Ergun Gürsoy

Başkanların arkasındayım

26 Ekim 2006
Verelim padişah yetkilerini olsun bitsin. Hiçbir kısıtlamaya tabi olmaksızın takımlarını yönetsinler. Kayd-ı hayat şartıyla başkanlıklarını sürdürsünler; Allah gecinden versin, vefatları halinde de yerlerine tayin ettikleri veliahtları geçsin. PEK değerli ve çok sayın kulüp başkanlarımız, şan ve şöhreti, koltuk sevdasını akıllarının ucundan dahi geçirmezler. Sadece ve sadece kulüplerinin geleceği ve yüksek çıkarları uğruna aday olup, her ne pahasına olursa olsun seçilme uğraşı verirler. Bu yolda bizlerin hayalini dahi kuramayacağımız dahice yöntemler icat ederler. Bir kez seçildikten sonra kendilerinden başka hiç kimsenin başkanlığa layık olmadığını anlarlar. Tekrar tekrar başkan olabilmek için her seçimde binbir zorluğa göğüs germek zorunda kalır, değerli zamanlarını bir de bu işlere harcarlar.

Söz ve vaatlerini yerine getirmeseler de kıvrak ve müthiş zekaları ile işi pişkinliğe vurmanın inanılmaz örneklerini sergilerler. Seçimi kazanmasına katkı sağlayacak oy potansiyeli yüksek, popüler kişileri kerhen listelerine alırlar. Ancak, anlayışsız bu kişiler seçimlerden sonra işlevlerinin sona erdiğini idrak edemediklerinden, onca dertleri arasında bir de kendilerine ayak bağı olan bu kişileri pasifize veya ekarte etmek için çaba sarfederler. Her konuda, özellikle futbolda tam bir uzman olduklarından tüm işlere yetişmeye çalışırlar.

Başkanlarımızın her biri ayrı bir fedakarlık örneği olan daha nice davranış ve uygulamaları var ki, saymakla bitmez... Yalnız görünüyor ki, 3 başkan koltukta kalmak için bütün mazeret haklarını kullandılar.

Yardımcı olalım!

Peki bizim için hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan bu başkanlara biz nasıl yardımcı olabiliriz diye hiç düşündünüz mü? Ben düşündüm... Yıllardır olayların bizzat içinde yaşayarak edindiğim bilgi ve birikimlerimden de yararlanarak hemen aklıma gelen bir kaç önerimi sizinle de paylaşmak istiyorum.

* Başkanlarımıza, kötü gidişlerin tek sorumlusu olarak teknik direktörü gösterip bunları 3 defaya kadar kovma ve ayrıca her seçimde "kurtarıcı" ilan ettikleri bir teknik direktörü getirebilme hakkı tanımalıyız.

* "Yıldız" alma sözlerini yerine getirememenin ezikliğini duymamaları için 4 adete kadar işe yaramayan, sadece gelirken değil giderken de üstüne para alan futbolcuları transfer etmelerine izin vermeliyiz.

* Seçimi kazanabilmek için listesine alıp 2. başkan (Futbol Şubesi Sorumlusu) yaptığı kişileri 3 defayı aşmamak üzere, sonraki seçimlerde yönetim dışında bırakabilme olanağı sağlamalıyız. (Aziz Yıldırım, Uğur Dündar, Sadettin Saran ve Atilla Kıyat ile Özhan Canaydın da Ali Dürüst, Ergun Gürsoy ve Adnan Polat ile bu yetkilerini kullandılar. Beşiktaş’ta uygulama daha farklı... Onlar işin kolayını bulmuşlar. Seyirciyi kışkırtan, en geç iki haftada istediği sonuca ulaşıyor. Ne hikmetse, başkanların bu tutumuna kongre üyeleri de sessiz kalıp harcanan bu yöneticilerin suçlarının ne olduğunu sorma zahmetine katlanmazlar. Medyamız da başkanlarla bozuşmamak için konuyu irdelemez.)

Uğraştırmayalım

* Yerine getiremeyeceklerini bilseler de kongre üyelerinin "Bu başkana helal olsun" diyerek desteklerini sağlamak için teknolojinin tüm olanaklarından yararlanarak, aynı yöntemle satış yapan müteahhitlere bile parmak ısırtan, tesis vaatleriyle ilgili bilgisayar animasyonları ve maketlerle görsel şovlar yapmalarına destek olmalıyız diye kafa yorarken aklıma çok daha ilginç, ilginç olduğu kadar da yararlı başka bir fikir geldi.

İsterseniz gelin başkanlarımızı bunlarla hiç uğraştırmayalım. Verelim padişah yetkilerini olsun bitsin. Ağızlarından çıkan kanun olsun. Hiçbir kısıtlamaya tabi olmaksızın takımlarını yönetsinler. Kayd-ı hayat şartıyla başkanlıklarını sürdürsünler; Allah gecinden versin, vefatları halinde de yerlerine tayin ettikleri veliahtları geçsin. (Sadece M.Ali Yılmaz, Aziz Yıldırım maketlerini gerçekleştirmiştir.)

NOT: Aynı yetkilerin Trabzon Kültür Derneği’nde de uygulanmasından yanayım. Zira 20 yıldır bu derneğin başkanıyım ve önümüzdeki günlerde seçim var.)

Polat taşıyacağın kadar yüklen

HASBELKADER dahil olduğum yazı işinde anladığım bir gerçek var. Biri ile ilgili bir yazı yazarken, o kişinin adını kesin olarak vermelisiniz. Yazmaya yeni başladığımda, üzülmelerinden çekindiğimden itham ettiğim insanları çoğullaştırıp soyutluyordum.

Oğlum (Ali Gürsoy) "Baba, sen hiç yazma, çünkü korkak yazıyorsun" diye beni ağır biçimde eleştirmişti. Çocukluğumdan bu yana korkusuzluğumla övünmüş, her türlü riskli olayın içine girip çıkmış biri olarak çok öfkelendim ve onu kıracak davranışlarda bulundum.

Ama o yılmadı, geri adım atmadı. Ne de olsa benim oğlumdu. Sonunda oğlumun haklı olduğuna karar verdim. Açık ve isim vererek yazmaya başladım. Belki bazılarını kırdım, ama diğer insanları da zan altında bırakmamış oldum.

Ceremesini ödetirler

Adnan Polat,
Fenerbahçe’nin sözcüsü Nihat Özdemir, kulübünü ve seni kızdıracak laflar etti. Buna tepki göstermekte yerden göğe kadar haklısın. İçeriğinin haklı olduğunu düşündüğüm şikáyetinde, haksız duruma düşmemek için itham ettiğin insanların ismini mutlaka vermelisin.

Bir şey biliyorsan, isim vererek açıkça söyle, bütün bir camiayı zan altında bırakma! Yöneticisinden taraftarına kadar bütün Galatasaray yanında olacaktır. Açık ve net konuşmazsan, altından kalkamayacağın ifadelerle karşı karşıya kalırsın.

Makamlar yürek ister. Yoksa herkes, her şeyden sorumlu başkan yardımcısı olur. Üstüne yıkılan bazı görevlerin yetkilerini almış olman hoşuna gidebilir. Tek ve önemli olabilirsin. Başkan ve 10 yöneticiyi sorumluluktan kurtarmış olabilirsin. Unutma ki, iyi günlerinde fark etmezsin, ama işler kötüye gidince herkes sorumlu olarak seni gösterir, ceremesini de ödetirler. Sadece taşıyacağın kadar işi yüklenirsin, çok daha başarılı olursun.

Aldatırken aldanmayın

iSTER yazı hayatına yeni girişimin heyecanına, ister bu işi çok benimsememe verin, sayıları bir hayli fazla olan arkadaşlarıma yazılarımı okuyup okumadıklarını sorarım. Okumayanlara söylenir, okuyanların da düşünce ve tepkilerini öğrenmeye çalışırım.

Sıkça karşılaştığım arkadaşlarım, ne kadar doğrudur bilmem, belki de dilimden kurtulmak için sabahları önce benim yazımı okuduklarını söylerler.

Geçen yazımda da bahsettiğim bir yürüyüş sonrası kahvaltıda söz döndü dolaştı, o hafta çıkan yazıma geldi. Yürüyüş ekibimizden "ipten adam alan" Avukat Şenol Birinci’ye dönerek "Şenol ağabey, bu haftaki yazımı okudun mu?" diye sordum. Hemen "Okumaz olur muyuz Ergun’cuğum" şeklinde cevapladı. Bu arada muzip bir arkadaşımız "Şenol ağabey, Tigana’nın kürdanıyla ilgili yazı ne güzeldi değil mi?" diye sordu. Şenol Ağabey bana dönerek "Ergun’cuğum yazıyı çok beğendim, eline sağlık, hakikaten nedir bu Tigana’nın hali, koymuş ağzına tahta parçasını yiyor" demez mi? Hepimiz gülmekten kırıldık. Çünkü ben değil o hafta, hiçbir zaman Tigana ile ilgili böyle bir yazı yazmamıştım.

Uluç’a mektup

SEVGİLİ Hıncal Uluç... "Mustafa Koç’a soru" başlıklı yazını okudum. HaberTürk reklamını kızdıkları için mi kestiklerini soruyorsun.

Koç ailesi diyaloga girmez. Mustafa Koç’tan boşuna cevap beklememen için açıklamayı ben yapayım dedim.

Üniversite yıllarımda girdiğim Koç Grubu’nda 5 yıl profesyonel olarak çalıştım. 34 yıldır da müteahhit olarak iş yapıyorum.

Herkes bilir ki, Rahmi Koç iyi bir Beşiktaşlı, Mustafa ve Ali Koç da fanatik Fenerbahçelidir.

Yöneciliğimin en çılgın dönemlerini, Koç Grubu sayesinde para kazandığım zamanlarda geçirdim. Çoğu zaman da patronlarımı üzdüm. İsteseler, belki beni durdurabilirlerdi.

Bunu yapmadıkları gibi, tuttukları takımlar kaybettiklerinde yaptığım şakaları da hoşgörü ile karşılarlardı. Açık söyleyeyim, aynı toleransı ben gösteremezdim.

Benim Koç ailesi fertlerinde gözlediğim ve emin olduğum iki karakteristik özellik var. Asla polemiğe girmezler, karar ve uygulamalarında da duygularının hiç etkisi olmaz. Grup olarak da her firmaya eşit mesafede dururlar.

Bu gerçek bilgilerden sonra artık Mustafa Koç için kuşku duymayacağını sanıyorum.

Korkma, uğursuz DEDİRTMEM...

ŞİMDİYE kadar Galatasaray’ın hiçbir deplasmanını kaçırmayan Fatih Gökşen Kayseri’ye gitmeyerek ilginç bir uğur denediğini, bunda da başarılı olup nihayet kazandıklarını ve çok mutlu olduğunu açıklamış.

Bu uğur işine ben de biraz inanırım. Geçen sezon da başkanımız uğur yapıp hiçbir deplasmana gelmedi. Uğuru tuttu, sayesinde G.Saray şampiyon oldu.

Bu sezon takımımızın şampiyon olması pek mümkün görünmüyor.

İnşallah bu sezon senin uğurun tutar da Galatasaray şampiyon olur.

Fatih’ciğim korkma, sana uğursuz dedirtmem.
Yazının Devamını Oku

Şovu bitirdiler

19 Ekim 2006
Kıskandığım Fener seyircisinde bile son haftalarda azalma gözleniyor. Çünkü "yıldız" diye aldığı oyuncular, eski oyuncularını aratıyor. Maçlarını kazanamayan takımların seyircilerinin azalmasını normal karşılamak gerekir. FUTBOL seyircimizin tribünlerden kaçtığı, seyirci sayısının her gün biraz daha azaldığı bir gerçek. Daha önceki bir yazımda buna tepki gösterip seyirciyi de eleştirmiştim. Ama şimdi kendimi haksız bulmaya başladım.

Yıldızı olmayan, şov yapıp çoğunlukla maçlarını kazanamayan takımların seyircilerinin azalmasını normal karşılamak gerekir. "Vermeden almak Allah’a mahsus." Stadını, yolunu yapmazsan, yıldız oyuncularını kaybedersen, seyircinin azalmasını da doğal karşılaman gerekir.

Kıskandığım Fenerbahçe seyircisinde bile son haftalarda büyük ölçüde azalma gözleniyor. Çünkü "yıldız" diye aldığı oyuncular, eski oyuncularını aratıyor.

Haftanın belirli günlerinde, farklı politik görüşlere sahip, değişik takımları tutan 15-20 kişilik arkadaş gurubumuzla sabahları önce yürür, sonra da kahvaltı ederiz. Gerek yürüyüş, gerekse kahvaltı sırasında politika, spor ve diğer güncel konularda sohbet eder, aramızda tartışırız.

Taslak halindeki yazılarımdan bu arkadaşlarıma bahseder, düşüncelerini öğrenirim. Beni ikna eden, fikrini beğendiğim olursa, yazımda bunları dikkate alırım.

Sokaktan geldiler

Yürüyüş ekibimizin hocalığını Milli Takımımız ve Galatasaray’ın eski, Kız Milli Takımı’nın yeni teknik direktörü Fethi Demircan yapar. Fethi hoca önemli bir konuya değindi. Benim de aklıma yattı. Sizinle paylaşmak istiyorum.

Fethi hocanın söylediği şöyle: "Geçmişte dünya futbolunda her sezon seyirci sayısı artarken, 1990’lı yıllardan sonra seyirci sayısında azalma başladı. Geçmişin futbolunda seyirciyi stadyuma çeken, oyun içerisinde seyirciyi coşturan, heyecanlandıran ve kişisel becerileriyle göze hoş gelen, inanılmayacak hareketler yapan oyuncular vardı. Örneğin Pele, Didi, Maradona, Metin Oktay, Can Bartu, Cemil, Ali Kemal, Büyük Mehmet ve daha bir çokları... Ve bu yıldız oyuncular futbol eğitimlerini sokakta almışlardı.

1990’lı yıllardan sonra teknik adamlar, oyuncularına aşırı derecede kondisyon yükleyerek, doğal yeteneklerinin gelişmesine izin vermediler.

UEFA hareketlendi

Seyirci sayısının azalması, UEFA’yı harekete geçirdi. Federasyonlara geçmişte yetenekli oyuncuların
’sokak futbolu’ olarak tabir edilen ekolden geldiklerini hatırlatarak, antrenmanlarda futbolcuların kişisel becerilerini ve yeteneklerini geliştirmesine önem verilmesini, istedi."

İlgililerin bilgisine sunulur.

İçimizdeki İrlandalı’lar

KENDİ ülkesini kötülemenin Avrupa’da mükafatlandırıldığı bir zamanda yaşıyoruz. Amacı sadece yurt dışında çalışmak olanlar dahi ülkemizi, yönetimimizi kötüleyip kendilerine eziyet edildiğini söyleyerek sığınma hakkı elde ediyorlar. Uzaydan kaplumbağanın hareketlerini bile izleyebilenlerin, Türkiye’nin yarısını sınırlarımızın dışında göstermesi, unutkanlık olamaz.

Nobel’in bir Türk’e verilmesinin buruk sevincini yaşıyoruz.

Orhan Pamuk, belki de bazı güçlerin yönlendirmesiyle haddini aşıp, olmadığı zaman ve zeminde, hiçbir gerçeğe dayanmayan Ermeni soykırımı ile ilgili iddiaları rakamlaştırarak, Türk düşmanlarını memnun eden ifadeler kullanmıştır. Sonra da Nobel ödülüne layık görülmüştür.

Bu ödüle en çok sevinen, gazetelerinde "zafer" diye manşet atan Ermenistan kamuoyu olmuştur. (Ermeni kökenli Türk kardeşlerimizi bu olayların dışında tutuyorum.)

Muradına erdin!

Ermeniler ve Türkler, Selçuklular’dan bu yana hep iç içe ve kardeşçe yaşamışlardır. Avrupa Birliği üyelerinin her gün sudan bahaneler bulup dayatma uyguladığı bu dönemde Orhan Pamuk’un çıkıp onların ağzıyla konuşması, ona Nobel ödülünü kazandırdı, ama halkımızı da derinden yaraladı. Ermeni tarihçilerin bile soykırım üzerinde anlaşamadığı bir dönemde yaptığı açıklamaları manidar buluyorum.

Sen yeni bir yol açtın. Artık bundan sonra "İçimizdeki İrlandalılar" uluslararası bütün ödüllere aday olacaklar.

Muradına erdin, kutlarız... Birmilyondörtyüzbin Euro’yu da afiyetle ye!.

Süper Lig’in parlayan yıldızı Yanal

TEKNİK direktör olduğun takımlarda (Denizlispor, Ankaragücü, Gençlerbirliği, Milli Takım) başlarken de başarı grafiğin hep yüksekti. Ancak parası daha çok olan takımlar, seni istediğinde hiç "hayır" diyemedin. Milli Takım’dayken bile adın Fenerbahçe ile anıldı. "Ben koskoca Milli Takım hocasıyım. Fenerbahçe ile ilgilenmiyorum" deyip, tavrını açıkça koyamadın.

Benim korkum alışkanlığın

Teknik direktörlüğünü tartışmıyorum. İyi bir hoca olduğunu zaten performansınla kanıtladın.

Sayın hocam, sana bir tavsiyem var. Menajerin, kendin ol!... Seni kimse yönlendirmesin. Hak ediyorsan, zamanı gelince gönlündeki aslana kavuşacaksın. Bu idealin gerçekleşmesi uzun zaman alsa bile, ben başaracağına inanıyorum.

Vestel Manisaspor’da şampiyonluğa önce senin inanman gerekiyor. Takımın neden şampiyon olmasın?

Benim en büyük korkum, senin takım değiştirme alışkanlığının tekrarlanmasıdır. Şu anda dört büyük takım da sıkıştıklarında Vestel Manisaspor’a tazminatını ödeyip seni almak isteyebilirler. Çünkü sen, transferi kolay, iyi bir hocasın.

Sözleşmen varken önce Denizlispor’u bıraktın. Daha sonra Ankaragücü’ndeyken de Gençlerbirliği’ne geçtin; Ankaralıları birbirine düşürdün. Oradan da Milli Takım’ın hocası oldun, polemiklerden dolayı onu da bırakmak zorunda kaldın.

Fırsat ayağına geldi

Anadolu kulüplerinde çalışan hocaların, hep ağızlarına sakız yaptığı bir söz vardır: "Galatasaray’ı, Fenerbahçe’yi, Beşiktaş’ı herkes şampiyon yapar, Terim, Denizli, Gerets, Daum gelsinler de Gaziantep, Samsun, Rize’yi şampiyon yapsınlar görelim" derler.

İşte bu sözleri çürütme fırsatı ayağına geldi. Ekonomisi, yönetimi, sponsoru düzgün bir takımın başındasın. Eline geçen bu tarihi fırsatı kaçırma. "Takımımdan memnunum, sözleşmem sona erene kadar da başındayım, şampiyon olacağız" diye açıklamanı yap.

Seçim senin... Ya yeni bir Trabzonspor yaratacaksın, ya da eski alışkanlıklarına devam edeceksin. Dost acı söyler... Taş yerinde ağırdır...

NOT: Bu yazıyı yazdıktan sonra Yanal’ın dün "Kontratı bozan ben olmayacağım" açıklaması yaptığını öğrendim. Senden bunu bekliyordum Ersun Yanal. Başarılarının devamını diliyorum.

TUNCAY

Karadenizli mi!


TARİH 06.09.2006, yer Frankfurt Commerzbank Arena Stadı. Milli Takımımız cezalı olduğu için Malta maçı seyircisiz oynanıyor. Milli Takımımız sahaya çıkarken, Arda, Tuncay’ın yanına gelir, "Tuncay ağabey, gol atarsan sakın ’sus’ işareti yapma, maç seyircisiz" der. Futbolcular gülüşür.

Geçen çarşamba günü seyircisiz oynanan Moldova maçında, Tuncay 5. golü attıktan sonra, gayri ihtiyari bildiğimiz ’sus’ işaretini yapar. Aynı anda Arda’yla göz göze gelir ve birbirlerine sarılarak, gülmeye başlarlar.

Evvel zaman içinde, Trabzonspor başarıdan başarıya koşuyor. Ne yapılırsa yapılsın, tezahürat bir türlü yeterli düzeye ulaşmıyor. Bakıyorlar olacak gibi değil, dışarıdan bu işi bilen, seyirciyi yönetip coşturacak bir amigo bulmaya karar veriyorlar. Aranılan amigo bulunuyor.

Sessuzluk!

Amigo seyirciyle buluştuğu ilk maçta onlara "Ben önünüzde duracağım, size kollarımla işaret vereceğim. Kollarımı yukarı kaldırınca ’Şampiyon Trabzonspor’ diye bağıracaksınız. Kollarımı indirmem de sessizlik anlamına gelecek" diyor.

Maç başlıyor. Amigo kollarını kaldırıyor, seyirci hep bir ağızdan: "Şanbiyon Tirabzon, Şanbiyon Tirabzon..." diye tezahürat yapıyor. Bir müddet sonra amigo kollarını indirince, seyirci başlıyor hep bir ağızdan avazı çıktığı kadar bağırmaya: "Sessuzluk, sessuzluk, sessuzluk..."

Bence Tuncay geçmişini bir araştırsın, bakalım, kendisinde Karadenizlilik var mı? Zira güzel futbolu da davranışları da bizlere çok benziyor.

Paça ıslanmadan, balık tutulmaz

YİĞİDİ öldür, hakkını yeme... Kendi hocası Erik Gerets ile yöneticilerinin bile "dinlendirilsin" dediği bir ortamda, Fatih Terim, basın dahil herkese kulağını tıkadı ve Hakan Şükür’ü Moldova maçında oynattı. Ulusun menfaatini, Milli Takım başarısını her şeyin üstünde tutup tecrübesini ve hocalığını konuşturdu. Duygusallığı bir tarafa bıraktı, Hakan’ı sevip sevmemesinin hocalıkla ilgili olmadığını, cümle aleme gösterdi.

Bizim Karadenizliler’in güzel bir sözü vardır: "Paça ıslanmadan, balık tutulmaz."

Büyük başarıları yürekli ve cesaretli insanlar kazanır. Tebrikler Fatih Hoca... Milli Takım’a kazandırdın, Galatasaray’a kazandırdın. Biz, daha önce ne Milli Takım kadrosu seçmeleri gördük. Galatasaray’ı karıştırdı, moralleri bozdu, Milli Takım’ı maceraya sürükledi.

Önümüzdeki maçları kazanırsın, kaybedersin... Dış etkenlere ve dolduruşlara kapılmadın. Fatih Terim gibi hareket ettin. Kazandın, sevindin, bizi de sevindirdin. Başarılarının devamını diliyorum.
Yazının Devamını Oku

Hakan tartışılmaz

12 Ekim 2006
Ne gittiği yerlerde Hakan Şükür, ne de Hakan’sız Galatasaray mutlu olabildi. O da hatalar yaptı, ama lig, kupa, Avrupa, Milli Takım’da toplam 353 gol atan bir futbolcunun, hala kalitesinin tartışma konusu yapıldığı tek ülke herhalde bizimkidir. 14 yıldır Galatasaray’da oynaması, Avrupa’ya gitmesi, Milli Takıma seçilmesi, seçilmemesi, hep olay olan bir Hakan Şükür gerçeği var. Yöneticiyken de değilken de şartlar, Hakan için uğraş vermemi gerektirdi. Hakan’ın Galatasaray’a gelmesiyle başlayan yakınlığımız hep devam etti. Bu yakınlığın nedeni, Hakan’ın iyi bir Galatasaraylı, iyi bir futbolcu ve iyi bir insan olmasıdır.

Hakan’ın popülaritesi ve starlığı Galatasaray ile oluşmuştur. Yabancıların dikkatini çekmesi ile Hakan’a Avrupa kapıları açıldı. Ancak o, hiçbir zaman yurt dışı transferinde gönüllü olmadı. Türkiye’deki aile ve arkadaşlık ortamını terk etmek istemedi. Dışarıda kazanacağı paranın Türkiye’de kazandığından daha cezbedici olmadığı da bir gerçekti.

Hakan’ın çok büyümesi ve gündemi daima meşgul etmesi, yönetimi ve teknik heyeti oldukça rahatsız etmeye başlamıştı. Zira, Hakan attığı gollerle ve gördüğü aşırı ilgi ile herkesin önüne geçmişti. Bunlara Galatasaray’ın paraya olan ihtiyacı da eklenince, Hakan’ın yurt dışına transferi kaçınılmaz olmuştu.

Hakan’ın yerini, hiçbir zaman hiçbir yönetim ve hoca dolduramadı. Birinci gidişinde yerine 16.5 milyon dolara alınan Jardel, 8 milyon dolara alınan ve bir dolu çek, senet sorunları yaşanan Serkan ve Radu Niculescu Galatasaraylılar’ı tatmin etmedi.

Hakan, Avrupa’dan dönünce yeniden bir yükseliş kazanıp, UEFA Kupası’nı kaldırdıktan sonra Galatasaray’da gerileme dönemi başladı. Hocaların, yöneticilerin futbolcuların herbiri bir tarafa dağıldı. Galatasaray, maddi tıkanıklıklar, yanlış ve pahalı transferler vb. kartopu gibi büyüyen olumsuzluklarla baş başa kaldı.

Paraya olan aşırı ihtiyaç nedeniyle başkan ve yöneticileri özel uçak tutup Hakan’ı satmak için kapı kapı dolaştırdılar. O zaman değilse de bir müddet sonra Hakan, 7.5 milyon dolara satıldı, herkes de derin bir oh çekti. Ama dertler bitmedi... Ne gittiği yerlerde Hakan, ne de Hakan’sız Galatasaray mutlu olabildi.

Ve Canaydın başkan oldu

Özhan Canaydın,
seçimden önce kamuoyuna verdiği mesajdan dolayı şampiyon olan Lucescu’yu gözyaşlarına rağmen gönderip "gönüllerdeki hoca" Fatih Terim’i getirdi. Başkan ve Fatih Terim ikilisi, koydukları büyük hedefleri açıklayarak yola çıktılar. Ne kimseyle konuştular, ne akıl danıştılar, ne de bilgi verdiler. Atacakları barutun tamamını isabetsiz bir şekilde uyumsuz, kaygan oyunculara harcadılar. Faruk Süren ve Mehmet Cansun döneminin mali tablosunun altına indiler. "Küçük olsun, benim olsun zihniyeti", bu ikiliyi zararı bölüşmekte de yalnız bıraktı.

Fatih Terim, Hakan’ın yerine 3.5 milyon dolar ödenen Lukunku’yu aldırdı, tutmadı. Birçok polemik konusu oldu, cebine para koyulup gönderildi. 3 milyon dolara alınan Christian, 2 milyon dolara alınan Bratu da, değil Hakan’ın yerini, kendi yerlerini dolduramadılar. Sonuç olarak iki hoca döneminde alınan bunca santrfor, bir Hakan Şükür etmedi.

Hakan’ın Galatasaray’a ikinci kez dönüşü oldukça zor oldu. Fatih Terim’in tarifini yaptığı santrforun tüm özellikleri Hakan’a tıpatıp uyuyordu. Florya’da gizli gizli idmanlar yapan, kendi ayağıyla gelip boş sözleşmeye imza atmak isteyen Hakan’ı, Fatih Terim’e kabul ettirmek epeyce güç oldu. Mağrur olan başkan ve imparator, ligde havlu atana kadar Hakan’ı almamakta direndiler. Başta ben olmak üzere, Yurdaşen Karahasan, Ali Gürsoy, Özhan Canaydın ne dediysek, Fatih hocaya kabul ettiremedik.

Santrforluğunu gösterdi

Biraz kızgınlığımdan, biraz da Hakan’ın iyi bir takımda oynaması isteğimden dostum Erdoğan Demirören’e, bu işi bitirmelerini söyledim. Yıldırım Demirören, Hakan’la görüştü, olumlu sonuç alınamadı. Bunun üzerine Hakan, Blackburn’e gitti. Hakan’a yaramayan yurt dışı yine kendini gösterdi. Ayağı kırıldı, geri dönmek zorunda kaldı. Fenerbahçe’nin de ısrarla istediği Hakan, "Futbolu bırakırım da Galatasaray’dan başka takımda oynamam" dedi. Ben de o tarihte yönetici olmamama rağmen, Hakan’a boş sözleşmeye imza attırdım.

Hakan’ın gelmesiyle Galatasaray’ın yüzü gülmeye başladı. Bir sezonda, Şampiyonlar Ligi’nde üçü Juventus, ikisi Real Sociedad, biri de CSKA Sofia’ya olmak üzere tam altı; ligde de 12 gol attı ve unutanlara, santrforluğunu "gözlerine sokarcasına" hatırlattı. Ve bugünlere gelindi...

Ortalama insan ömrünün 70 yıla çıktığı Türkiye’de futbol oynama dönemi de 35-36’lı yaşlara yükselmiştir. Bu istatistiki gerçekler, "Hakan’ı oynattı-oynatmadı, Hakan’ı aldı-almadı" polemiklerinin ne kadar temelsiz olduğunu ortaya koymaktadır. Hakan bileğinin gücüyle takımlara girmiş ve oynamıştır. Lig, kupa, Avrupa, Milli Takım’da toplam 353 gol atan bir futbolcunun, hala kalitesinin tartışma konusu yapıldığı tek ülke herhalde bizimkidir. NOT: Bu yazıyı Moldova maçı öncesi yazdım.

HAKAN’IN GOLLERİ

Süper Lig228

Türkiye Kupası15

Cumhurbaşkanlığı Kupası5

Avrupa Kupaları36

A Milli Takım46

Diğer milli maçlar12

İtalya-İngiltere Ligi11


Hakan’ın hiç suçu yok mu

HAKAN, başkan ve yönetimin kendisini satmak için kapı kapı dolaştırmalarını hazmedemedi ve yüzlerine vurdu. Oysa, ekmek yediği kulübün kararlarına saygı duyup sessiz kalabilirdi. Hocasıyla girdiği "jeep" iddiasını da ayyuka çıkarmamalıydı.

Yurt dışında yaşamanın ve icraat yapmanın şartlarına uymak gerekir. Spagetti ve pizzanın ana yemek olduğu bir ülkeye "kebap kültürü" taşımaya kalkıştı. Bedeni Milano’da, aklı İstanbul’daydı. Gidiş-gelişleri tartışılabilir, zamansız ve uygunsuz olabilir. Ama anlaşıldı ki, fiziğin uyması yetmiyor, kimyanın da uyması gerekiyor.

Her yıl tartışma konusu yapılan "oruç" ile ilgili kesin ve net bir açıklama yapmadı. Bundan bir hafta öncesine kadar, futbolcuların oruç tutmamasının caiz olduğunu söylemedi.

Hastalık ve sakatlıkları ile ilgili de çok şeffaf davrandığı söylenemez.

Gökdeniz transferi nasıl direkten döndü?

ÖMRÜMÜN yarısından çoğu futbolun içinde geçti. 20-30 yaş arasında, kafaları ve bedenleri enerji yüklü, cepleri para dolu futbolcuların birçok yanlışlarına şahit oldum.

Bazıları duyuldu, bazıları gizli kaldı. Kötü niyetli kişilerce kullanılanları, dolandırılanları, yanlış yönlendirilmeyle kötü yatırım yaptırılıp beş kuruşsuz kalanları da oldu. Cinsel de dahil özel yaşamlarındaki düzensizlik, hem kendilerini hem de camialarını etkiledi.

Bu olaylar, sadece futbolcularla da sınırlı değil. Futbol Federasyonu, başkanından, kulüp başkanına, yöneticisinden malzemecisine kadar çoğu kişinin başına, üç aşağı beş yukarı bu tür olaylar gelmiştir.

Milli Takım ve Trabzonspor’un yıldızı Gökdeniz de bilerek ya da bilmeyerek, bir takım talihsiz olayların içinde kaldı ve cezasını ağır bir şekilde çekti. Bu, ne ilk ne de son olacak.

Şartlar değişmişti

Her transfer döneminde Gökdeniz’in G.Saray’a gelmesi arzulanmıştır. Ancak Trabzonspor’un soğuk bakması, taraftarından çekinmesi, bu transferi gerçekleştirmemiştir. İki sene önce F.Bahçe çok büyük bir para önererek Gökdeniz’e talip oldu. Ben de Trabzonspor’a yakınlığımı kullanarak "Bize vermiyorsunuz, onlara da vermeyin" dedim ve öylece kaldı. Ama benim de, Hagi’nin de, G.Saraylılar’ın da aklı ve gönlü hep Gökdeniz’de kaldı.

Daha sonra şartlar değişti, Galatasaray’ın lehine döndü. Aziz Yıldırım’ın "Bu futbolcu bizim kapımızdan giremez" demesi, Beşiktaş’ın yabancı ve isim yapmış orta saha oyuncuları arayışına girmesi, bu transferde bizi şanslı hale getirdi. Başkanın desteğini de arkama alarak(!) kolları sıvadım. Trabzonspor kamuoyunu yokladım, bu transferin olabileceğini gördüm. Başkan Nuri Albayrak’a konuyu ilettim, "konuşalım" diyerek soğuk bakmadı. Maddi olarak da örnek vermek gerekirse, Carrusca ve Heinz’dan pahalı değildi. İş Galatasaray’a kaldı.

Yürekli davranmadılar

Zamanın genel sekreteri Sinan Kalpakçıoğlu, eski ve yeni yöneticilerin, olaya sıcak bakmadığını, Özhan Canaydın ve Adnan Polat’ın da bu transferden vazgeçtiklerini, söyledi.

Benim de zaten resmi yöneticilik dönemim bitmişti. Gökdeniz bugün Galatasaray forması giymiyorsa, ilgililerin yürekli ve kararlı davranamamalarındandır.

Uluç’a cevap

ÇOK sevdiğim ağabeyim Öcal Uluç, Türkiye gazetesindeki köşesinde benim yazılarımı övmüş, ancak yöneticilik dönemimdeki bir beyanımı da yermiş.

Madem konu açıldı, ben de birkaç cümle edeyim.

Galatasaray, Tromsö’ye yenilmiş, kendini taraftar zanneden 3-5 kişi, Galatasaray otobüsünü taşlamış, futbolculara da küfür etmişti. Ben de "Bunlar Galatasaray taraftarı değil, birkaç çapulcudur" demiştim. Bunun üzerine benim için, "Sen Galatasaray taraftarına çapulcu diyemezsin" diye yazmıştın. Kızgın bir anımda "provokatör" deyince, "Eskiden bana Öcal ağabey diyordun, şimdi provokatör diyorsun" diye sitem etmiştin.

Genelde yaşı benden büyük olanlara ağabey diye hitap ederim. Ben, o gün de sana ağabey diyordum, şimdi de... Zaten senin yazılarını okumak için Türkiye gazetesine aboneyim. Benim için iyi de yazsan, kötü de yazsan, hiçbir yazını kaçırmam. Ama,yalnız Galatasaray otobüsü değil, Fenerbahçe otobüsü de taşlansa yapanlara yine "çapulcu" derim.

Rüştü ve sakatlığı

FIKRA bu ya... Evvel zaman içinde, Hagi sakat olduğundan yerine Hasan Şaş oynuyormuş. Hagi’nin sakatlığı geçince, Fatih Terim o hafta Hasan’ı takımdan kesmeyi aklına koymuş.

Hasan’ı çağırmış, "Hasancığım sen hasta ve sakatsın" der demez, Hasan "Yok hocam, turp gibiyim" demiş. Terim ısrar edince, Hasan başına geleceğini anlayıp, "Tamam hocam, ben hastayım, biraz da sakatım" deyivermiş. Terim de böylece ortalığı karıştırmadan Hasan’sız kadroyu oluşturmuş.

Fenerbahçe-Bursaspor maçında kalede Rüştü yerine Volkan’ı görenler, şaşırıp merak etmişti. "Rüştü’nün beli sakat" dediler, olay kapandı. Ama aynı Rüştü, bir gün sonra Milli Takım’la idmana, 3 gün sonra da "kader maçı"na çıktı ve hatasız oynayıp, galibiyetimizde pay sahibi oldu. Aslında Rüştü’nün Bursaspor maçında oynamamasının ardında başkan Aziz Yıldırım’ın olduğunu sağır sultan bile biliyor. Kıssadan hisse. Türkiye’de hiçbir zaman, hiçbir şey gizli kalmaz...
Yazının Devamını Oku

Aynı film vizyonda

5 Ekim 2006
Gerets’i ve bu maçta kapasitelerinin üzerine çıkan oyuncuları suçlamaktan vazgeçelim. Suçlu, 3 dönemdir "Gerekli oyuncuları alacağı" sözünü vermesine rağmen, PAF’taki oyuncularımızdan üstün olmayan yabancıları, sırf "transfer yapmış olmak için" transfer edenlerdir. GALATASARAY’ın, Liverpool önünde en azından beraberliği kaçırdığını öne sürüp "ah-vah" edenler de oldu, "şerefli" diye niteleyerek mağlubiyeti başarı gibi takdim etmeye kalkanlar da...

Otuz yıl kadar önce, Türkiye’de yenmedik takım bırakmadan şampiyon olan Trabzonspor, Liverpool’la eşleşip ilk maçı Trabzon’da penaltı golü ile 1-0 kazanmıştı. Otoriteler (!) hemen Ali Kemal’i "Black Keagan" yapıp Trabzonspor’u da turun favorisi ilan ettiler.

Ben de rövanş maçına gitmiştim. İlk 18 dakikada 3-0 öne geçen Liverpool, sonrasında kendini sıkmadan oynadı ve maç bu skorla bitti. Trabzonspor’un 72 dakika gol yememesi öne çıkarılıp oyununun güzelliğinden ve "onurlu mağlubiyet"ten söz edildi.

Galatasaray’ınki de aktardığım Trabzonspor maçının kopyası gibi oldu.

Herkesin gözünden kaçmış, maçı bir daha seyredin. Galatasaray, 2-0 mağlupken dahi, "skor faciası" yaşarım korkusu ile oyunu yavaşlatıp vakit çalmaya çalıştı.

Gerçek suçlu

Futbolun sürprizlere en açık müsabaka olduğu gerçeğini, herkes biliyor. Ama herkesin bildiği bir başka gerçek daha var. Zayıf takımlar bazen kuvvetli takımları yenebilirler. Kuvvetli takımlar ise çoğu zaman yenerler.

Bırakalım bu işleri... Kadrolar, denk falan değil. Bu kadro ile Jose Mourinho teknik direktör olsa, sonuç değişir miydi? Erik Gerets’i ve bu maçta kapasitelerinin üzerine çıkan oyuncuları suçlamaktan vazgeçelim.

Suçlu, 3 dönemdir "Gerekli oyuncuları alacağı" sözünü vermesine rağmen, PAF takımımızdaki oyuncularımızdan üstün olmayan yabancıları, sırf "transfer yapmış olmak için" transfer edenlerdir.

Kristof Kolomb bir tane

FATİH Terim, Milli Takım’ı açıkladı. Biz de kamuoyu olarak, kadroya seçilen oyuncuları takip edip, ilgileniyoruz.

Soruyorum... Milli Takım’a, Vestel Manisaspor’dan girecek hiç mi oyuncu yok? Eğer hiç kimse yoksa, bu takım milyonlarca dolarlık kadroların üstüne nasıl çıkıyor?

Milli Takım’daki teknik direktörlüğü döneminde Ersun Yanal’a polemikleri nedeniyle pek sıcak bakmayıp eleştirdim. Ama şu anda takımının ve kendisinin sergilediği performanstan dolayı hakkını teslim etmeyi, bir futbol adamı olarak görev biliyorum. Ben dahil, herkesin kıskandığından adım gibi eminim.

Ersun Yanal’ın takımından, Milli Takım’a oyuncu alınmaması yanlış.

Bana göre Hakan Balta, Selçuk ve Burak bir gün mutlaka Milli Takım’a girecek. Bari, bu oyuncuları bir an önce Milli Takım’a çağırarak elemelerde de yararlanalım.

Gheorghe Hagi, Galatasaray’a hoca olarak geldiğinde, Fatih Terim’in takımdan gönderdiği oyuncuları derhal affedip kadroya almış, bir müddet sonra da hepsini göndermişti.

Kristof Kolomb bir tane... Amerika’yı yeniden keşfe gerek yok. Bir hocanın oynatmadığını diğerinin oynatması ya da oynattığını oynatmaması, hepimize zarar veriyor.

Milli Takım’a "isimler" değil, formda olup hak edenler alınmalı. Bu futbolcular isterse "Arsinspor"da oynasın... Yine adım gibi biliyorum ki, Hakan Balta, Selçuk ve Burak üç büyüklerde oynasalar, banko Milli Takım’da olurlardı.

Milli Takımımız’ın başarısı için bu zihniyet değişmeli, husumetler unutulup yeni bir anlayış ve sistem getirilmeli...

En medyatik başkan bizim başkan

ESKİ başkan Faruk Süren’e başkanlığı döneminde, bunca sportif başarı (Türkiye’de UEFA ve Süper Kupa’yı görmüş ilk ve tek başkan) kazanmasına rağmen, neden hiç kürsülerde, yazılı ve görsel medyada gözükmediğini, sordum. Aldığım cevap aynen şöyle:

"Sen hiç bu güne kadar Manchester United, Arsenal, Real Madrid, Barcelona, Milan, Juventus’un başkanlarını ortalıklarda gördün mü ki, kupa törenlerinde kürsüde göresin. Onlar, onca başarıya karşın medyanın karşısına çıkıp konuşmazlar.

Kazanılan tüm ganimetler, diğer yöneticiler tarafından getirilip kendilerine sunulur. Biz de bunlar gibi dünya takımı olabilmek için yola çıkmıştık. Baskılara karşı koyup medyadan kaçtık. Bana göre başkanların sürekli medyada yer almalarının sebebi, başarısızlıklarını örtbas etme çabalarından kaynaklanmaktadır."

Ergun Gürsoy
olarak Faruk Süren’in bu sözlerinin altına imzamı atıyorum. Kaldı ki bu başarıların bir kısmında ben de vardım...

Şimdi gelelim üç büyük kulübün başkanlarına... Yaptığım araştırmaya göre, başkanların 1 Ocak 2006 tarihinden bu güne kadar televizyonlarda katıldıkları canlı yayın sayıları şöyle:

 Aziz Yıldırım (Fenerbahçe Başkanı) 2 defa (1 Star, 1 FB TV)

 Yıldırım Demirören (Beşiktaş Başkanı)2 defa (1 Star, 1 Haber Türk)

 Özhan Canaydın (Galatasaray Başkanı) 15 Defa (3 Star, 3 Lig TV, 2 NTV, 2 CNN Türk, 1 atv, 1 Haber Türk, 1 TV8, 1 Flash, 1 Kanal D)

Yazılı basına çıkma yarışında da bizim başkan açık ara önde...

Tanıdığımdan bu yana röportaj yapanlara, medyaya çıkanlara en acımasız itham ve eleştirilerde bulunan da yine bizim başkan...

Yukardaki istatistiki bilgilere bakıp Galatasaray Televizyonu yayına başlayınca halimizin ne olacağını çok merak ediyorum.

4 büyüklerin MARİFETİ

GALATASARAY,
Fenerbahçe, Beşiktaş ve Trabzon sapır sapır dökülüp puanları dağıtınca, herkes bunu Avrupa yorgunluğuna bağladı. Gülüyorum...

Ben daha ligin 8. haftasında yorgunluktan (!) puan kaybedildiğine, 30 yıllık yöneticilik yaşamımda ilk kez tanık oldum. Sekiz maçta havlu atan bu takımlar, yoğun kış şartlarında ve üç ayrı ligde (Türkiye Ligi, Türkiye Kupası, Avrupa Kupası) yorgunluklarını nasıl atıp mücadele verecekler?

Allah rızası için biri çıkıp gerçeği görsün. Gerçek şudur: Bu dört büyüklerin yaptığı transferler yanlıştır.

Soruyorum; bu Deivid’i, Lugano’yu, Edu’yu, İnamoto’yu, Carrusca’yı, Delgado’yu, Ricardinho’yu, Runje’yi, Musampa’yı bizimkilerden başka hangi kulüpler milyonlarca dolar saçarak alır?... Yazık ülkemin seyircisine, yazık ülkemin parasına...

YAŞ 35 GOL 35

HAKAN Şükür’ün golcülüğünün tartışıldığı bu günlerde Fenerbahçeliler, Tuncay’ın 9 gollük rekorunu (!) konuşuyor... Bir rekor da ben size söyleyeyim. Bir kısmı şampiyonlar şampiyonu takımlara atılmak kaydıyla 35 gol... Kim mi atmış? Sahada hala basmadık yer bırakmayan, futbolu bıraksın denilen 35 yaşındaki Hakan Şükür...

Not: Hakan Şükür gerçeği ve Galatasaray’a transferi direkten dönen Gökdeniz yazıları haftaya...

İkinci kez AYDIN

GEÇEN sezon son dakikada kişisel becerisi ile attığı golle şampiyonluğun mimarlarından olan, daha sonra şans bulduğu bütün maçlarda beğeni ve sempati kazanan, yeteneği konusunda herkesin birleştiği Aydın ortalıkta yok...

Transferin son günlerinde, Ankaragücü menejeri Ayhan Akbin, ısrarla Aydın’ı kiralık istedi. Teklifi, "Bu yetenekli genci, oynama şansı çok yüksek olan Ankaragücü’ne verelim" diyerek, Adnan Sezgin’e ilettim. Cevaben "Ağabey imkansız, hoca onu oynatacak" dedi.

Yazık ediliyor

Bu yoğun maç trafiğinde Aydın’ı kadroda göremiyorum. Bu da yönetimle teknik heyet arasındaki diyalog eksikliğini gösteriyor.

Kadro dışında kalarak veya kenarda oturarak, yani oynamadan futbolcu olunmaz.

Bu çocuğa yazık ediliyor kanısındayım. Kaldığı süre boyunca Galatasaray’a 5 milyon dolara mal olacak Carrusca’ya gösterilen sabır ve hoş görünün yarısını Aydın’a gösterin, yeter. Merak etmeyin, sizi mahcup etmez...

Eğer oynatmamakta ısrar edeceksiniz de tavsiyem, hiç değilse bu çocuğun ikinci yarıda banko oynayabileceği bir takıma şimdiden angaje edilmesidir.
Yazının Devamını Oku

Yönetim sevdası

28 Eylül 2006
Başarısız sonuçlarda neden asla "kötü yönetim" olmaz. Gidenler hep "sonuna kadar arkasındayız" denilen teknik direktör olur. Başkan ve yöneticiler, "Teknik direktörün arkasındayız", söylemlerine başladığında, herkes ne anlama geldiğini bildiğinden, başlıyor "icraatı" beklemeye.

DÖRT büyükler de dahil kulüplerimizin birçoğunun başkan ve yöneticileri, takımları ne kadar başarısız olursa olsun, kendileri gitmeyi akıllarından dahi geçirmezler. Kötü gidişe hemen bir neden bulunur. Ama bu neden, asla "kötü yönetim" olmaz.

Gidenler, hep teknik direktör olur. İşin aslı traji-komik yanı da, başkan ve yöneticilerin teknik direktörlerden memnuniyetsizliklerini hiçbir zaman dışa vurmayıp, "Sonuna kadar arkasındayız" edebiyatı yapmaktan da çekinmemeleridir. (Başkan ve yöneticiler, teknik direktörlerinin arkası yerine, yanlarında dursalar yeter.)

Koltuğun cazibesi

Ama bizler, yöneticilerin arkasına geçtikleri teknik direktörlerin "gidici" olduğunu hemen anlarız. Büyük tantanalarla ve omuzlarda taşınarak karşılanan teknik direktörler, gidişlerinde el sallayacak bir uğurlayıcı dahi bulamazlar. Yani, gelişleri ne kadar muhteşemse, dönüşleri de o kadar hazindir.

Galatasaray’da Mircea Lucescu, Fatih Terim, Gheorghe Hagi için "Anca beraber kanca beraber" nutukları atıp, "Sonuna kadar arkasında duracağız" diyen Özhan Canaydın, sıra değişime gelince, tercihini hep teknik direktörleri göndermekten yana kullanmıştır.

Beşiktaş’ta Yıldırım Demirören’in "Sonuna kadar arkasındayız" dediği Vicente Del Bosque ve Rıza Çalımbay anında yok oldular. Şimdi de Jean Tigana’nın arkasında olduğunu söylemeye başladı. İnşallah, onun da akibeti diğerlerine benzemez.

Fenerbahçe’de de bu komedi yıllarca devam etti. Mustafa Denizli, Rıdvan Dilmen, Oğuz Çetin, Werner Lorant, Christoph Daum için de başkan ve yöneticilerin tamamı, sonuna kadar arkasında olduklarını söyleyip, gereğini yaptılar.

Koltuğuna döndü

Hiçbir başkan (bir-iki istisna hariç), kendinden iyi yönetecekler bulunduğunu ve asıl çözümün istifa olduğunu düşünmez. Bir ara Aziz Yıldırım, istifa etti.

Ancak bir başka adayın çıkmasına dahi tahammül gösteremeden, cazibesine dayanamadığı koltuğuna geri döndü. Böylece bu istifanın da "gündem değiştirmek için" yapıldığı ortaya çıktı.

Şaka oldu, kaka..

14 yıl üzerine şampiyon olan Galatasaray’da genç bir yöneticiydim. Bir gün yönetim kurulunda şaka yollu ve yarım ağızla "Ben yoruldum, seneye yokum" dedim. O zaman isimlerini "üç uzunlar" koyduğum, yönetim kurulu üyesi arkadaşlarım Faruk Süren, Özhan Canaydın ve Ersin Börteçin benden ne kadar usanmışlar ki, hemen bana hak verip, "Sen gerçekten yoruldun, biraz dinlen!" dediler. Anında Ali Tanrıyar ağabeye, "Ergun Gürsoy’a yazık oluyor, başkan lütfen müsaade et!" dediler.

Sağolsun başkanımız da arkadaşların ricasını kırmadı; şaka, kaka oldu. Pişman olsam da sözümün arkasında durdum ve bu davranışım, altı yıl yönetim kurulunun dışında kalmama maloldu.

Şimdi başkan ve yöneticiler, "Teknik direktörün arkasındayız" söylemlerine başladığında, herkes bunun ne anlama geldiğini bildiğinden, başlıyor "icraatı" beklemeye.

Kükreyen aslan, yürekli hakem!..

PROFESYONELLİK bilincinden uzak, kurallardan bihaber futbolcularımızın "gereksiz sarı kart" görmeleri, anlaşılır gibi değil.

Bakıyorsunuz futbolcu, rakip sahada ve takımı için en ufak bir tehlike yok; ama kasti faul yapıp sarı kartı görüyor. Asıl üzerinde durmak istediğim, hakem kararlarına gösterilen yersiz ve aşırı tepkiler. Futbolcularımız, tartışmaya açık en ufak bir yanı bulunmayan kararlarda dahi, el-kol hareketi yapıp bir şeyler konuşarak (Seslerini duymasak da bunların bazılarının ne olduğunu hareketlerinden anlayabiliyoruz) hakemin üzerine yürüyorlar.

Hani bıraksalar, sanki hakemi dövecekler! Kendi hatalarını ve yetersizliklerini kamufle etmek için, orkestra şefi gibi seyirciyi yönlendirip, küfür ettirerek, zaten ekonomik zorluklar içerisindeki kulüplerin, ödenmesi güç para cezalarına maruz kalmasına neden oluyorlar.

Avrupa’ya bakın

İş bununla da bitmiyor, asıl facia bundan sonra başlıyor. Hakemin kararına "kükreyen aslan" edasıyla tepki veren futbolcu, sarı kartı gördükten sonra, ikincisini görürüm endişesiyle "süt dökmüş kedi"ye dönüyor. Maçın devamında ise pozisyonlardan kaçıyor, rakibiyle gerektiği gibi mücadele edemiyor, takımına büyük zarar veriyor.

Oysa Avrupa’da oyuncuların bu tarz davranışlarına pek sık rastlanmıyor. Hatta hafta sonu seyrettiğim Newcastle-Everton maçında hakem 2 kırmızı, 4 sarı kartla oyuncuları cezalandırdı. Ancak verilen bu kararlara oyuncular tarafından (tartışmalı bile olsa) en ufak bir itiraz olmadı.

Hakemlerimize de bir çift sözüm olacak... Avrupa liglerinde hakemler, belli bir davranış ve tutum içinde futbolculara kart gösteriyorlar. Cezalandıracağı futbolcuyu önce yanına çağırıyor, sonra, kararlı bir eda ile kartını gösteriyor. Ve bunu yaparken sukünetinden hiçbir şey kaybetmiyor.

Acele ve telaşla

Bizim hakemlerimizse, cezalandıracağı futbolcunun yanına, koşarak gidiyor. Aleyhindeki seyirci tezahüratının biran evvel bitmesini sağlayabilmek için ya da "Seyirci tepkisi ile kart gösterdi" demesinler diye, acele ve telaşla kartını gösteriyor.

Futbolcularımızın da hakemlerimizin de bu konuda daha duyarlı ve özenli olmasını bekliyoruz.

Bu ikili yanyana OYNAYAMAZ

HER sezon takımların başarısızlıkları için bir takım bahaneler bulunuyor. Sonunda, bu bahanelere uygun bir söylem öne çıkıp moda oluyor.

Bu sezon da "Bu ikili yan yana oynamaz" söylemi, çok revaçta. (Beşiktaş’ta Delgado-Ricardinho, Galatasaray’da İliç-Carrusca, Fenerbahçe’de Tümer-Alex gibi)

Diyelim ki, bu saptamanız doğru... O zaman yan yana oynayamayacak bu oyuncuları neden transfer ettiğimizin hesabını vermemiz gerekmez mi?

Böyle bir görüşe asla katılmıyorum. Daha önceki bir yazımda, İtalya’da Dünya Karması’nda savunma görevi verilen Rıdvan Dilmen’in bu mevkii hiç yadırgamadan başarılı bir oyun çıkardığını anlatmıştım.

İyi bir futbolcu, kalecilik hariç, her yerde oynayabilen ve kendisine verilen görevi layıkıyla yerine getirebilendir.

Bu durumda üç olasılık var; ya bu transferleriniz iyi futbolcu değil, ya siz bu futbolcuları oynatmayı bilmiyorsunuz, ya da transfer yapmayı beceremiyorsunuz.

Düşünün, doğru sonucu siz bulun...

FIKRA GİBİ...

Gazeteciden ÇOK İYİ dost olur!

LIVERPOOL-Galatasaray maçı için İngiltere’ye güzel bir program yaptık. Ancak, belimde büyük bir arıza meydana geldi. Masörüm çok iyi iş yapmak için fazla zorladığından gerdirme nedeniyle fıtık olduğum ortaya çıktı. Yakın dostumuz ve aile hekimimiz Prof.Dr.Azmi Hamzaoğlu, ameliyat olmam gerektiğini söyledi.

Acı haberi Ayşe’ye (sevgili eşim) ilettiğimde gülümseme ifadesi, yerini derhal somurtmaya bıraktı; kaşları çatıldı, yüzü asıldı. Geçireceğim operasyon, onu derinden etkilemiş ve üzmüş olmalıydı. Ayşe’nin bana olan engin sevgi ve düşkünlüğü, bir kez daha kanıtlanmıştı.

Çok duygulandım... Tam da bunları düşünüyordum ki, Ayşe sert bir ifade ile bana "Valizleri hazırladım, programı bozamayız. Azmi bu ameliyat işini erteleyecek bir şeyler yapar" deyince, acı gerçeklerle yüzleştim. Durun daha bitmedi...

Bizi yanlız bırakamazsın

Aynı haberi Liverpool’da yorumculuğuna çıkacağım Star TV’nin "kamikaze kardeşleri" Serhat Ulueren ve Süleyman Rodop’a aktardım. İkisi birden, "Ağabey, bel ağrısından ne olur, bizi yalnız bırakamazsın. Mutlaka Liverpool’a gelmelisin" diye tutturdular.

Kafaya aldıkları Azmi Hamzaoğlu da bu üçlüye katıldı. Ayşe’nin ve Star TV’nin hatırına, ufak tefek bazı tamiratla beni yola hazır hale getirdi.

Bu dörtlüye "Tamam, ama bu egoistliğinizi okuyucularımla paylaşırım" dedim. Dördü de "Okuyucular bizi yanlış anlar" diye itiraz edip, serzenişte bulundular.

Yazı ve yayın her

şeyin önüne geçiyor

Sevgili okuyucular, daha içerisine yeni girdiğim bu camiada gördüm ki; yazı ve yayın her şeyin önüne geçiyor ve önemli bir konu bulamazsan, en yakınlarını bile çekinmeden haber yapıp, yazıya dökebiliyorsun.

"Gazeteciden çok iyi dost olur!.." diye ne de güzel söylemişler.
Yazının Devamını Oku

Şark kurnazlığı mı?

23 Eylül 2006
FORMULA 1’de aldığımız ceza ile ilgili çeşitli görüşler ortaya atıldı. "Şark kurnazlığı" olarak niteleyenler dahi oldu. Uluslararası kuruluşların, bundan böyle bu tür etkinliklerde bize karşı ihtiyatla yaklaşacakları, isteksiz davranacakları ileri sürüldü.

Yapılan iş çok önemli ve değerli. Bana sorarsanız, 5 milyon dolar eder. Dünya spor kamuoyunu yakından ilgilendiren bir yarışla, bazılarının Türkiye’den dahi habersiz olduğu bir ortamda, bilerek ya da bilmeyerek, K.K.T.C’nin tanıtılması 5 milyon Dolar’a "kelepir"dir. Konu ile ilgili başlatılan polemikte, Rıfat Hisarcıklıoğlu "aslan gibi kükredi." TOSFED başkanını korkaklıkla itham etti. Bu çıkışı üzerine, bir çokları "Vay be, ne yürekli adammış" dediler.

Cin gibi adam

Hisarcıklıoğlu’
nu fazla tanımam. Muharrem Eskiyapan ağabeyim kendisini methettiğinde, bunu yakın akrabalıklarına bağlamıştım. Ancak TOBB gibi bir kuruluşu ele geçirmesi ve o gün bugün de başarı ile yönetmesi, iş aleminin duayeni bir ağabeyimin "Çok iyi yetişmiş, cin gibi bir adamdır" ifadesini doğruluyor. Bu ağabeyim, "Kupa töreni, önceden tasarlanmış örgütsel bir düzenleme değil, Hisarcıklıoğlu’nun o anda geliştirdiği kişisel zekasının bir ürünüdür" dedi. Ben de aynı kanıdayım.

1990 yılından beri TOBB’u takip ediyorum. Yarı resmi bu kurumun 1 milyar dolar parası olduğunu biliyorum. Daha önceki başkanların ikisi de arkadaşımdır.

Büyük depremde prefabrike konut sağlanması, TOBB Üniversitesi’nin kurulması, başbakanlığa helikopter alınması gibi güzel işleri ile "Kel başa şimşir tarak" misali abartılı plazaların dışında, ülkeye ve mensuplarına, ahım-şahım bir hizmetinizi duymadım. Ama, mevcut hükümetlere diklenmekten, onları alaşağı etme girişimine kadar her önemli olayda başrole soyundunuz.

Külfetine katlanmalı

Şimdi F1 nedeniyle verilen cezayı kimin ödeyeceği tartışılmamalı. Tek başına, bir milyara yakın insana K.K.T.C’nin ve onun Cumhurbaşkanını tanıtabilme onurunun bedelinin olması doğaldır. TOBB gibi kasada 1 milyar dolar parası olan bir kuruluşun, 5 milyon dolar cezayı karşılaması "devede kulak" bile sayılmaz. Para cezası şöyle ödensin, böyle paylaşılsın, diye tartışma açmanın bir anlamı yok. Olayın nimetinden yararlanan TOBB, külfetine de katlanmalı. Ayrıca bu yükümlülüğünüz, milletten aldığınızı millet için harcama borcunuzun da gereğidir.

Hisarcıklıoğlu, kükremesinin karşılığı bu parayı, el açmadan, TOBB’un kasasından ödemelidir. Kabadayılık, yüreklilik yanında parayı da gerektirir...
Yazının Devamını Oku

Böylesi yok

21 Eylül 2006
Her ne kadar "yüzme havuzu" olarak adlandırılsa da, bu tesiste Yılmaz Hoca’nın anlatımı ile "İnsanlar suda yaşamayı öğrenecekler." FINA kurallarına uygun bu havuzda Avrupa, Dünya ve başka her türlü uluslararası yarışmalar yapılabilecek.

BİR kez daha anladım; medyamız gördükleri ve duydukları yerine kendi bildiklerini, işine geldiği gibi yayınlıyor.

Çoğu medya organları, yaptırdığım yüzme havuzunu ve yapımını gerçeğinden farklı, eksik yansıtarak haber yapma yoluna gitmiş. Benim ve Spordan Sorumlu Devlet Bakanımız Sayın Mehmet Ali Şahin’in konuşmasını burunlarıyla dinlemiş olacaklar ki, bugüne kadar ülkemizde bu niteliklere sahip bir havuzun yapılmadığını dahi anlayamamışlar.

Kalamış’ta mevcut, fiziki ömrünü tamamlamış, 25 metrelik havuz, yüzme denince akla gelen ve 27 kez şampiyon olmuş Galatasaray’a hiç yakışmıyordu. Havuz gereksinimini karşılayabilmek için önce Kalamış’ta bir proje başlatıldı. Havuzun temeli atıldı. Ancak ya ihale edenin ya da ihale edilenin beceriksizliği, belki de kötü niyeti ile iş yarım kaldı. O zamana kadar yapılanların üstü toprakla örtüldü.

Sırtta kambur görülür

Daha önce de yazmıştım... Yöneticiler, "popülaritesi ve vitrini" nedeniyle sadece futbol ile ilgili görevlere talip olur, amatör spor dalları ile ilgili görevler için isteksiz davranırlar. Başkanlar da amatör sporlara sıcak bakmaz, bunları "sırtında kambur" olarak görürler. Çok sıkışırlarsa da "Benim işim başımdan aşkın, gidin işinizi kendiniz halledin" derler.

Bu iş de üstüme yıkılmasın diye eski bir "mukavemet yüzücüsü" olduğumu, saklıyordum. Trabzonspor Müzesi’nde gördükleri bir fotoğrafımdan öğrenmişler. Galatasaray’a sayısız şampiyonluklar yaşatan hocamız Yılmaz Özüak, su sporlarına destek olmam için sürekli ısrar ediyordu.

2 sene bu işle uğraşıp durduk

Herhalde ben de yatkındım ki, iki seneden bu yana bu işle uğraşmaya başladım. (Benim bu yakınlığım, az kalsın Yılmaz Hoca’nın da işinden olmasına neden oluyordu. Neyse şimdilik herkesle diyaloğumuz iyi de, bu tehlike ortadan kalkmış gibi gözüküyor.)

Hocamızla birlikte havuz aramaya koyulduk. Sonunda Gençlik ve Spor İl Müdürü Sayın Tamer Taşpınar’la görüştük. Burhan Felek Spor Tesisi’nde kullanılmayan eski bir açık havuzun olduğunu, bundan faydalanabileceğimizi, söyledi.

Buradan yola çıkarak Gençlik ve Spor Genel Müdürü Sayın Mehmet Atalay’a başvurduk. Bize yakın ilgi gösterdi, yeniden yapmamız koşuluyla, havuzu uzun yıllar kiralayabileceğimizi ifade etti.

Kapıları herkese açık

TESİSLERİMİZ, kulüp ve renk ayırımı yapılmaksızın herkese açık. Sabah 06.00’da başlayacak hizmet, gece 24.00’e kadar kesintisiz devam edecek. Günlük 1.200 kişinin yararlanabileceği kapasiteye sahip. Etkinlikleri yüzme ile sınırlı değil, su topu, su balesi, mono palet ve su altı rugby gibi sporlar da yapılabilecek.

Belli saatlerde sporculara, belli saatlerde halka açık olacak. Fizyoterapiye ve özürlü çocuklara da hizmet sunacak. Yine Türkiye’de bir ilk olan, gerekli hijyen koşullarına sahip özel havuzundan 0-5 yaş arası çocuklar da yararlanabilecek. Her ne kadar "yüzme havuzu" olarak adlandırılsa da, bu tesiste Yılmaz Hoca’nın anlatımı ile "İnsanlar suda yaşamayı öğrenecekler." İşte medya, tamamen yeniden yapılan bir tesisi "havuz tadilatı" diye niteleyerek haber yaptı.

Medya, yapılan işleri küçültmek yerine, gereken değeri ve önemi vererek, kulüplerin ve devletimizin yetişemediği tesislerin yapımına diğer hayırseverleri de özendirmeye dönük haberlerle bu konuda üzerine düşeni yapmalıdır.

SON TEKNOLOJİ ÜRÜNÜ

BaŞkanImIz
havuz yapımını, 1-2 yükleniciye ihale etti. Bir yıl geçmesine karşın, sonuç alınamadı. Sözleşmenin iptali aşamasında görev bana verildi. Dokuz ay içerisinde eski havuzu tamamen yıkıp, birçok ekleri ile yeniden ve modern biçimde inşa ettik. İşin ilgi çekici yanı, eski havuza sadık kalarak gerçekleştirdiğimiz ilk yapım çalışması sonucunda, ölçülerin yanlış olduğunu fark ettik. Anladık ki, eski havuzun ölçüleri hatalıymış. Bir kez daha yıkıp, üstünü uzay çatı sistemi ile kapatıp, 50 yataklı kamp binası ve tribünü ile yeniden yaptık. Böylece, Türkiye’nin "yarı ve tam olimpik" (25X50 metre), Avrupa, Dünya vb. her türlü uluslararası yarışmalara ve FINA kurallarına uygun, son teknoloji ürünü elektronik donanıma sahip havuzu ortaya çıktı.

Açılışa kadar bir kez olsun inşaatı görmeyen başkanımıza ve yönetim kurulumuza da "açılış kurdelesini kesmekten" başka hiçbir zahmet yüklemedik.

Zengin kalpliler

Televİzyonlarda da devamlı reklamı yapılan bir halı firması sahibinden, tesis için birkaç parça halı istedik. "Sporcular halılarımızı kirletiyor, bu da imajımızı zedeliyor" diye isteğimizi reddetti. Okuyucularıma kir tuttuğu ve temizlenemediği anlaşılan bu markadan uzak durmalarını salık veriyorum.

Galatasaray’da kongre üyesi olan bir armatör dostumuzdan da 50.000 YTL parasal katkıda bulunmasını talep ettik. Cevaben "Erguncuğum, ben kulübe bir milyon dolar vermeyi düşünüyorum, böyle küçük paralarla uğraşamam" dedi.

Ralph Waldo Emerson ne güzel demiş, "Zengin bir kalp yoksa servet çirkin bir dilencidir."

NOT: İrticalen yaptığım konuşma sırasında isimlerini unuttuğum, su sporlarından sorumlu yöneticimiz Vedat İrdelp’in bizimle olan uyumlu çalışmalarından dolayı ve eski genel sekreterimiz Sinan Kalpakçıoğlu’na teşekkür ediyorum. Fenerbahçeli Ali Koç ve Mehmet Ali Aydınlar da renk ayırımı gözetmeksizin, tesisimize değerli ve gönülden katkılarda bulundular. Bu örnek ve seçkin davranışları için kendilerine şükranlarımı sunuyorum.

Nefesine güvenen 2

SPORU ve sağlığı ilgilendirdiği için son yıllarda çok konuşulup, pek de yazıya dökülmeyen uyarıcı ilaçlardan ve belli yaştaki kullanıcılardan bahsetmek istiyorum.

Benden önce Fatih Altaylı köşesinde yazdı. Ben de kendimi bu konuda yetkin görüyorum. Üstelik olay, onun değil benim yaş grubumla ilgili...

Bir eczacı dostum, malum ilaçların satışından söz ederek "Şimdiye kadar kendisi için alanı hiç görmedim, herkes bir arkadaşı (!) için aldığını söylüyor" demişti. Yani tam da "Kendim için bir şey istiyorsam namerdim" ifadesinde olduğu gibi.

Benim yaptığım istatistiklere göre, belli bir yaş gurubunun % 90’ı bu uyarıcı ilaçları kullanıyorlar ve gayet mutlular. Eczacı dostumun dediği gibi, bunlar arkadaşları için aldıkları bu ilaçları kullanıp, herkese yutturduğunu sanarak, icraatını tamamlıyorlar. Bu işi tek yutmayan, ya da yutmuş gibi davranan partnerleridir.

Doktorunuza danışarak, mutluluğunuzu devam ettirebilirsiniz. Bu konuda fetva da aldım. Ne günahı var, ne de kötü bir yanı... Hayırlı işler dilerim. "Nefesine güvenen borazancıbaşı..."

Cavcav’a açık mektup

SAYIN Cavcav... Vestel Manisaspor yenilgisi sonrası yaptığınız gereksiz ve hatta saldırgan çıkışınızdan, şimdiye kadar hakkınızda yazılan uyarıları hiç dikkate almadığınızı, bir kez daha anladım.

Yine söylüyorum. Başkanlar, şeref tirübünü yerine açık tirübünden maç seyretmek zorunda kalmamak için, sarf ettikleri sözleri çok iyi tartmalıdır.

Size tavsiyem, benim yanıma gelip bir müddet istirahat etmenizdir.

5-0’lık yenilginin faturasını kestiğiniz MHK’ye acımasızca saldırıp, başkanını yerden yere vuruyorsunuz. Ama MHK’nin önceki başkanı Ufuk Özerten’den çok memnundunuz. O zaman da rakipleriniz ağlayıp sızlıyordu.

Acaba, Sayın Cavcav’ın arzusunu nasıl gerçekleştirebiliriz diye düşündüm. İşin içinden çıkamadım. Zira, Ufuk Özerten eskisi gibi değil, şimdi resmen yönetim kurulunuzda...

Size uygun tek çözümün, Allah’tan sağlıklı ve uzun ömür dileyip, ileride yapılacak federasyon seçimlerinde Ufuk Özerten’i destekleyerek, onu MHK’nin yeniden başına getirmeniz, olacağı sonucuna ulaştım.

Gülme komşuna...

FENERBAHÇE kaybettiğinde bazı dostlarımı telefonla arar, onlara takılırım. Galatasaray yenilince de bana yüzlerce telefon gelir.

Sakaryaspor yenilgisinden sonra, aramızda daima tatlı bir rekabet olan Koç Holding’in eski başkan yardımcılarından "hasta Fenerbahçeli" Cengiz Solakoğlu’na "geçmiş olsun" diye telefon ettim. Hemen işi Galatasaray’a getirip bir anısını anlattı.

Fenerbahçe’nin şampiyon olduğu bir sezon sonunda, yurt dışında bulunan 6 yaşındaki torununu arayıp, Fenerbahçe’nin şampiyonluğuna sevinip sevinmediğini, sormuş. Çocuk da "Dede sevinmedim, çünkü Galatasaraylıların üzülmesini istemiyorum, keşke berabere kalsalardı" demiş. Cengiz ağabey de sözü hemen, Galatasaray’ın bu sezon sürekli aldığı beraberliklere getirerek, Sakaryaspor yenilgisini örtmeye çalıştı.

Eee... "Balık baştan kokar" Fenerbahçe’nin yenilgilerinde, Galatasaray’ın şampiyonluğunda Aziz Başkan’ın mutlaka bir hadise çıkardığını anımsayıp, Cengiz Solakoğlu’nun bu kadar mızıkçılığını hoş karşılıyoruz.

Ancak bu hafta sonu Galatasaray gerçeği gördü ve Beşiktaş’ı yenerek, bu döngüyü kırdı. Benim de Fenerbahçe’ye, "Gülme komşuna, Sivas’ta gelir başına" demekten başka sözüm kalmadı.
Yazının Devamını Oku

Bir şans daha verin

14 Eylül 2006
Olimpiyat Stadı’na ulaşımda önceki gece yetkililer üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmedi. Oysa yaşanan işkenceden kurtulmanın yolu basit; 2005 Şampiyonlar Ligi finalindeki uygulamanın aynısını yapmak. İstanbul Valisi Muammer Güler, bir daha sorun yaşanmayacağının sözünü verdi. GALATASARAY-Bordeaux maçı gecesinin bir kazananı bir kaybedeni vardı. Galip olanı G.Saray taraftarı, mağlup olanı da bu maçın trafik organizasyonunu gerçekleştiremeyen yetkililerdi.

G.Saray iki senedir seyircinin yokluğundan sitem ediyordu. Son dönemde bir türlü diyalog kurulamayan seyirci önceki gün patladı. Belki de uzun süren hasretin coşkusuyla tribüne koştu. Hem de ne koşmak. Atatürk Olimpiyat Stadı’na ulaşmak büyük bir işkenceye direnmeyi gerektiriyordu. Ve taraftar tüm bu zorluğa göğüs gererek, son anlarında bile takımını seyredip desteklemek için 85. dakikada da olsa stada girdi. İşte takımına yürekten bağlı, bu gerçek futbol seyircisine teşekkür edip alınlarından öpüyorum.

Ya kaybedenler

Gelelim gecenin mağluplarına... Trafik sorunuyla yetkililer sınıfta kaldılar. G.Saray Başkanı Özhan Canaydın, 3 gün önce 60 bin biletin satıldığını kamuoyuna duyurdu. Bu demek ki, bedavalısı, davetlisiyle stada gelecek kişi sayısı 90 bine ulaşacak. G.Saray seyirci sayısını ilan etti, belediye otobüslerini verdi, peki işler neden aksadı? Öncelikle bu 90 bin kişiye göre tedbir alınmadı. Umursamazlık, ilgisizlik işleyişi aksattı.

Yollarda çalışmalar var, ama ne işaretle uyarılar, ne de bir düzenleme yapılmıştı. Bazı yollar trafiğe kapatılabilir, bazı yollar tek yön veya çift yön olarak verilip akışı stada ulaşıma göre düzenlenebilirdi. Hafriyat kamyonlarının, tanker gibi ağır vasıtaların o bölge yollarını kullanmaları engellenebilirdi.

Görevli ekiplerle trafiğin yönlendirilmesi sağlanabilirdi. Ama dedim ya bunlar yapılmadı.

Vali söz verdi

Oysa bunların hepsi çok değil Mayıs 2005’te Atatürk Olimpiyat Stadı’ndaki Şampiyonlar Ligi finalinde en ufak bir aksıklık yaşanmadan uygulanmıştı. Milan-Liverpool finalinde binlerce insan bu stada en ufak bir sorun yaşanmadan gidip, gelmişti.

Geçen yaklaşık 1.5 yılda herşey daha iyiye gitmesi gerekirken neden kötüye gitti dersiniz. Yanıtı basit; umursamazlık. Allah’a bırakılmış bir gündü 12 Eylül. Sayın İstanbul Valisi Muammer Güler ile dün görüştüm. Sayın Vali, bundan sonra Şampiyonlar Ligi finalindeki gibi önlemler alacaklarının ve aynı sıkıntının bir daha tekrarlanmayacağının sözünü verdi. Toplu taşıma araçlarının kullanımından tutun da organizasyonun her aşamasında valilik ile belediyenin koordinasyon kuracağını belirtti.

Çözümü basit

Ben de söz veriyorum, bu işin peşini bırakmayacağım ve aynı sıkıntının tekrar yaşanmaması için elimden gelen gayreti göstereceğim. Şimdi G.Saray taraftarının yapması gereken şey, bu stada bir avans daha vermek. Ben seyircimizin bu yaşanan sıkıntıyı bir defalık olsun sineye çekeceğine ve Olimpiyat Stadı için G.Saray’a bir şans daha vereceğine yürekten inanıyorum. Yeniden aynı çile yaşanırsa da, isteyen istediği gibi eleştirsin, isteyen takımını desteklemeye gelsin, istemeyen gelmesin.

Çözüm kolay; Şampiyonlar Ligi finalinin uygulamasını yapmak. Yoksa bu stada gerek de yok. Seyirci istemeyen bir işte, çayır çimen olarak kullanabilirsiniz.

Protokol Tribünü yol geçen hanından farksız

FİKRİMCE, "stat anarşisi" sorununa önce "Protokol Tribünü"nden başlayarak, çözüm getirmek gerekiyor. "Uyulması gereken kuralların genel adı" anlamına da gelen protokolün, stadyumlarda tam bir kural tanımazlığa dönüştüğüne sık sık tanık oluyoruz.

Protokol Tribünü’nde oturma yetkisi kurallara bağlanmış, ama buna uyulmadığını hepimiz biliyoruz. Hatır, gönül ya da başka etkenlerle, bu kural rahatlıkla çiğnenebiliyor. Bir yolunu bulan, parasını ödeyen herkes Protokol Tribünü’nde oturabiliyor. Protokol Tribünü’ndeki karmaşa bununla da bitmiyor.

Saldırılar seyrediliyor

Kimi zaman bu kişiler, kimi zaman da gerçekten "protokole dahil zevat" içinden birileri, konuk takımın başkan ve yöneticilerine -ki, bunlar yabancılar da olabiliyor- sözlü ve hatta eylemli saldırılarda bulunuyorlar. Ve maalesef, aynı yerde bulunan mülki amirler, güvenlik güçleri de bu saldırıları sadece seyretmekle yetiniyorlar.

Fenerbahçe’nin Şükrü Saracoğlu Stadı’nın Protokol Tribünü’nde oturan bir milletvekili, fanatik amigolara taş çıkartırcasına aşırı tepkiler veriyor, hırçın davranışlar sergiliyor. Kendisiyle aynı takımı tutan yanındaki seyircilerin bile bundan rahatsızlık duyduğu anlaşılıyor. Görülüyor ki, işin cıvığı çıkmış.

Denetim altına alınmalı

Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’ne bağlı olan protokol tribünleri derhal denetim altına alınmalı, hak edenlerin dışındaki kişilerin buraya girişlerinin engellenmesinden başlanarak, gereken önlemler uygulamaya konulmalı ve "yol geçen hanı" olmaktan çıkarılmalıdır.

Bu işin, sıkı takipçisi olacağım. Bir müddet düzelmesini bekleyeceğim. Olumlu adımlar atılmazsa, isim vererek somut açıklamalarda bulunmaktan kaçınmayacağım.

FEDERASYONU YOK SAYAMAZSINIZ

FENERBAHÇE’nin türlü bahanelerle federasyon aleyhine başlattığı kampanya, sistemli ve kesintisiz biçimde sürüyor. Bol gollü galibiyetlerinde dahi federasyon aleyhine tezahürattan vazgeçmiyorlar.

Fenerbahçe, alışkanlık haline getirdiği bu tutumunu derhal masaya yatırmalıdır. Herkesin huzuru için yöneticiler, üzerine düşeni yapmalı, taraftarını, seyircisini, yandaşlarını uyarıp, sağduyuya davet etmelidir. Burada da asıl görev ve sorumluluk, Aziz Yıldırım’a ait olduğundan, kendisinden gecikmeden bu yolda açıklamalar bekliyorum.

Bir şeyin altını çizelim: Fenerbahçe, federasyonun "patron" olduğu bir ligde federasyonu yok sayamaz.

Bu kadro ve seyirci avantajı ile hala özlediği başarıyı yakalayamayan Fenerbahçe, federasyonu suçlamaktan vazgeçip, bunun nedenlerini kendi içinde aramaya başladığında, doğru yolda ilk adımı atmış olacaktır.

DEREYİ GÖRMEDEN

MİLLİ
Takımımız’ın Malta galibiyeti ile Avrupa Şampiyonası’na gidiyormuşuz gibi havalara girdiğimizi gözlüyorum. Rakiplerimiz Norveç ve Macaristan, hiç de kolay geçilecek ekipler değil.

İsviçre ile oynadığımız Avrupa Şampiyonası eleme maçından önce de aynı havalara girmiştik. İlk maçta hiç beklemediğimiz bir sonuçla karşılaşıp, 2-0 yenildik. Rövanş için ülkemize gelen konuk İsviçre takımına karşı havaalanından itibaren başlattığımız tacizi, saha içinde de sürdürdük. Bu olumsuz görüntüler, İsviçre karşısında ortaya koyduğumuz güzel oyunu gölgelemekle kalmadı, yabancıların gözünde "saldırgan millet" imajının doğmasına neden oldu, tüm dünya tarafından yadırgandık. Sonrasında da, giderilmesi olanaksız cezalarla baş başa kaldık.

Futbol, sonuçta bir spor ve oyundur. Yenmek de var, yenilmek de...

"Motivasyon" ile "tahrik"i birbirine karıştırmayalım. Bir daha aynı olumsuzlukları yaşamamak için, başta federasyon yetkilileri olmak üzere, herkes amacını aşan iddialı söylem ve açıklamalardan kaçınmaya özen göstermelidir.

Genç hakemler...

MERKEZ Hakem Kurulu’nun hakemlik kurumunu, şu ya da bu biçimde yıpranmış belli isimlerin tekelinden çıkarmak için genç hakemlere görev vermesini, doğru buluyorum.

Daha da önemlisi, ülkemizde her alanda (özellikle başkanlıkta) hakim olan, her ne olursa olsun, statükoyu ve görevi devam ettirme anlayışını ortadan kaldırmaya dönük bu radikal uygulamanın diğer alanlarda da yansıma bulmasını, başka kişi ve kurumlara da örnek olmasını diliyorum.

Hemen genç hakemlerimizin önünü kesmeyelim. Yüce önderimizin ulusumuzun geleceğini emanet ettiği gençlerimize, futbol maçı yönetme sorumluluğu vermekten korkmayalım.

Zorunlu bir yanıt

GEÇTİĞİMİZ cumartesi günü trajı yüksek bir gazetede yayınlanan, benim de yönetici olarak içinde yer aldığım transfer alış-verişi ile ilgili yazıdaki yanlışlık, bu düzeltmeyi yapma zorunluluğunu ortaya çıkardı. Belli ki, bu arkadaşımız araştırma yapma gereğini duymadan yazıyı kaleme almış. Oysa, ilgililere açacağı bir telefonla doğru bilgilere ulaşabilirdi.

1996-1997 sezonunda finansman için gereken nakdi, kişisel olarak bankaya borçlanarak sağladım. (Daha sonra faizlerin tümünü, anaparanın da bir bölümünü bizzat ödedim.) Bu parayla İrfan Kurtoğlu’nu gönderip, yeni ihtilal olmuş Romanya’dan bin bir zorluk ve ekstra harcamalarla Adrian İlie’yi 1.000.000 dolara, Iulian Filipescu’yu 400.000 dolara Galatasaray’a transfer ettik. Daha sonra Adrian İlie’yi 7.500.000 dolara, Filipescu’yu 3.500.000 dolara sattık ve böylece çok iyi bir gelir elde ettik.

Ayrıca, Avrupa kulüplerinin de zaman zaman, örneğin 20.000.000 dolarlar seviyesinde yaptıkları transferleri, sıfır bonservislerle ve futbolcunun alacağı taksitlerin bir kısmını da cepten ödeyerek, başka kulüplere kiraladığı ya da sattığı da bir gerçektir. Bu tür yazıları bazen benim gazetemde de görüyorum. Yeni yöneticilere şirin görünmek adına, yaşamının yarısını bu yolda harcayan bizleri yok saymak, en hafif tabiriyle, hiç de hoş değil.

Yaptıklarımız için kimseden övgü beklemiyoruz, ama haksız yergiye de tahammülümüz olmaz.
Yazının Devamını Oku