Ergun Gürsoy

Dut yemiş bülbüller

13 Temmuz 2006
Seçimler biter. Listede birden fazla yöneticiye söz verildiği için ikinci başkanlık, başkan yardımcılıkları ve futbolun başına talip olanlarda yarış, sevinç ve üzüntü bir arada yaşanır. Geri kalan şubelere kimse talip olmaz. SEÇİMLERDEN hemen sonra, neden yönetimler istifa noktasına gelir? Çok listeli seçimlerde hedef, ne olursa olsun, seçimi kazanmak olduğundan listeye alınanların uyum ve kalitesine değil, oy potansiyeline bakılır.

Ve seçimlerin ertesinde yönetimler çatlak vermeye başlar.

Bildiğim kadarı ile Ali Uras’ın son başkanlık, Alp Yalman ve Faruk Süren ilk başkanlık; Özhan Canaydın’ın tüm başkanlık listelerinde böyle olmuştur. Bu durumda başkanlarda gerçek başkan gibi hareket edemezler.

Sevinç ve üzüntü

Seçimler biter. Listede aynı yere birden fazla yöneticiye söz verildiği için ikinci başkanlık, başkan yardımcılıkları ve futbolun başına talip olanlarda yarış, sevinç, üzüntü bir arada yaşanır.

Görev bölümü büyük gürültü ve kırgınlıklara neden olur. Geri kalan şubelere kimse talip olmak istemez; işlerini, ailelerini öne sürüp teşekkür ederler. "Başkanım beni mazur görün, ama seçilecek arkadaşlara her türlü yardıma hazırım" deyip iki sene boyunca "dut yemiş bülbül" gibi otururlar.

En iyi Yıldırım

(Galatasaray yönetimine ilk seçildiğimde, bana "veznedar üye" görevi verilince çok sevinmiş, hemen başkanımın elini öpüp teşekkür etmiştim.)

Bunlar daha çok, seçilmek için kendileri liste oluşturup, sonra da seçilecek listeye balıklama atlayan yönetici tipleridir. Sonra da: "Bana görev verilmiyor, olan bitenden haberimiz olmuyor" diye yakınıp sağda solda dedikodu yaparlar.

Bu işin üstesinden en iyi Aziz Yıldırım geliyor. Bir ikinci başkan ve genel sekreterin dışında asil üyelerin tamamı asbaşkan oluyor. Kervan da güzelcecik yürüyor.

Yaşanan bu olumsuzlukların çaresi, seçimlerden önce duayenlerin ve yüksek divan kurullarının uzlaşmayı ve tek listeyle seçim yapılmasını sağlamasıdır. Bizim divanımızın böyle bir uygulaması yok denecek kadar azdır.

Resti görmedi

OKAN’ın transferine sıcak baktığımı önceki yazımda belirtmiştim. Alınış şekli ne yazık ki Galatasaray’da başkanlık sistemini alt-üst etmiştir. Her zamanki gibi Canaydın, ilgili ilgisiz kişilerin tepkilerinden çekindiğinden, OKAN’ı almayacağını diğer yöneticilere de söylemiş, ancak Adnan Polat’ın "istifa restini" göremediğinden, yönetim kurulunda tartışmaya dahi açamadan, Okan’ın transfer edilmesine karar vermiştir.

işimiz zor

Yazarlıkta mucitlik peşinde değilim, sadece gerçekleri ve herkesin düşünüp de yazamadıklarını yazma çabası içerisindeyim.

DAHA önce şahsıma attığı iftira ve yazdığı yalanlardan hüküm giyen ve tazminata mahkum olan bir spor yazarı, yazılarımı Bülent BOĞ’un yazdığını iddia ederek, yalan haber üretmeye devam ediyor.

Yazarlıkta mucitlik peşinde değilim, sadece gerçekleri ve herkesin düşünüp de yazamadıklarını yazma çabası içerisindeyim.

Bunu yapmak da zor bir şey değil. Yazınızın sağlam temellere dayandırılması, biraz yürekli ve geçmişinizden emin olmanız yeterli.

Açıklamam gerek

Ben şiir, edebi metin, şarkı sözü yazmıyorum. Sporla ve özellikle futbolla ilgili bilgi ve birikimlerimi, dilimin döndüğünce aktarmaya çalışıyorum.

Doğrusu, başka kanallardan da kulağıma bu tür söylentiler geldi.

Beni tanımayan bir çokları "Gerçekten kendisi mi yazıyor?" diye düşünür olmuşlar.

Öz geçmişim çok yazıldı, söylendi. Ama, öyle anlaşılıyor ki, eksik kalan kısımlarını açıklamam gerekiyor.

İlkokulu bitirene kadar yazları ve tatillerde "kuran kursuna" gidip kuran okumayı öğrendim.

Edebiyat bölümünden mezun olduğum lise eğitimimde "münazara takımında" yarıştım. İki sene İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi’nde (Türkoloji) okuyup Prof. Ali Nihat Tarlan , Prof.Faruk Timurtaş, Prof. Abdülkadir Karahan, Prof.Muharrem Ergin gibi büyük hocaların öğrencisi oldum. Yahya Kemal Beyatlı gibi büyük üstatların ders verdiği anfilerin havasını soludum. Göksu deresindeki "edebiyat ve meşk" gezilerine katılıp, bu fakültenin "futbol takım kaptanlığını" yaptım. Daha sonra Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nden mezun oldum.

"Şanlı Türk Ordusu’nda" 18 ay tankçı astteğmen ve teğmen olarak görev yaptım.

Kulak asmayın

Gençliğimde 4 ayrı spor dalında "lisanslı müsabık" oldum. 1984 yılından bu yana, Galatasaray Spor Kulübü’nde yöneticilik, 20 yıl Trabzon Kültür Derneği’nin başkanlığı, 6 yıl bir siyasi partide üst düzey yöneticilik, 35 yıl ticari hayatım var.

Bir sahife doğru yazı yazmak için sanırım böyle bir geçmiş yeterlidir.

İftiracılara lütfen kulak asmayın. Yazı yazarken zorlandığımı itiraf etmiştim. Her şeyi istediğiniz gibi yazamıyorsunuz...

Sayın Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer ile bir söyleşimizde : "Ben bütün medyayı yeterince takip ediyorum ve sizi de biliyorum." dediğinde, devletin en tepesinde oturan büyüğümüzden, en sade vatandaşa kadar herkesin sizi izlediği bir ortamda yazınızı beğendirmek gerçekten de zor.

2.5 kişi yönetiyor

"KULÜPLERİ 2,5 kişi yönetiyor."
Sözü doğrudur; bugün Galatasaray’da olduğu gibi.

Milyon dolarlık projelerin gündemini oluşturması gereken yönetim kurulunun, bütün zamanının kırtasiye giderleri, çaycının, kasabın alacağı vb. konularla meşgul edilmesi, seçilen yöneticilere yapılan en büyük hakarettir. Aslında bütün yöneticiler de bunun farkındadır. Ancak "Kulüplerde harcadığınız para kadar konulara vakıf ve söz sahibi olursunuz."

NOT

Herhangi bir yanlış anlamaya meydan vermemek için açıklayayım: Sayın Hıncal Uluç’un iki haftadır yazılarında sözünü ettiği "Ergun" ben değilim.
Yazının Devamını Oku

Eski tas eski hamam

6 Temmuz 2006
Seçim öncesi Özhan Canaydın ile konuşup problemleri çözeceğinin ve özverilerde bulunacağının sözünü almıştım. Hepsi önceki dönemlerde olduğu gibi, seçimi kazanma vaatleriymiş. G.Saray iyi yönetilmiyor, her kafadan bir ses çıkıyor, yetkiler tam olarak kullandırılmıyor. GEÇEN yöneticilik dönemimin yarısında, mutlu olmadığımı, tam yetki ile çalışamadığım için yöneticiliği bırakacağımı ilan ettim. Herkesin seçilmeyecek gözü ile baktığı Sayın Canaydın’ı, mevcut adayların iyisi olduğu için destekleyeceğimi söyledim.

Kendisi ile konuşup, Galatasaray’ın, problemlerini çözeceğinin ve özverilerde bulunacağının sözünü aldım. Bir nefer gibi çalışıp, oy vereceklere ve yönetime gireceklere ümit verdim. Hatta, zor da olsa son dakikada Ali Gürsoy ile Adnan Polat’ı, birlikte ve zar-zor ikna ettik. Seçimi kazandık. O akşam medyaya yaptığım açıklamada; başkanın değişeceğini, yeni bir yönetim anlayışı ile çalışacağını, benim de bunların takipçisi olacağımı, beyan ettim.

Vazgeçilmeyen alışkanlıklar

Ancak gerek mali konularda, gerekse transfer çalışmalarında değişen bir şey olmadı. Benim imzaladıklarım da dahil, ödenmeyen birçok senet vardı. Kısacası bu konuşmaların hepsi, daha önceki dönemlerde olduğu gibi, seçimi kazanmak için verilen vaatlermiş. Üç dönemdir seçilen Ali Dürüst, Ergun Gürsoy ve şimdi de Adnan Polat bunun en yakın tanıklarıdır. Futbolun başına Adnan Polat’ı tam yetkiyle getiriyorsunuz. Ancak eski alışkanlıklarınızdan vazgeçemediğinizden, futbol şubesinden habersiz, transfer kararı alıyorsunuz, gösterilen tepki üzerine bu kararınızdan da dönüyorsunuz.

Adnan Polat’ın, takımın başına Adnan Sezgin’i getirme isteğine de önce karşı çıkıyor, diretmesi üzerine geri adım atıyorsunuz.

Görülüyor ki, değişen bir şey yok; "Eski tas, eski hamam..."

Yetkiler tam kullandırılmıyor

Galatasaray iyi yönetilmiyor, her kafadan bir ses çıkıyor, yetkiler tam olarak kullandırılmıyor. Bu yarışta başarılı olmak için yetkili ve etkili olup, cesur kararlar almak gerekir. Seçimden önce şartlar belliydi. Siz bunları bilerek Galatasaray’ı yönetmeye talip oldunuz. Artık tüm fedakarlıkları oyunculardan beklemek yanlıştır.

Galatasaray yönetimi olarak ya transferde gerekeni yaparsınız, ya da yapamıyorsanız bunu mertçe açıklayarak, eskiden çok güzel günler yaşamış taraftarlarınızı beklenti içerisinde bırakmazsınız.

Okan’ın milyon dolarlık fedakarlığı az bulundu

UEFA Kupası’nın kazanılmasından sonra, ilgisizlik, bilgisizlik ve de parasızlıktan dolayı şampiyon kadro dağılmaya başladı. Ümit Davala, Popescu, Hakan Şükür para kazanmak için satıldı. Diğerleri de imkansızlıktan gitti.

Okan Buruk da bunlardan biridir. Okan, kendisine kabul edilebilir bir teklif yapılmamasına ve ödenmeyen sekiz aylık alacağına rağmen, Galatasaray’ı, diğer yabancı futbolcuların yaptığının aksine, UEFA’ya şikayet etmeden bugüne kadar bekleyen, kulübe büyük hizmetleri geçmiş bir oyuncudur. Geçen yıl Beşiktaş’a transfer olmadan önce bizimle görüştü. 800.000 dolar teklif ettik, kabul etti, ödeme takvimi istedi, veremedik. Bize haber verdikten sonra, 1.500.000 Euro’ya Beşiktaş’a gitti, "Hayırlı olsun" dedik.

Zor günlerimizde Adnan Polat’ın başlattığı yardım kampanyasında ancak 11 G.Saraylı’nın 100.000’er dolar verebildiği bir camia, çalışma süresi kısıtlı, tek geliri futboldan olan bir oyuncunun 1.000.000 dolarlık fedakarlığını az buldu. Bunlara sormak gerekir: "Kasalarından 25.000 dolarlık teberru makbuzu çıkarabilirler mi?"

Rakiplerimizin, basketbol şubelerine bile 10.000.000 dolar seviyesinde para harcayıp, futbol takımlarını flaş isimlerle donattığı şu günlerde, bizim Okan Buruk’u transfer etmemiz tatmin edici olmayabilir, ancak gereklidir.

Emre gelse Florya’ya helikopterle inerdi

GEÇEN dönem hocamız ve başkanımız ile birlikte Emre Belözoğlu’na teklif götürdük, ısrarla Galatasaray’a gelmesini istedik. Hatta eski başkanlarımızdan Selahattin Beyazıt vasıtasıyla Inter Kulübü’ne ricalarda bulunduk, başarılı olamadık. İnanıyorum ki gelseydi, helikopterle Florya’ya iner, imza törenini de başkanımız yapardı.

Bizi başarıdan başarıya koşturan futbolcularımız arasında ayırım yapmak doğru değildir. Bazılarını bağrınıza basıp bazılarını dışlayamazsınız.

Futbolcuyu yetersizliğinden dolayı almayabilirsiniz. Ama bazı gazeteci ve eski yöneticilerin şahsi kininden etkilenerek kararınızdan dönemezsiniz.

NOT: Seçimler sırasında Sn. Özhan Canaydın ve ekibine verdiğim desteğin, verilen sözlerin tutulup yerine getirilmesiyle sınırlı olduğunu, aksi halde en acımasız eleştirilerin tarafımdan yapılacağını açık seçik beyan etmiştim.
Yazının Devamını Oku

Hoşgeldin Koç

29 Haziran 2006
SEVGİLİ okurlarım... Büyük bir gazeteye yazı yazmanın, hele benim yazı yazmamın hiç de kolay olmadığını ancak işin içine girince öğrendim. Okurlar ve gazete sorumluları yıllardır benim tarzımı ve üslubumu bildikleri için yazılarımın da bu şekilde olacağını beklemişler. Ama durum hiç de öyle değil. Benim karışanım çok fazla. Eşim, "Bu yaşta herkesle uğraşman hiç hoş olmuyor", Galatasaray Yönetim Kurulu Üyesi oğlum Ali, sıkıntılı "Bu şekilde bizi bitireceksin", avukatım Adnan Kılıç, "Tazminat ve cezalara para yetiştiremezsin, üstüne üstlük sorumlu müdür sana izin vermez. Kulüp başkanları, yöneticiler ve eşleri darılır" vb. şekilde beni frenlemeye çalıştılar. "Peki ben nasıl yazı yazacağım?" diye kara kara düşünmeye başladım. Bu sırada aklıma Salomon’la Hayim’in hikayesi geldi...

Salamon’un Hayim’e borcu varmış ve ödemesi mümkün değilmiş. "Borcumu nasıl ödeyeceğim?" diye kara kara düşünüyor, gözüne uyku girmiyormuş. Boşa koymuş dolmamış, doluya koymuş almamış. Neticede Hayim’e telefon açıp borcunu kesinlikle ödeyemeyeceğini söylemiş. "Bundan sonra o düşünsün" diyerek, bir "ohh" çekip güzelce uyumuş.

Onlar düşünsün

Ben de kararımı verdim. Herkesi memnun etmeye çalıştığım takdirde, hiç kimsenin benden memnun kalamayacağının farkına vardım ve bu şartlarda yazı yazmaya başladım. Yakınlarımı, kulüp başkanlarını gözetirsem yazı yazamayacağımı anladım. Hikayede olduğu gibi bundan sonra biraz da bu kardeşler düşünsün.

Geçmişte köşe yazarlarına haksızlık etmişim; "Oh ne güzel! Köşe yazarları, yarım sayfa yazıyı on dakikada yazıp, bilmem ne kadar doları cebe indiriyor" diye düşünüyordum. Kazın ayağı hiç de öyle değilmiş.

Yöneticiliğim boyunca, aynı anda 8-10 televizyon kanalına ve gazeteciye irticalen röportaj vermeme ve konuşma yapmama rağmen, yazımı yazarken bu kadar zorlanacağımı hiç düşünmemiştim. Beğenilecek yazılar sorumluluklarını da beraberinde getiriyor.

Neyse 20-30 sayfa yazıyı buruşturup çöpe attıktan sonra yazımı gazeteye faksladım. Müdürümüz Esat YILMAER ve Bülent BOĞ, hem yazımın kısa olduğunu, hem de kimleri kastettiğimin anlaşılamadığını, kişileri iyi belirtmem gerektiğini ikaz ettiler. Üç günde zar zor yazabildiğim paragrafları genişletip, belirginleştirip tekrar faksladım. Gene de tatmin olduklarını zannetmiyorum. Ama "olur" verdiler. Bu on günlük sürede davranış ve düşüncelerimin değişmeye başladığını hissettim.

Benim, gemileri parçalayan (hurdacı) Bahtiyar Kardeş diye bir arkadaşım var. Yeni bir gemi görse "Ohh be! Bu gemiden çok güzel hurda olur" diye iç çekerdi. Hiç geminin yirmi yıl daha yük taşıyacağını düşünmezdi. Ben de artık her karşılaştığım olaya yazı gözüyle bakmaya başladım.

Okulu bitireli otuz yıldan fazla olduğu için antremansız olduğumu gördüm. Yazı yazma eğitimi almayı bile düşündüm. Eskiden, beni kızdıran bir yazı okuyunca, hemen yazarı arayıp tartışırdım. Geçmişle ilgili incittiklerimden özür diliyorum.

Zengin patronlar

Büyük ve köklü ailelerin bireyleri neden kulüplere kolay kolay başkan ve yönetici olmazlar? Olsalar da oralarda fazla kalamazlar. (İstisnalar hariç) Bu ailelerin ve bireylerinin gelirleri, şirketlerinin kar payları ve özel kira gelirlerinden ibarettir. Türkiye standartlarında, bu gelirlerinin tamamını mensup oldukları kulüplere harcasalar da, kimseyi memnun edemezler. Zaten harcayamazlar da. Çünkü bu insanların giderleri bir hayli kabarıktır. Bu vesile ile rakipleriyle veya yönetimdeki arkadaşlarıyla boy ölçüşmeleri bir hayli zor olur.

Bir de işin sosyal tarafından bakacak olursak, kavga etmezler, kanunlara ve kurallara aykırı, en küçük bir sapma göstermezler. Sözlerinde durmak zorunda olup, çeklerini de gününde ödemelidirler. Uğraşları her kesime hitap ettiğinden çok fanatik olamazlar. Buna karşılık, bakıyorsunuz hiç adı sanı duyulmamış 7-8 arkadaş, kulüp yönetimini oluşturuyor. Ömürlerinde bir kere olsun resmi kar etmemiş, "fakir şirketlerin zengin patronları" 100-200 milyon dolarlardan konuşup, zamanı gelince bu paraları nakit olarak çıkarabiliyorlar. Taraftarlarının büyük bir kesimi de, "Birinci olalım da, ne olursa olsun" anlayışı ile bu durumu çok güzel ve olumlu olarak karşılarlar. Hatta, devletin ilgili kademelerinin de kapsama alanına girmezler. Bu imtiyazlı durum karşısında ülkenin sevgilisi ve odak noktası oluverirler.

İnşallah kalıcı olursun!

Şimdi, böyle bir rekabet ortamında kültürlü, köklü ve zade olanlar devre dışı kalmaya mahkumdurlar. Onun için bu yerlerde fazla kalamazlar. Kalite ve imkan bakımından geride olanlar hep öne fırlayacaklardır. İstisnalar olabilir. Ali KOÇ da çok büyük bir istisnadır. Düzgün fiziği, giyim-kuşamı, tahsili, kültürü, davranışları, mevkii itibari ile alışık olmadığımız bir yönetici tipi. Avrupa kapılarında terlediğimiz şu günlerde kulüp yöneticiliği için biraz fazla. "Hoş geldin Ali KOÇ" gönülden söylemiyorsam bile, inşallah kalıcı olursun.

Yeni seçilen F.Bahçe Başkanı Sayın Aziz YILDIRIM ve Yönetim Kurulları’nı da ayrı ayrı tebrik ediyorum.
Yazının Devamını Oku

O koltuk taşınmaz

22 Haziran 2006
Kamuoyuna mal olmuş mevkiiler için Pir-i Pak olmak, vatandaşlık görevlerini yerine getirmiş olmak gerekir. Seçilirken verdiğiniz sözleri tutmalısınız. Ağlayıp sızlayıp, "Bana görev vermiyorlar" da dememelisiniz. YILLARCA çeşitli dönemlerde yönetici vasfıyla yer aldığım sporun, bugünden itibaren bir başka kulvarında sizlerin karşısına çıkıyorum... Yöneticiliğim sırasında, doğru olduğunu bildiği yolda ilerleyen, sözünü esirgemeyen, yaptığı işin en iyisini, en güzelini gerçekleştirmeye, onun hakkını vermeye çalışan kimliğimle ön plana çıktım. Spor yazarlığım da bundan farklı olmayacak...

Bu sütunlarda sizlerle birçok deneyimimi, doğru olduğunu bildiğim gerçekleri paylaşacağım. Kimi zaman yazdıklarım yine şimşekleri üzerime çekecek. Ama ben doğru olduğunu bildiğim yolda devam edeceğim.

Pir’i Pak olmalı

İlk yazımın konusu, sosyal ve onöre mevkiilere soyunanların nasıl olması gerektiği... Kastettiğim kesim, yöneticiler, kulüp başkanları, milletvekilleri, dernek başkanları. Sizlerin, para kazanıp vergisini verdiğiniz müddetçe her türlü lüksü yaşamak hakkınızdır. Tantanalı yaşantınıza kimse müdahale edemez. Şairin dediği gibi bu Han-ı İştiha sizin.

Fakat kamuoyuna mal olmuş mevkiiler için Pir-i Pak olmanız gerekir. Vatandaşlık hizmetlerinizi harfiyen yerine getirmiş, kimsenin hakkına, hukukuna tecavüz etmemiş ve toplumun kabul etmeyeceği yüz kızartan bir suçtan hüküm giymemiş olmalısınız.

Çok çabuk ve az zahmetle zengin olmuş, kestirmeden kuyruğun önüne geçmiş birileri ile dört dörtlük kimselerin adil bir yarış yapması söz konusu olamaz. Yapsalar da çoğu zaman kaybederler.

Alaşağı ederler

Yönetime gelirken seçenlere programınızı açıklayıp, bu programa riayet etmeniz gerekir. Sonradan ağlayıp sızlayıp, "Bana görev vermiyorlar" dememelisiniz. Çünkü dünyada son yıllarda iletişimde büyük ilerlemeler oldu. Teknoloji gelişti. 24 saat yayın yapan televizyonlar, 30-40 sayfa çıkan gazeteler ve yürekli yazı yazan gazeteciler, sizi rahat bırakmayıp alaşağı ederler.

Bir sözüm de koltuğa yapışanlara...

Siz her dönemde kullanacak, kandıracak enayiler ararsınız. Zaman zaman da bulursunuz. Ama verdiğiniz hiçbir sözün arkasında olmazsınız. Sorulara cevap veremezsiniz, birçok ağır eleştiriyi yutarsınız. Ne yazık ki, koltuğu da sırtınızda taşırsınız. Çağımızda bu keyifli ve zahmetli yolculuk uzun sürmez. Bu koltuklar geçicidir. Çok kere ben (5-6 defa) bu koltuklara oturdum. Sonra terk ettim.

Sözünüzde durun

Fakat ilk gidiş ve sonrası çok zor kabul edilebilir bir durumdur. Ama ikinci, üçüncü ve dördüncü gidişlerimde ve şimdi hiçbir zorluk çekmedim.

Koltuktan ayrılmak isteyenler, bu sıkıntıyı uzun süre yaşayacaklardır. Ona göre ayrılırken iyi düşünsünler. Çünkü sözünüzden geri dönmek istediğinizde sizi çok yadırgıyorlar.
Yazının Devamını Oku