“Eyvah!” dedik.
Millet başında toplanmış, her kafadan bir ses çıkıyordu...
Arkadaşım bir anda telefonu çıkardı ve 112’yi aradı.
Sonra...
O kadar kısa sürede geldiler ki...
Güler yüzlü bir hemşire hemen müdahale etti. Kız konuşamıyordu. Güler yüzlü bir kadın polis ona sarıldı.
İşte o fotoğraf:
Kavgasız, hakaretsiz...
Ancak gönül terzilerinin dikebileceği bir kumaştan seçiyorum kelimelerimi...
Bu yazımda sitem var...
Çünkü bir türlü o sesler duyulmuyor...
Aylardır, günlerdir duyulmuyor...
Bana sitem ediyorlar... Yazıyorlar. Uyarıyorlar. Yardım istiyorlar...
Sitem var...
Diyorlar ki...
“Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü ... bir soru üzerine şöyle şöyle dedi”...
Bu bir klasiktir...Anlamı şudur:
“Biz dünyaya bu tavrımızı ilan ediyoruz.”
Dün bizim Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hami Aksoy’un açıklaması tam bir örnekti.
Haber şuydu: “Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hami Aksoy, Türkiye’nin S-400 tedarikini ertelemeyi değerlendirip değerlendirmediği hakkında bazı basın yayın organlarında yer alan haberlere ilişkin yöneltilen soruya cevap verdi.”
Cevap da şuydu: “Rusya’dan S-400 tedarik sürecimiz planlandığı şekilde devam etmektedir. Diğer taraftan ABD’nin S-400 sisteminin NATO’nun birlikte çalışabilirliğine ve F-35 sistemlerine zarar verebileceği konusundaki endişelerini görüşmek üzere ABD makamlarına ilettiğimiz çalışma grubu toplantısı teklifimiz geçerliliğini korumaktadır.”
Aksoy’un diplomatik açıklamasının Türkçe meali şudur:
“
Kavga, itişme, hakaret mi göreceğiz?
Yoksa İstanbul’un yönetimini, projelerini, ufuklarını, hayallerini mi seçeceğiz?
Asıl mesele işte budur...
Dün Binali Yıldırım Erzincanlılarla iftar açıyor.
Dikkat ettim. Önce gülümsüyor.
Yani klasik bir “siyasetçi propagandası” yok...
Yani “Onu da yapacağım, bunu da yapacağım, İstanbul’a deniz getireceğim” diyen bir ucuzluk yok.
Bu durumda ne yapsın
Binlerce yıllık Likya tarihinin içinde gezen, sualtında batıkları gören...
Hâlâ ayakta kalan su kemerlerini hayranlıkla izleyen, lahitler önünde fotoğraf çektiren...
Tepedeki kaleyi gezip aşağıdaki o muazzam iç denizleri, üç ağızı, adaları ve muhteşem deniz manzarasını içine çeken...
Ve 2 bin 500 yıl önce yapılmış merdivenlerle denize inen, oradan sualtındaki hamama bakan turistler, rehberin anlattıkları hikâyeyle kendilerinden geçmiş bir şekilde iskeleye çıkıyorlar.
Yöresel ürünlerin olduğu küçük pazarda dolaşırken birisi “Tuvalet” diyor.
Bir başka yaşlı hanım, “Affedersiniz, tuvaletin yerini gösterir misiniz?” diye soruyor. Kaleden dönen bir grup da tuvaletin nerede olduğunu soruyor...
Ama cevap “Yok”...
Çünkü tuvalet yok. Genel tuvalet yapılmamış.
Adaleti neresinden doğrayacak bilemedim ama...
Resmen girmiş.
Ocak ayından bu yana İstanbul Anadolu Adliyesi’ne sokulurken yakalanan suç aletleri sergileniyor.
Öyle bir sergi ki...
Tam 8 bin 500 adet suç aleti...
Aralarında kredi kartı görünümlü bıçaktan tutun da...
Samuray kılıcına kadar akla hayale gelmeyecek suç aletleri var.
Belinde bıçakla, keserle gireni bilirdim de... Burada orak var...
Hepimiz “kurtuluşun gemisi” Bandırma’nın 19 Mayıs 1919 yolcuları olduk...
Ve ben işte o saatlerde TBMM’nin 1938 zabıtlarındaki şu sayfayı okuyordum:
“(Atatürk adına, Başbakan Celal Bayar tarafından okunmuştur)
(1 Kasım 1938 Birleşim: 1. Açık Celse)
Başbakan Celal Bayar:
‘Anayasanın 36. maddesi hükümleri gereğince, Cumhurbaşkanımız Atatürk’ten aldığım emir üzerine bu yıla ait nutuklarını okuyorum’ (Alkışlar)”
9 gün sonra hayata gözlerini yumacak olan Atatürk, gelemediği o Meclis’te bakın neler anlatıyor:
“
Başlarında bir komutan...
O komutan acaba Mustafa Kemal’i tutuklamak için mi beklemektedir?
Yoksa karşılamak için mi oradadır.
Gazi de yanındaki arkadaşlarına aynı şeyi sorar. Sonrası kendi ağzından:
“25/26 Haziran gecesi yaverim Cevat Abbas Bey’i çağırdım ve yarın sabah karanlıkta Amasya’dan güneye hareket edeceğiz, dedim... Hareketimiz hiçbir tarafa telgrafla bildirilmeyecek ve mümkün olduğu kadar Amasya’da da ifşa olunmayacaktı. 26 Haziran’da Amasya’dan hareket ettim. Tokat’a gelir gelmez telgrafhaneyi kontrol altına aldırarak benim varışımın Sivas’a ve hiçbir tarafa bildirilmemesini temin ettim. 26/27 (Haziran) gecesini orada geçirdim, 27 Haziran’da Sivas’a hareket ettim. Otomobil ile Tokat-Sivas arası yaklaşık altı saattir. Sivas Valisi’ne, Tokat’tan Sivas’a hareket ettiğime dair açık bir telgraf yazdım. İmzada Ordu Müfettişliği unvanını kullanmadım. Telgrafta, bile bile hareket saatimi yazmıştım. Fakat, bu telgrafın hareketimden altı saat sonra çekilmesini ve o zamana kadar hiçbir suretle Sivas’a haber verilmemesini temin edecek tedbirleri aldım...”
Ardından o sahne kendi ağzından şöyle devam ediyor:
“Şimdi efendiler, bakışlarımızı yeniden Sivas’ta, bıraktığımız tabloya çevirelim:
Ali Galip Bey ile Reşit Paşa arasında, bana karşı uygulanacak işlemin tartışılması sahnesine...