Kimi kapıda bekler, kimi pencereden gözlerdi postacıyı... Şimdi internet penceresinde postacı yerine e-maillerin yolu gözleniyor...
Gelen mektupların kiminde aşk, kimisinde özlem, kimisinde dostluk bulurdu okuyan... Bir kavuşmaydı, tüm ayrılıklara inat. Kimden geliyor olursa olsun, telaşlı bir sevinç yaratırdı. Telefonların artmasından mı, internetin baş döndürücü hızda sağladığı iletişimden mi kim bilir, son zamanlarda insanlar bu sevinçten vazgeçiyor yavaş yavaş. Kimse eskisi gibi mektup yazmıyor. Kimse kapılarda, pencerelerde postacı yolu gözlemiyor artık. Faturalar, kredi kartı ekstreleri de gelmese, posta kutusu tamamen boş kalacak. Kısacası yıllarca sandıklarda, defterler, kitaplar arasında saklanan, zamana meydan okuyan mektuplar, teknolojiye yenik düşüyor.
Özellikle cep telefonları ve diğer teknolojik iletişim araçlarının kullanımının artmasıyla birlikte, zaten fazla başvurulmayan bir iletişim yolu olan mektuplaşma giderek azaldı. Bir dönemler bizim büroda görev yapan gazeteci Aysun Doğan, ilginç bir araştırma yapıp, 2002 yılına kadar istatistiki bilgileri toplamıştı. Daha sonrasını ise PTT’nin arşivlerinden araştırıp çıkardım ve kısa bir karşılaştırmasını yaptım. İşte sonuçları;
Mektup yazma alışkanlığı olmayan bir topluma sahip Türkiye’de 1993 yılında 1 milyar 278 milyon, 1996 yılında 1 milyar 153 milyon, 1999 yılında 985 milyon ve 2002 yılında 903 milyon mektup, PTT aracılığı ile sahiplerine ulaştırılmış. 2006 yılında ise 100 Milyon 46 bin mektup iletilmiş.
En büyük düşüş ise tebrik kartlarında görülüyor. 1993 yılında gönderilen tebrik kartı sayısı 244 milyona yaklaşırken, bu sayı 1996 yılında 210 milyona, 1999 yılında 136 milyona, 2002 yılında ise 49 milyona gerilemiş. 2006 yılında ise sadece 10 milyon kart yollanmış.
ANKARA’DA DA POSTACI DEĞİL MAİLLERİN YOLU GÖZLENİYOR
Başkent’teki rakamlara gelirsek... Ankaralılar, 2006 yılında toplam 3 milyon 789 bin mektup, acele posta ve koli yollamış. Bunlardan 1 milyon 454 binini yurtiçi muktuplar oluştururken, tebrik kartları gönderimi 100 bin civarında kalmış. Bir de ilginç bir bilgi; Ankara sınırları içinde posta dağıtımları 20 motosiklet, 32 bisiklet ve 60 scooter ile yapılıyor.
Bu arada mektup sayısında aslında hem azalma, hem artma var. Toplumun klasik mektup diye tabir ettiği, asker mektupları, babanın oğluna, kızına yazdığı mektuplarda azalma var. Ama gönderi anlamında artma var. Eskiden postacı evinize bir mektup getiriyorsa, şimdi onlarca fatura ve belge geliyor. Örneğin gönderi rakamları 2008 yılında daha da fazla olacak, çünkü gönderilerin fazlalığı gelişmişlikle de ilgili. Biz geliştikçe gönderi adedinin artacağı kesin.
NEDEN MEKTUP YAZMIYORUZ?
Bu aslında eğitim ile doğrudan ilgili bir konu. Üniversite mezunları, üniversite hocaları bile mektup yazmıyor. Bunun aslında okullarda verilen eğitimle yaygınlaştırılması gerekiyor. Bu biraz medyanın, biraz okullardaki eğitimin yardımıyla olacak bir şey. Bizim okullarımızda şöyle bir durum var: Okul müdürü ya da öğretmen çocuklarla ilgili görüşme isteklerini velilere çocuklar aracılığı ile bildiriyorlar. Buna karşılık, örneğin İngiltere’de veliye ilişkin bir açıklama yapılacaksa, bu mektupla yapılıyor. Bu olaya biraz ciddiyet katıyor. Ama bizde bu uygulama yalnızca özel okullarda gerçekleştiriliyor.
Gelelim Türkiye’nin gelişmiş ülkelere göre kişi başına düşen gönderi oranı açısından durumuna... Örneğin Amerika’da yılda kişi başına düşen gönderi sayısı 705’ken, Türkiye’de yalnızca 17. Bu ciddi bir uçurum, ama Amerika’daki gönderiler klasik mektuptan oluşmuyor. Bu 705 gönderinin içinde kredi kartı ile ilgili gönderiler, faturalar ve tüm ilgili yazışmalar bulunuyor.
Yurtdışı gelen-giden mektup sayısında nasıl bir değişiklik olduğuna gelirsek... Bu tür mektup sayısında artış var. Çünkü Türkiye’nin dış ilişkileri eskiye göre daha fazla. Avrupa Birliği çalışmaları nedeni ile gönderiler 200-300 kat arttı.
Anlamazsan Arabın dilinden...
CocaCola«nin pazarlama temsilcilerinden biri, Arabistan«daki görevinden hayal kırıklığı ile dönmüş ve niye başarılı olamadığını arkadaşlarına anlatmış:
-Beni Arabistan«a ilk gönderdiklerinde iki sorun vardı. Arapça bilmiyordum. Halkta da okuma-yazma öyle iyi değildi. Bu yüzden, onlara vermek istediğim mesajı yan yana üç resim halinde düzenledim.
Birinci resimde bir Arap... Çölde kumların üzerinde sürünüyor, susuzluktan kavrulmuş, ölmek üzere. İkinci resimde, Arap, kumların arasında bulduğu buz gibi Coca Cola«yı içiyor. Üçüncüde ise adam dipdiri, ayakta, canlı ve neşeli...
-Eee, harika fikir. Anlamadılar mı?
-Anladılar anladılar ama... Sorun da bu. Araplar sağdan sola doğru, yani tersten okurlarmış meğer!..
Bozkırdaki paletli polislerin ayak sesleri
Stefanos Bizantiou, Coğrafya Sözlüğü’nde, Ankara adının çapa anlamına gelen Anküra sözcüğünden türediğini yazar. Bizantiou’ya göre kent, Galatlarca kurulmuştur. Galatlılar, Mısırlıları bir deniz savaşında bozguna uğratmalarının ardından çapalarına el koyar, kazandıkları zaferin şerefine kurdukları kente de çapa anlamına gelen "Anküra" ismini verir. Pacsanyas’a göre ise kenti kuran Galatlılar değil, Frig Kralı Midas’tır ve çapanın kaşifidir. Keşfini ölümsüzleştirecek bir kent kurar ve adını çapa anlamına gelen "Anküra" koyar.
Ankara’nın deniz ve suyla arasındaki tarihsel ilişki ne zaman kırıldı ve Ankara ne zaman belleğimizde bir bozkır kenti olarak yer bulmaya başladı, bilinmiyor. Ancak, bugünlerde bir grup balıkadam başkentin adından kaynaklı tarihsel geçmişini yeniden hayata geçiriyor. Ankara Emniyet Müdürlüğü bünyesinde kurulan Sualtı Grup Amirliği, bozkır kentinin balıkadamları olarak, Ankara ve kendilerine bağlı 6 ildeki arama kurtarma faaliyetleri için var güçleriyle çalışıyorlar.
İçişleri Bakanlığı, 1999 yılında emniyet teşkilatının su altı arama kurtarma faaliyetlerinde bulunması kararını aldı. Karar sonucunda başlayan yönetmelik çalışmasının tamamlanmasının ardından personel yetiştirilmesine başlandı. Ankara’daki sualtı timinin 2001 yılında başlayan kurulma çalışmaları 2003 yılında tamamlandı. Ve ilk müdahaleleri Beypazarı’nda bir polis arkadaşlarının çocuğu ile birlikte boğulması olayı oldu. Ardından, Çubuk Barajı’nda bir cesedin çıkarılması gerçekleşti. Her iki olayında duyulmasıyla birlikte, bu özel time ilgi arttı.
Bu ekip, fiziki anlamda her türlü göreve hazır bulunmak için, haftanın iki günü havuz çalışması yapıyor. Sabahtan öğlene kadar polis kolejinin havuzunda genelde kondisyona yönelik, yüzme, dalma gibi bir takım aktiviteler gerçekleşiyor.
Gelelim bu ekibin her geçen gün su seviyesi azalan Ankara, göl ve göletlerindeki çalışma zorluklarına. Deniz kıyısında görev yapan meslektaşlarına göre daha dezavantajlılar. Zira, en kötü deniz kıyısında 8-10 metrelik bir görüş alanı varken, Ankara suları neredeyse 20-30 cm’lik görüş mesafesine imkan tanıyor. Çubuk Barajı’nda görüş hemen hemen sıfır ve tamamen kirli. Belki kimyasal olarak değil, ama botanik ve biyolojik olarak çok kirli. Kirliliğin en önemli etkisi, görüşü azaltması. Akıntı olmaması da bunu artırıyor. Örneğin Kesikköprü Barajı’nın az da olsa bir akıntısı var, ondan kaynaklanan bir görüş var. Ama diğer baraj gölleri olsun, göller, göletler olsun, buralarda akıntı olmadığı için çok kirli.
Bu ekip sırf Ankara’daki değil, Nevşehir, Kırşehir, Kırıkkale, Yozgat, Çankırı, Eskişehir’deki tüm olaylara da müdahale ediyor.