gündemi öne çıktığı için, Karamanlis Hükümeti, dış politikada hiçbir sivri adım atmak istemiyor.

Papadopulos başına buyruk. Bu, Kıbrıs Rum toplumunda çözümsüzlük karşıtı, düşmanca duyguları güçlendiren ‘hepsi bizim’ beklentisini besliyor. Türklere karşı davalar açılıyor. Geçen hafta iki Rum, kuzeyde şimdi İngilizlerin oturduğu eski evlerinin bahçesine girip, ‘Bu ev bizim’ diye çiçekleri kesiyorlar. Ortalık karışıyor. Tutuklanıyorlar.

Gelişmeler, iki toplumu birbirinden soğutuyor.

Tamam Riko, burada kesiyoruz.

Ama şunu da dinleyelim. Ne kadar ilginç değil mi, Karamanlis’in dış politikada, özellikle de Balkanlar ve Ortadoğu’da Washington’a daha fazla yakın durmaya başladığını öğrenmek?

Hadi Riko, denize iniyoruz. Konuştuklarımızın yorumunu yarın yaparız.
Yazının Devamını Oku

Denizi seven köpek Riko

12 Haziran 2005
KISSAKASRİKO, masum gözlerinin bile bastıramadığı kadar korkunç görünüşlü bir kurt köpeği. Ama ne kadar yumuşak bir bilseniz. Sekiz aylık bir bebek. Ona burada, Mora yarımadasının küçük bir koyunda rastladım. Tek derdi denize girmek. Kıbrıs görüşmelerini izlerken, yakın arkadaş olduğumuz bir grup gazeteci, Riko’ların, Kissakas’taki evinde bu hafta sonu birlikteyiz. Riko, havlu, şapka denize ait ne varsa ağzına alıp, ne Kıbrıs meselesi, ne Türk-Yunan ilişkileri ya da ‘ne olacak bizim Avrupa’nın hali?’ kuruntularıyla ilgili sohbetleri umursamadan araya dalıyor. Riko denize gitmek istiyor. *** AMA önce size Kissakas’tan söz etmeliyim. Kissakas, Melana köyünün sahili. Bizim Ege sahilleri gibi. Denize dik inen dağlar arasındaki harika koylardan biri. Tepede Melana köyü var. Dorlara kadar dayanıyor köyün geçmişi. Ege’deki ilk medeniyetlerden birinin torunları. Dor diyalektiği ile konuşuyorlar Yunancayı, Atina’ya üç saat mesafedeki Kissakas’ta yazlık ev yapan Yunanlılar bile anlamıyorlar konuştuklarını. Anlaşılamayan sadece dilleri değil, adetlerinin de ‘tuhaf’ olduğunu anlatıyor bir arkadaş. Melana köylüleri, denize girmezlermiş. Hayret! Bizim de sahile yakın köylerimizde pek denize girilmez. Ya da sadece çocuklara has bir eğlencedir deniz. Denizin dibinde oturup, ona bu kadar ilgisiz olmayı bize ait kültürel bir özellik sanırdık. Değilmiş meğer. Kadınlar, yılda sadece bir kez, ağustos ayında eşekleri ile dağdan sahile inip perde ve örtüleri yıkarlar, sonra da elbiseleriyle suya dalarlarmış. Balıkçılıkla geçinenler de var Melana da ama balık da yemezmiş köylüler. Demek, sadece bazı sahil kasabalarındaki Türk köylerinde balığa pek itibar edilmemesi, bazılarının iddia ettiği gibi, Türklerin, Orta Asya kökenli olmalarına bağlı değilmiş. Doğayla mücadelede ortak deneylerden geçen insanların kültürlerinde de ortaklıklar oluyor. Melana köylüleri, Kissakas’a sahile inmiyorlar. ‘Denizden nefret ediyorlar’ diyor Riko’nun sahibi. Riko, huzursuz, bir an önce laf bitsin denize girilsin istiyor.*** KIBRIS sorununu birlikte izleyen Türk, Yunan ve Kıbrıs’ın iki kesiminden gazeteciler bir araya gelince ne konuşulur? Özür dileriz Riko ama sohbeti bölemeyiz. Çünkü, Papadopulos’un Avrupa Birliği’nde yalnız kaldığından söz ediyoruz. ‘Karamanlis hükümeti bizi destekliyor ama bizim için Avrupa’da mücadele etmiyor’ diyor bir Kıbrıslı arkadaşımız. Hatta, Papadopulos yönetiminin, yeni Yunan Büyükelçisi’ni reddettiğini anlatıyor. Annan Planı’nın müzakerelerine katılmış olan bu büyükelçinin reddi, Kıbrıs Rum Yönetimi ile Yunanistan arasında ilk kez yaşanıyor. Aslında skandal, ama Karamanlis, ‘tamam’ diyor, şimdi yeni bir isim aranıyor. Ama şu sıralarda iç politika gündemi öne çıktığı için, Karamanlis Hükümeti, dış politikada hiçbir sivri adım atmak istemiyor.Papadopulos başına buyruk. Bu, Kıbrıs Rum toplumunda çözümsüzlük karşıtı, düşmanca duyguları güçlendiren ‘hepsi bizim’ beklentisini besliyor. Türklere karşı davalar açılıyor. Geçen hafta iki Rum, kuzeyde şimdi İngilizlerin oturduğu eski evlerinin bahçesine girip, ‘Bu ev bizim’ diye çiçekleri kesiyorlar. Ortalık karışıyor. Tutuklanıyorlar. Gelişmeler, iki toplumu birbirinden soğutuyor. Tamam Riko, burada kesiyoruz. Ama şunu da dinleyelim. Ne kadar ilginç değil mi, Karamanlis’in dış politikada, özellikle de Balkanlar ve Ortadoğu’da Washington’a daha fazla yakın durmaya başladığını öğrenmek? Hadi Riko, denize iniyoruz. Konuştuklarımızın yorumunu yarın yaparız.
Yazının Devamını Oku

Teröre karşı mücadele önce bizim işimiz

10 Haziran 2005
<B>BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’</B>ın, ABD Başkanı <B>Bush</B> ile görüşmesi, Türkiye ve ABD’de farklı yorumlandı. Bizim gazetelerimizde yer alan haberlerin çoğu, Başbakan Erdoğan’ın ‘istediğini aldığı’ yönündeydi.

Amerikan gazetelerinde ise tam tersi.

‘Başkan’dan, terör grubu konusunda ekstra yardım yok’ diyordu genelde Amerikan kaynaklı haberler.

Bunun ne anlama geldiğini anlamak için biraz arka perde bilgisine ihtiyaç var.

Önceki akşam ABD Başkanı Bush’un sözcüsü basına yaptığı açıklamada, ‘PKK’nın terör örgütü olduğunu yineledi ve Irak’ta teröristlerin peşinden gitmeye ve onlardan kurtulmaya kararlıyız. PKK da buna dahil’ dedi.

Bu konuda konuştuğumuz her Amerikalı yetkiliden uzun süreden beri aynı yanıtı alıyoruz. ‘Bizim şimdi önceliğimiz Irak’ta istikrarın sağlanmasıdır. PKK’ya karşı bir operasyon düşünmüyoruz.’

Bir Türk diplomatın sözleriyle ifade edecek olursam, ‘Şu anda operasyon yapılamayacağı, orta vadede hiçbir şey yapılmayacağı anlamına gelmiyor’.

Orta vadede operasyon da olabilir ama şimdi, bu ziyarette Erdoğan’ın Bush’tan böyle bir işaret almadığı kesin.

Pekiyi hiç mi bir şey yapılmayacak?

İşte bu sorunun yanıtı, anlaşılan kadarıyla bundan sonra ilişkilerin izleyeceği yöne bağlı.

* * *

EĞER yeni sorunlar ortaya çıkmazsa, bölgeden yakın gelecekte önemli haberler alabiliriz.

Örneğin, Ankara’nın Irak hükümetine ve ülkenin güvenliğinden sorumlu çok uluslu gücün lideri olarak Washington’a ilettiği, PKK lider kadrosunun isimlerinden oluşan 30 kişilik bir kırmızı liste var. Bu konuda somut adımlar atılabilir ve Irak’ta serbestçe dolaşan bazı isimlerin Türkiye’ye iade edildiğine tanık olabiliriz.

Ayrıca, daha önce Türk yetkililerin dile getirdiği gibi, PKK’nın lojistik ve mali kaynaklarının kesilmesi konusunda önlemler alınabilir.

Türkiye neden bu kadar ısrarlı?

Konu, Türk kamuoyu açısından ABD’nin terörizme karşı savaşındaki samimiyetin testi haline geldiği için önemli.

Ama, PKK terörüne karşı mücadelede, ABD’nin Kuzey Irak’ta yapması gerekenleri tek hedef haline getirmek de yanlış.

PKK terörünü ABD mi bitirecek? Hayır. Bu bizim işimiz.

Terör örgütüne, kitle temeli oluşturma fırsatını vermeyecek siyasi projeler ile alternatifler yaratmak bizim meselemiz. Biz bu konuda ne yapıyoruz?

AKP hükümeti, dış politikada bu konuyu masaya sürerken, bu sorunun da yanıtını vermek zorunda olduğunu aklından çıkartmamalı.

* * *

ERDOĞAN’ın ziyareti, Irak konusundaki sorunların büyük ölçüde aşıldığını ortaya koyuyor. Irak’ın geleceği konusunda artık ortak bir görüş sağlanabilmiş gibi görünüyor.

Ama şimdi yeni bir kriz riskinin olgunlaştığı anlaşılıyor: Suriye.

Gerçi, Başbakan’ın Suriye konusundaki açıklamaları, Şam rejimine sempati duymadığını söyleyen Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün yorumlarından farklı. Mesele de burada.

Farklı açıklamalar kafaları karıştırıyor. Türkiye’nin, ne düşündüğünü ve ne yapacağını anlamak zorlaşıyor. İlişkileri çıkmaza sokan da bu değil mi zaten?
Yazının Devamını Oku

‘No merci’ demek de var

6 Haziran 2005
<B>BUGÜN</B>, çok dikkatli seçilmiş cümlelerle de olsa, İngiltere Dışişleri Bakanı <B>Jack Straw</B>, Fransa ve Hollanda’nın <B>‘hayır’</B>ı konusunda ülkesinin görüşlerini açıklayacak. İngiltere, bundan sonra Avrupa’nın izleyeceği yolun belirlenmesi için, büyük bir olasılıkla, anayasayı onaylama sürecinin 16 Haziran’daki Konsey toplantısına kadar dondurulmasını önerecek.

Aslında, Blair Hükümeti’nin referandumu rafa kaldırmaktan yana olduğu biliniyor. Dünkü Sunday Times Gazetesi, ‘Blair’in Avrupa için mücadeleden vazgeçtiğini, onu yerine Afrika’yı koyduğunu’ yazdı.

İngiltere’nin tam da, AB dönem başkanlığını üstleneceği sırada ilginç bir iddia bu.

Yine de Londra, ‘Avrupa’yı öldürdü’ suçlaması ile karşı karşıya kalmamak için şimdi keskin çıkışlar yapmaktan kaçınıyor.

İngiltere Hükümeti’nin tutumunun bilinmesine ve bugün en azından 16 Haziran Zirvesi’ne kadar mühlet isteyen bir açıklama yapacağı beklenmesine rağmen, Chirac ve Schröder’in, diğer üyelerden önce ortak karar alıp, ‘onay süreci devam etmeli’ demeleri gerçekten sürpriz oldu.

* * *

AVRUPA
’da sürpriz gelişmelerin ardı arkası kesilmiyor.

Son sürpriz, İtalyan Sosyal Güvenlik Bakanı Roberto Maroni’nin İtalya’nın Avro’yu bırakıp İtalyan ulusal para birimi Lira’ya dönmesi çağrısıydı.

Maroni, ‘Başarısızlığını kaygı ile izlediğimiz Avrupa modelinin ürünü olan Avro, tam bir felaket’ diyordu.

Berlusconi Hükümeti’nin ortağı Lega’nın liderlerinden olan Maroni, partisinin bu ay sonundan itibaren, Avro’da devam edip etmeme konusunu halkın oyuna sunmak için imza toplayacağını açıkladı.

Resesyona girdiği söylenen İtalya’da, Başbakan Berlusconi’nin de, önümüzdeki mayıs ayında yapılacak genel seçimlerden önce, ekonomideki kötü gidişin faturasını Avro’ya kesmek istemesi mümkün.

* * *

FRANSA
ve Hollanda’daki ‘Hayır’ oyları Avrupa’da kızgınlıkları körükledi. Siyasi meşruiyetleri sorgulanmaya başlanan hükümetler ve liderler günah keçisi arayışına girdiler. İlk göze çarpan da Türkiye.

Popülizm rüzgarına karşı direnebilen siyasetçiler, sapla samanı ayırmaya gayret etseler de bu rüzgár o kadar güçlü ki, karşısına çıkanı deviriyor.

Almanya’da, Schröder’i kalesinde silip süpüren Hıristiyan Demokratların önde gelen isimlerinden Stoiber, bu hafta, Fransa ve Almanya liderlerini, ‘Türkiye’ye tam üyelik sözü vererek Avrupa Anayasası’nın yenilgisine yol açmakla’ suçladı.

Şimdi Türkiye’nin tam üyeliğinden yana tavır almış olanlar itham altında. Bunun, Türkiye ile ilişkilere yansımaması mümkün değil.

İlk işaretler 16 Haziran Zirvesi’nin sonuç bildirisinde gelebilir. Sonra da müzakerelerin başlayacağı 3 Ekim tarihini zorlayan girişimlere tanık olabiliriz.

O zaman ne yapılmalı? Eğer durumu değiştirmek için Türkiye’nin yapacağı diplomatik girişimler sonuç vermezse, Avrupa’yı, kendi verdiği sözleri tutamama, Konsey kararlarını çiğneme sıkıntısından kurtarmak da bize düşebilir.

Önerilerin kabul edilemeyecek kadar içinin boşalmasını daha da fazla beklemeden, bir ‘no merci’ de Türk halkından gelebilir pekala.

Türkiye’ye karşı olan Avrupa’nın, popülizme, gericileşmeye ve dağılmaya mahkum siyasi dinamiklere teslim olduğunu fark edenler mutlaka çıkacaktır bir süre sonra.
Yazının Devamını Oku

‘No merci’ demek de var

6 Haziran 2005
BUGÜN, çok dikkatli seçilmiş cümlelerle de olsa, İngiltere Dışişleri Bakanı Jack Straw, Fransa ve Hollanda’nın ‘hayır’ı konusunda ülkesinin görüşlerini açıklayacak.İngiltere, bundan sonra Avrupa’nın izleyeceği yolun belirlenmesi için, büyük bir olasılıkla, anayasayı onaylama sürecinin 16 Haziran’daki Konsey toplantısına kadar dondurulmasını önerecek. Aslında, Blair Hükümeti’nin referandumu rafa kaldırmaktan yana olduğu biliniyor. Dünkü Sunday Times Gazetesi, ‘Blair’in Avrupa için mücadeleden vazgeçtiğini, onu yerine Afrika’yı koyduğunu’ yazdı. İngiltere’nin tam da, AB dönem başkanlığını üstleneceği sırada ilginç bir iddia bu. Yine de Londra, ‘Avrupa’yı öldürdü’ suçlaması ile karşı karşıya kalmamak için şimdi keskin çıkışlar yapmaktan kaçınıyor. İngiltere Hükümeti’nin tutumunun bilinmesine ve bugün en azından 16 Haziran Zirvesi’ne kadar mühlet isteyen bir açıklama yapacağı beklenmesine rağmen, Chirac ve Schröder’in, diğer üyelerden önce ortak karar alıp, ‘onay süreci devam etmeli’ demeleri gerçekten sürpriz oldu. * * *AVRUPA’da sürpriz gelişmelerin ardı arkası kesilmiyor. Son sürpriz, İtalyan Sosyal Güvenlik Bakanı Roberto Maroni’nin İtalya’nın Avro’yu bırakıp İtalyan ulusal para birimi Lira’ya dönmesi çağrısıydı. Maroni, ‘Başarısızlığını kaygı ile izlediğimiz Avrupa modelinin ürünü olan Avro, tam bir felaket’ diyordu. Berlusconi Hükümeti’nin ortağı Lega’nın liderlerinden olan Maroni, partisinin bu ay sonundan itibaren, Avro’da devam edip etmeme konusunu halkın oyuna sunmak için imza toplayacağını açıkladı. Resesyona girdiği söylenen İtalya’da, Başbakan Berlusconi’nin de, önümüzdeki mayıs ayında yapılacak genel seçimlerden önce, ekonomideki kötü gidişin faturasını Avro’ya kesmek istemesi mümkün. * * *FRANSA ve Hollanda’daki ‘Hayır’ oyları Avrupa’da kızgınlıkları körükledi. Siyasi meşruiyetleri sorgulanmaya başlanan hükümetler ve liderler günah keçisi arayışına girdiler. İlk göze çarpan da Türkiye.Popülizm rüzgarına karşı direnebilen siyasetçiler, sapla samanı ayırmaya gayret etseler de bu rüzgár o kadar güçlü ki, karşısına çıkanı deviriyor. Almanya’da, Schröder’i kalesinde silip süpüren Hıristiyan Demokratların önde gelen isimlerinden Stoiber, bu hafta, Fransa ve Almanya liderlerini, ‘Türkiye’ye tam üyelik sözü vererek Avrupa Anayasası’nın yenilgisine yol açmakla’ suçladı. Şimdi Türkiye’nin tam üyeliğinden yana tavır almış olanlar itham altında. Bunun, Türkiye ile ilişkilere yansımaması mümkün değil. İlk işaretler 16 Haziran Zirvesi’nin sonuç bildirisinde gelebilir. Sonra da müzakerelerin başlayacağı 3 Ekim tarihini zorlayan girişimlere tanık olabiliriz. O zaman ne yapılmalı? Eğer durumu değiştirmek için Türkiye’nin yapacağı diplomatik girişimler sonuç vermezse, Avrupa’yı, kendi verdiği sözleri tutamama, Konsey kararlarını çiğneme sıkıntısından kurtarmak da bize düşebilir. Önerilerin kabul edilemeyecek kadar içinin boşalmasını daha da fazla beklemeden, bir ‘no merci’ de Türk halkından gelebilir pekala. Türkiye’ye karşı olan Avrupa’nın, popülizme, gericileşmeye ve dağılmaya mahkum siyasi dinamiklere teslim olduğunu fark edenler mutlaka çıkacaktır bir süre sonra.
Yazının Devamını Oku