5 Temmuz 2009
Okuyuculardan gelen şikayetler o kadar arttı, ki Ankara’nın dört bir tarafını saran tombala çılgınlığına değinmem kaçınılmaz oldu. Başkentin birçok semtindeki kahvehanenin Tombala Salonu’na dönüştüğünü belirtip, kumar illetinin tavan yaptığını söylüyorlar. Aktarılandan anlıyorum ki sayıları bir hayli fazla ve aralarına her geçen gün yenileri ekleniyor.
Aslında tombala oynatanların girişimleri birkaç yıl öncesine kadar polis ve jandarma denetimleri sayesinde yaşam şansı bulamıyordu. Bugün ise elleri kolları bağlanan emniyet güçleri yaşananları uzaktan izlemek zorunda kalıyor. Geçenlerde, adı bende saklı bir emniyet müdürüne konuyu açtım ve neden önlem alınamadığını sordum. Birçoğu dernek adı altında faaliyet gösterdiği için, Avrupa Birliğine Uyum Yasaları çerçevesinde, artık bu salonlara savcılık izni olmadan müdahale edemediklerini anlattı.
Baktım olacak gibi değil, herkesin rahatça girebildiği, içinde yeşil çuhalarla kaplı onlarca masa bulunan bu salonlarda neler yaşandığını gözlerimle görmeye karar verdim. Niyetim, konuyu daha iyi algılayıp, yeterince bilgiye ulaştıktan sonra yetkilileri harekete geçirmekti.
Gittiğim birçok mekanda, dileyen kesesine göre bir fiyattan, yani 5 TL’den tutun da 50 TL’ye kadar satın aldığı tombala kartlarıyla bu masalardan birine kurulup, sayısal loto makinesini andıran kürenin dönmesini bekliyordu. Kartların satışı tamamlandıktan sonra da salonda çalışan görevli kaç kart satıldığını ve oyuna ne kadar ikramiye verileceğini anons ediyordu. Bu anonsun ardından bir diğer görevli de topları çekmeye başlıyordu. Bu sırada yüzlerce kişinin bulunduğu salonda çıt sesi çıkmıyor ve bahisçiler önündeki kartı takip ediyordu.
Oyun başladığında, sigara dumanından göz gözü görmeyen salonda, sadece numaraları çeken görevlinin haykırırcasına söylediği rakamlar ve arada sırada kazanan talihlinin "Geeeel" sesi duyuluyordu. Bu komutu duyan görevli hemen talihlinin yanına gidiyor ve kartın üzerindeki numaraların kontrolünü gerçekleştiriyordu. Bir yanlışlık yoksa da anında ödeme yapılıyordu. Bu görüntüler bütün bir gece boyunca da sürüyordu. Kimileri tek kart alıp seansa katılırken kimileri de çok miktarda kartla şansını deniyordu.
Her oyun yaklaşık 15-20 dakika sürüyordu. Eğer 5 TL’lik kartla oynanıyorsa ve oyundaki 125 kartın tamamı satıldıysa, birinci çinkoya 60, ikinci çinkoya 120, tombalaya ise yaklaşık 250 TL para veriliyordu. Tabii eğer kart 10 TL’lik ise rakam iki katına, 50 TL’lik ise de 10 katını çıkıyordu. Kimi salonlar ise promosyon niteliğinde bonus veriyordu. Aynı kartta hem birinci ve ikinci çinkoyu, hem de tombalayı yapan kişi, salon işletmecisinden bonus olarak bazen 200, bazen de 300 dolar ekstra ikramiye kazanıyordu. Sonradan öğrendim, ki toplanan paranın yüzde onu ise salon işletmecisine kalıyormuş.
Aktivitesi neredeyse bütün bir güne yayılan bu salonlarda yiyecek ve içecek servisi de vardı. Kurulan açık büfeler dünyadaki kumarhane salonlarını, yani gazinoları aratmayacak cinstendi. Hizmet kapsamı içinde alkollü içecekler yoktu ama susayanlar için her tür meşrubat ikramı mevcuttu. Bu arada müşterilerin açık büfe ve içecekler için ekstra ücret ödemediğini de hemen belirteyim.
Dolaştığım süre içerisinde birkaç tombala tutkunuyla da konuşma fırsatı buldum. Konuşmalarından çıkardığım sonuç ise çok paralar kaybettikleriydi. Zararın neresinden dönersen kardır cinsinden söylemlerim ise bir kulaklarından girdi, diğerinden çıktı. Özellikle işsizlik oranın tavan yaptığı bu ekonomik kriz günlerinde zengin olma umuduyla son kuruşunu harcayanların fazlalığı da dikkatimi çeken bir diğer unsurdu. Kısacası yetkililer bu konuda acilen önlem almalı.
SOLLAMAYAN BİR TEK ONLAR KALMIŞTI, SONUNDA O DA OLDU
Fark etmişsinizdir, Ankara’nın dört bir tarafı radar kontrolü yapıldığına dair uyarı levhalarıyla donatıldı. Birçok kişi gibi bence de doğru bir uygulama. Yolu geniş ve boş buldukça coşan, çekinmeden hız limitini aşan gözü dönmüş sürücüler için aba altından sopa gösterilmesi şart. Ancak bu tabelaların içeriğinin ne kadar gerçekçi olduğu tartışılır. Kanunda da belirtildiği gibi şehir içindeki azami hız 50 kilometre olmalı. Örneğin Atatürk Bulvarı, Tunalıhilmi caddesi gibi meskun mahallerde belirlenen hızın üstüne çıkılmamalı. Ancak, dört şerit gidiş, dört şerit geliş Konya Yolu, Eskişehir yolu, Havalimanı yolu gibi güzergahlarda 50 kilometre hız biraz komik kaçıyor.
Son bir haftadır, yol boşta olsa dolu da olsa, arabamla bu güzergahları 50 kilometre süratle kat ediyorum. Park halindekiler hariç daha bir aracı sollayamadım. Otomobiller bir kenara otobüsler, minibüsler, kamyonlar önce dikiz aynamda beliriyor, kısa süre sonra da yanımdan geçip gidiyor. En ağrıma giden de Konya yolu üzerinde bisikletli üç çocuk ile yolları temizleyen belediye aracının hızla yanımdan geçip gitmesi oldu.
Buradan şuna gelmek istiyorum... Bu kadar geniş yollarda azami 50 kilometre süratle gitmek biraz komik kaçıyor. Daha da trajikomik olanı bu güzergáhta 62 kilometre süratle gidenin radar kontrolüne takılması ve trafik cezası ödemesi. Bence yetkililer biraz gerçekçi olmalı. Kimse 90 kilometre üzerinde hızla gitsin demiyorum ama bu tip yollarda 50 ve altında gitmek daha büyük tehlike. Sonuçta bahsettiğimiz yerler yayaların bol olduğu, trafik akışının güçlükle sağlandığı cadde ve sokaklar değil. En az üç dört şeritli geniş bulvarlar.
Esas kontrol edilmesi gerekense hız limitlerinin aşılması değil, hatalı şerit kullanımı. Örneğin dört şeritli yolda herkes soldan gidiyor. Sağdaki iki şerit boş, soldaki iki şerit ise alabildiğine doluÖ Sollamak ise neredeyse imkansız. Son zamanlarda bakıyorum da düşük hızla giden tüm araçlar soldaki şeritleri, geçmek isteyen araçlar ise sağdaki şeritleri kullanıyor. Trafik polisleri radar kontrolü yaptığı kadar bu sol şerit sapıklarına önlem almalı. Bakın çağdaş ülkelere, sağdaki şeridi es geçen sürücülerin hepsine ceza yağdırıyorlar.
HAFTA SONU SÜRÜCÜLERİ YÜZÜNDEN PAZARTESİ VE CUMA GÜNLERİNE DİKKAT!
Bu arada Ankara’da yaşanan trafik kazalarına yönelik ilginç bir istatistikten de bahsedeyim. Hafta boyunca gerçekleşen kazaların büyük bir bölümü Pazartesi sabah ile Cuma akşamüstü saatlerinde yaşanıyormuş. Nasıl mı?
Resmi dairelerin fazla olduğu, çalışanların çoğunun işine kurumunun sağladığı servis ve toplu taşım araçları ile gidip-geldiği Başkentte, hafta içinde özel arabalar pek kullanılmıyormuş. Şehir içindeki cadde ve sokaklardaki otopark sıkıntısı, arabası olan memurların önündeki en büyük engelmiş. Hal böyle olunca da, birçoğu çalıştığı kurumun geniş otoparkından yararlanmak için Pazartesi sabah arabasıyla iş yerine gidip, Cuma akşamüstüne kadar park ediyormuş. Dolayısıyla da hafta içinde direksiyon başına geçenlerin sayısı azınlıkta kalıyormuş. İşte, kazalar da bu gidiş- geliş esnasında oluyormuş.
Ankara’da günde ortalama 270 civarında kaza raporu hazırladıklarını belirten bir emniyet yetkilisi, "Bu sayı Pazartesi ve Cuma günleri 330’u buluyor" diyor. Anlayacağınız ’Hafta sonu şoförleri’ denen kamu ve özel kurum çalışanlarının trafikte olduğu bu gün ve zaman diliminde trafiğe dikkat. Kazadan kurtulsanız bile trafik sıkışıklığına maruz kalmanız içten bile değil!
BALTA GİRMEMİŞ ORMANDA ÇATAL BIÇAK SESLERİ
Vaktim ve cüzdanım yettiği sürece yeni bir lezzet durağı keşfetmeye bayılıyorum. Birkaç denemeden sonra da kriterlerime uyanları sizlerle paylaşıyorum. İnanın gidip de beğenmediğim onlarca mekan var. Uyguladığım kıstaslar da öyle deveye hendek atlatacak cinsten değil. Mekan ve personel temiz pak olsun, mönüsü leziz olsun, hizmet anlayışı yeterli olsun tamam.
Köşeme konu olacak son durağım Minasera Alışveriş Merkezi’nin içinde açılan Gogo Jungle Cafe oldu. Şehrin gürültüsünden uzaklaşıp, eğlence ve macerayı bir arada yaşayabileceğiniz, oldukça farklı bir alternatif sunuyor.Yağmur ormanları konseptiyle tasarlanan ve haftanın 7 günü açık olan mekanda, hareketli timsah, goril, fil ve maymunlar gibi hayvan maketlerinin yanı sıra, dev bir okyanus akvaryumu bulunuyor. 7’den 70’e herkese hitap eden mekan, özellikle çocuklu aileler için biçilmiş kaftan. Hazırlanan oyun alanları, disko, sinema salonu ve teknoloji salonlarında çocuklarınız eğlenirken, siz de keyifli vakit geçirebilirsiniz.
Mönüsünde ise dünya mutfağının seçkin ürünleri var. Şimdiye kadar yediklerimden dolayı hiçbir pişmanlık duygusuna kapılmadım. Pişman olduğum tek şey ise çocukların yoğun olduğu gündüz saatlerinde iş yemeğine gitme gafletinde bulunmam. Neşe içinde oradan oraya koşan çocuklar ile ailelerinin durumu iyi de, bu yaz sıcağında tropik ormanda serin ve sessiz yemek arayanlar için biraz gürültülü. Tavsiyem; iş yemeklerinde, ya çocukların azınlıkta kaldığı akşam saatlerini tercih etmeniz, ya da özel bölümlerden birine konuşlanmanız.
Yazının Devamını Oku 28 Haziran 2009
Son haftalarda, birçok kişi gibi ’finansal intihara’ doğru hızla ilerliyorum. Kuyumcular, çiçekçiler ve döviz büroları en has alışveriş mekanlarım oldu. Nasıl olmasın ki, iş, eş, dost, ahbap çevresinden her gün ya birileri evleniyor veya sünnet oluyor. Doğum günü kutlamaları da yaşadığım sürecin bonus gideri.
Hal böyle olunca da piyasaları yakından takip eder oldum. İşin içine girince de çok ilginç bilgilere ulaştım. Şu sıralar kuyumculardan çeyrek altın satın almak neredeyse imkánsız. Gördüm ki ellerinde yok. Ekonomik kriz nedeniyle tam ve yarım altından uzak duran müşteriler zevahiri çeyrek altınla kurtarma çabasına girmişler. Yoğun talep yüzünden de kuyumcuların stokları tükenmiş. Kuyumculuk yapan yakın bir dostum "Tezgáhta ve kasada çeyrek altın kalmadı. Evdeki çeyrekleri tam altınla bütünleyip, hanımın birikimlerine el attım" diyerek hatırlı müşteÄrilerine karşı geliştirdiği çözümü anlatıyor.
Döviz bürolarında da durum pek farklı değil. Yine ekonomik krizden dolayı, şu sıralar piyasalarda bir dolarlık káğıt para bulmak neredeyse olanaksız. Özellikle düğünlerde tepeden yağmur gibi para yağdırmak isteyenlerin rağbet ettiği bir doların karaborsası oluşmuş. Bin adet bir dolarlık getirene döviz büroları 1040 dolar veriyor. Satın almak isteyenlere de en az 1070 dolardan satıyor. Yani bozuk para isteyenler bin dolarda en az 70 dolar ekstrayı gözden çıkarmak zorunda kalıyor. Hatta bu garip alışverişteki fark, müşterisine göre 100 dolara kadar çıkıyor.
En enteresanı da işlemi gerçekleştiren müşterilerin profili. Şu sıralar dansözler, düğün çalgıcıları ve uvertür şarkıcılar döviz bürolarının en itibarlı müşterileri. Düğünlerden topladıkları paraları çantasına istifleyen bu iş kollarının erbapları, döviz bürolarının bozuk para kaynağı konumundalar. Diyeceksiniz ki, düğünde para saçma işini TL ile yapsalar ne olur. İşte o zaman Türk Lirasını Koruma kanununa göre suç işlemiş olurlar. En iyisi bu paraları yuva kuran çifte, olmadı bir vakfa, kuruma ya da muhtaca hibe etmek ama gel de bunu havaya kurşun bile sıkan zihniyete anlat!
GÖKÇEK’İN CEZAEVİ ANILARINI SABIRSIZLIKLA BEKLİYORUM
Demin suç ve kanundan bahsettim ya! Geçenlerde ilk defa Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek ile aynı fikre sahip oldum. Hatta söylediklerinin altına imzamı bile atabilirim.
Gökçek, İçişleri Bakanlığı ile Türkiye Belediyeler Birliği işbirliğinde Belek’te düzenlenen Belediye Başkanları Eğitim Semineri’nde bir konuşma yapmış. İmar affına kesinlikle karşı olduğunu belirtirken de, şu sözleri söylemiş: "Kanunlarda belediye başkanlarımızı bu konuda sıkıştıran hükümler olmalı. O kaçak yapıyı yıkmayan belediye başkanına 3 - 5 sene hapis gibi... Yetkiler, ’bak bana da hapis cezası var’ diye işini yaparlar."
Çok doğru söylemiş. İnşallah şimdilik temennide kalan bu sözleri yasalar çerçevesinde de yaşama geçer. O zaman da uygulamanın fikir babası Melih Bey’in cezaevi günlerini yazı dizisiyle okuyucuya duyururuz. Nasıl mı? Anlatayım.
Malumunuz, Oran girişinde, Panora Alışveriş Merkezi’nin tam dibinde ve daha da önemlisi Başkentin en kıymetli bölgesinde iki yıl önce oğlu Ahmet Gökçek otursun diye kendi adına bir villa satın almıştı. Gökçekler taşındıktan aylar sonra anlaşıldı ki, bölge mevzi imar planına göre bu villanın bahçesine kattığı bölümün yarısı halka ait park alanı, yarısı da trafo merkezi. Üstelik hem villa, hem de villanın bulunduğu Funda Sitesi halka ait park alanlarını işgal etmiş durumda. Aradan iki yıldan fazla süre geçmesine rağmen vatandaş Ankara’nın en gözde yerindeki bu parklarına kavuşamadı. Üstelik villanın bahçesini çevreleyen çit şeklindeki duvarlar hemen dibine ekilen ağaçlar bırakın içeri girmeyi, görmeyi bile engelledi. Ya Funda Sitesi’nin önündeki dev park alanına ne demeli? Belediyeye ait ekiplerin bakımını yaptığı yemyeşil alana adım atmak, site sakinleri dışında halen kimseye nasip olmadı.
Benden söylemesi, Çankaya Belediyesi’nin sorumluluk alanındaki bu kaçaklardan dolayı, Gökçek’le beraber görevini yapmayan Bülent Tanık’ta okka altına gidebilir. Melih Gökçek’in önerisi yasallaşabilir endişesiyle kendisine ufak bir hatırlatma yapayım dedim. Bölge imar planını kaybedip, bulamadığını düşünerek de villanın tam koordinatlarını hatırlatmak istedim. Turan Güneş Bulvarı üzerindeki 81146 numaralı plan kapsamındaki Funda Sitesi, 186 adet apartman dairesi ile 17 adet de bağımsız villadan oluşan bir yerleşim birimi. Sayın Gökçek, bu villalardan en şanslı konumdaki 26 676 ada, 2 parsel 1 numaralı bağımsız bölümdeki villaya sahip.
Geçenlerde mahkemenin tayin ettiği bilirkişi bir rapor hazırlamış. Bu raporda da villada imara aykırı kaçak bölümleri tek tek sıralamış. Onu da okumasını tavsiye ederim.
GİRMEK İÇİN YA ÜYE, YA DA VİNÇ OPERATÖRÜ OLACAKSIN
Panora AVM’nin üst katında bulunan Mars Athletic Club (MAC), terasında görkemli bir parti verdi. Bu partinin veriliş nedeni de, MAG’in bünyesinde bulunan kapalı havuza ilaveten üstü açık havuzun ve ski-snowboard pistinin hizmete girişiydi. Başkent’in gökyüzüne en yakın havuzunda verilen davet, sonuna kadar kalamasam da gecenin geç saatlerine kadar sürdü.
Doğrusu yaklaşık 8 bin metrekare kapalı alana sahip bu tesisin içine girince kendimi ileri teknoloji merkezinde zannediyorum. Katlar arası asansörü hariç, her bölümü bana hız çağının bir ürünü gibi geliyor. Bilimin göz ardı edilmediği spor anlayışına hayran oluyorum ama üyelik formalitelerinden kaçtığım için renk vermiyorum. Terastaki havuz ise MAG’da gelinen son nokta. Mecazi anlamda bakılırsa; bundan sonrası fiziki olarak Tanrı katıÖ Tatil yörelerindeki beachlerden farksız terasa bir tek üyeler girebiliyormuş. Şöyle bir çevreme bakıyorum ve yetkililere üye olmadan da seyir zevkini çıkaranlar olduğunu söylüyorum. İçeriye kaçak giriş var telaşına düşen görevlileri daha fazla yormamak için de baklayı ağzımdan çıkarıyorum.
Bildiğiniz üzere 16. yüzyılda yaşayan İtalyan fizikçi, astronom ve yazar Leonardo Da Vinci, modern mekaniğin kurucularındandı. Fizik kanunlarını açıklamak için matematiğin kullanılmasında büyük rol oynamıştı. Leonardo’nun gösterdiği yoldan ilerleyip, yerden metrelerce yüksekteki havuzun davetsiz misafirlerinin vinç operatörleri olduğunu söylüyorum. Panora AVM’nin hemen yanında yükselen TOKİ konutlarının vinçlerini kullanan operatörlerin keyifli iş yaptığını belirtirken de yaralarına parmak bastığımı anlıyorum. Oldukça hoşsohbet biri olan MAG’ın müdürü Kerem Yazıcı’nın dezenformasyonla yeniliklerini anlatırken de konuyu kapatıyorum.
BİR BALIK SEVDALISININ KALEMİNDEN
Bırakın Ankara’yı ülkemizin en popüler balık restoranlarından biri olan Trilye, gerek mönüsüyle, gerekse hizmet anlayışıyla her gidişimde beni şaşırtmasını biliyor. Sahibi Süreyya Üzmez ile eşi Mahmure Hanım’ın yaratıcı zekálarına bir kez daha hayran oluyorum. Tadılan farklı lezzetler kadar, sunumlardaki ince detaylar da diğer müşteriler gibi benim de üzerimde güzel bir etki bırakıyor.
Asker kökenli Süreyya Bey, tam anlamıyla bir deniz tutkunu. Zaman zaman bu işi ekmek parası için değil de hobi için yaptığını düşündürüyor. Bu özelliği de onu rakiplerinden bir adım öteye götürüyor.
Onu, sivil yaşama geçtikten sonra 1996 yılında Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’da, Türk mutfağı temalı bir restoran açtığında tanımıştım. Kimi zaman Tokyo’daki ünlü balık hali Skjuki’daki gözlemlerini anlatırdı, kimi zaman da dünyanın pek çok ülkesindeki balık ve deniz ürünlerini... Değişik pişirme teknikleriyle ilgili araştırmalarını tatbiki olarak gösterirken de, ağız tadımıza uygun olanları mönüsüne taşırdı. Tabii katıldığı birçok gastronomi fuarındaki birikimlerini de aktarmaktan geri kalmazdı. 2001yılında Cavendish Üniversitesi’ne bağlı London College of Management’dan aldığı diplomasını da kariyerini sorgulayanların gözünün içine sokmaktan büyük mutluluk duyardı.
Dört yıldır, üç ay da bir çıkardığı Trilye dergisini baştan sona kadar okurum. Bilirim ki, o sayfalar arasında gezindikçe yeni bilgilerle donanır, balık hakkında farklı şeyler öğrenirim. Benimle aynı düşüncelere sahip müşterilerinin beklentisine daha fazla dayanamayan Süreyya Üzmez, geçenlerde mükemmel bir projeye imza attı. Ajans Türk Matbaasının sahibi Sarp Evliyagil’in de teşvikiyle "Trilye’nin Balık Sevdası-Süreyya Üzmez’den Tarifler" isminde 320 sayfalık bir kitap çıkardı. Balık çeşitlerinin tanıtıldığı, balık ve deniz ürünlerinin pişirme tariflerinin yer aldığı kitapta, taze balığı tanımaktan, çocuklara sevdirmenin yollarına kadar ilginç ve yararlı birçok bilgiye yer verdi.
TAZE BALIĞI ANLAMANIN PÜF NOKTALARI
Şu sıralar kitabı her satırına kadar okuyup, hafızama kaydını tamamladım. Artık balık ve deniz ürünü satın alırken ve yerken işin püf noktalarını öğrenmenin hazzını yaşıyorum. Örneğin, balıkçının tablasındaki balığın taze mi, yoksa bayat mı olduğunu hemen anlıyorum. İşte Süreyya Bey’in kaleminden işinize yarayacak uyarılar.
"Solungaçlara her zaman inanmayın, onlar yalan söyleyebilir. Çünkü özel boya ile boyanabiliyor. Balığın gözleri parlak olmalıdır. İçeriye doğru çökük ve donuk gözler bayat olduğunu gösterir. Yüzgeçleri çarpık, kırılmış olmamalıdır. Solungaçları nemli ve kırmızı olmalıdır. Parmağınızla deriye bastırdığınızda sıkı ve sert olmalıdır. Parmağınızın izi kalıyorsa balık bayattır. Pulları derisine yapışık olmalıdır. Kokusu deniz suyu kokusunda olmalı, iştah açmalıdır.
Eh benden bu kadar, daha fazlasını Süreyya Üzmez’in kitabından öğrenebilirsiniz.
ÖZEL BİR MEKANDA EZBER BOZAN LEZZETLER
Gidene kadar çok özel bir yer olduğunu fark etmemiştim. Ülkemizdeki binlerce et lokantası ve kasaptan biri olduğunu sanıyordum. Ancak gidince gördüm ki, et üzerine doyumsuz lezzetler sunan bir özel bir mekana adım atmışım. Osman Sungur ve Ayhan Sevilir adlı iki genç girişimci tarafından Çayyolu Park Caddesi’nde açılan Butcha isimli müessese tam anlamıyla bir lezzet durağı. Güney Amerika’da yaygın biçimde kullanılan et dinlendirme yöntemini (Dry aged beef) kullanıyorlar. Bildiğimim kadarıyla da ülkemizde bu anlayışla hizmet sunan iki işletme var. Onlarda İstanbul’da.
’Butcha’nın bildiğimiz kasap ya da et restoranından ne farkı var’ dediğinizi duyar gibiyim. Cevabını hemen vereyim. Butcha’da etler olağanüstü özenle seçiliyor. Balıkesir, Çanakkale ve Edirne civarlarındaki özel çiftliklerde yetişen hayvanlar mutfağa giriyor. Kesildikten sonraki saklama koşulları da dikkat çekici. Temin edilen etler hemen servis edilmek yerine, özel yöntemlerle dinlendirilerek belli bir sürenin sonunda müşterilere sunuluyor. Etin 25 gün bütün olarak bekletilmesiyle işlem başlıyor. Bir süre sonra etin ön ve arka kısmı kuruyor. Etin içindeki hava girişi ve dışına suyun çıkışı önleniyor.
Butcha’nın sahiplerinden Ayhan Sevilir’i de tanımanızı isterim. Pırıl pırıl bir genç. Efendi ve mütevazı tavırlarıyla tüm misafirlerle birebir ilgileniyor. Bıkıp usanmadan da mekanına ve ürünlerine ait her detayı anlatıyor. Benim tavsiyem ise hayvanın sırtındaki ’T’ kemiğinin iki tarafı olan kontrfile ve bonfileyi tatmanız. Dünyada yaygın adıyla ’New York Steak’ ile kafes ve kaburga kemiğinden çıkan Dallas Pirzolayı mutlaka isteyin. Bir de Butcha’ya has özel sucukları.
Yazının Devamını Oku 21 Haziran 2009
Yaşı yetenler, 1966 yılında yaşamımıza giren Gökdelen’in ilk zamanlarını iyi hatırlayacaktır. İnşaatı tamamlandığında bırakın Ankara’yı, Türkiye’nin en yüksek binası olarak hayranlık uyandırmıştı. Bir anlamda Başkentlilerin övünç kaynağı olmuş kısa sürede de turistik bir misyon üstlenmişti. Gökdelenin önünde ve içinde fotoğraf çektirmek, üst katlara çıkıp manzarayı seyretmek için insanlar akın akın Kızılay’a gelmeye başlamıştı. Ayrıca, Ankaralıların buluşma noktasına da dönüşmüştü. İyi hatırlarım birçok aşklar, evlilikler bu binanın önündeki randevularla başlamıştı,
O dönem, yılın giyim modası, Gökdelenin önünde gezinen gençler sayesinde tüm Ankara’ya yayılırdı. Blucin pantolonları, oduncu desen kareli gömlekleri ve bir tek Vakko’nun koleksiyonunda bulunan ipek gömlekleriyle, uzun saçlı erkekler binanın girişinde volta atardı. Ayrıca dolgu tabanlıklı sabo denen terlik ayakkabılardan çıkan sesler gece yarılarına kadar çevrede yankılanırdı. Adam ya da Talip mağazalarından satın aldığı açık renk bol paçalı pantolonu giymiş erkeklerle, çizme ya da ayakkabıları dolgu topuklu, eteği mini ve ekose desenli, buluzu darlıktan üzerine yapışmış kıyafetli kızlar postanenin önünde buluşurdu. Cebinde biraz parası olan üst katta bulunan Set Kafeterya’ya çıkar, imkanı kıt olan ise Gökdelen’in karşısında yer alan Güvenpark ile Kızılay binasının bahçesinde dolaşırdı.
Gökdelen çocuklar için de bir cazibe merkeziydi. İkinci el Teksas, Tommiks, Red Kid, Ayşegül gibi çizgi roman kitaplar ile rengárenk misketler binanın önündeki kaldırıma konuşlanan işportacıların tezgahını süsler, çevreleri çocuk parkına dönerdi. Bu tezgahların daha kuytuda kalanlarında ise sayfaları çevrilmekten eskimiş Playboy, Penthause gibi erkek dergileri alıcısıyla buluşurdu. Kısacası Gökdelen’in önünde; evin küçük oğlu çizgi roman ve misket, buluğ çağındaki oğul erkek dergisi, büyük oğul da kızların peşinde koşardı. İlk kattaki giyim ve gıda mağazalarında ise ebeveynlerin alışveriş telaşına tanık olurduk. Özellikle o dönem bir kamu kuruluşu olan Gima’dan yapılan alışveriş, yeni ürünlerle de tanışma imkanı verirdi.
ÖNCE KOMŞULARI TARİH OLDU ŞİMDİ DE KENDİSİ
Gökdelen’in en üst katındaki Emekli Sandığı’nın işlettiği "Emekliler Lokali" ise yaşlı bedenlerin soluklanma adresiydi. Ancak bu keyif zaman zaman eziyete dönüşür, bozulan asansörler yüzünden oflaya pufluya 19 kat merdiven inen emekli memurların dramına tanık olurduk.
Kısacası Gökdelen, her yaş ve statükodaki insanı kendine bir mıknatıs gibi çeken cazibe merkeziydi. Böylece 1970’li, 80’li, 90’lı yıllar geride kaldı ve içinde bulunduğumuz 2 binli yıllarda Gökdelen efsanesi tarih sayfalarındaki yerini aldı. Öncelikle binanın komşuları değişime uğradı, sonra da kendisi. Çatısında büyük bir amblemin yer aldığı sarı üç katlı Kızılay Binası yıkıldı, yerine halen ucube gibi duran çarşı merkezi yapıldı. Güvenpark ise dolmuşçuların istilasına uğrayıp, bir kısım yeşil alanına veda etti. 1966 doğumlu Türkiye’nin en yüksek binası Gökdelen ise beton kütleye dönüşüp, ziyaretçilere ve çalışanlara kapılarını kapadı. Adı Emek İşhanı’ydı ama içinde bir tek emektar bile kalmadı. Zira, 2006 yılında, Emekli Sandığı’na ait iken özelleştirilerek yaklaşık 55.5 milyon dolar bedelle işadamı Talip Kahraman’a satıldı. Yeni mal sahibi de tahliye davaları açarak, sayısı 200’ü bulan tüm kiracıları kapı dışarı etti.
GÖKÇEK’İN HER DEDİĞİNE İNANACAK KADAR SAF MIYIZ?
Sonuçta geçen yılın sonlarına doğru binanın akıbeti belli oldu. İşadamı Kahraman, gönlünde yatan projeyi açıkladı ve açıklamayla da kalmayıp hemen icraata geçti. Gökdelen, artık 5 yıldızlı bir otel olacaktı. Zaman kaybetmeden tadilat çalışmaları başladı ve mimarların öncülüğündeki ekipler zemin ile alt katlara sihirli dokunuşlarda bulundu. Binanın otopark sorununu halletmek üzere ara bölmeler yıkılmaya, yaklaşık 500 araçlık bir alan kazanılmaya başladı. Yukarı katlarda ise ara bölmeler şekil değiştirip, otel odasına dönüştü. İşlevi değişmeyen tek mekan da o meşhur Set kafeterya oldu.
İşte bu aşamada Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, "Arkadaş ben burayı otele dönüştürmem" deyiverdi. Neden olarak da Kızılay bölgesindeki yaya ve araç trafiğinin daha da yoğunlaşma ihtimalini gösterdi. Bu fikre ilk karşı çıkan ise Çankaya Belediye Başkanı Bülent Tanık oldu. Yatırımı bir turistik olay olarak görüp, otelin Kızılay meydanına yeniden hayat ve kaliteli imaj getireceğini söyledi.
Peki, hangisi haklıydı? Caddeleri otobana çevirip, yaya haklarını göz ardı eden Gökçek mi, yoksa şehir planlamacısı kimligiyle Tanık mı? Aslında bu sorunun yanıtı gayet basitti. İstanbul’daki Taksim- Talimhane güzergáhındaki dönüşüm bu soruya en güzel cevaptı. Bilmeyenler için aktarayım, İstanbul’un bu arteri 60’a yakın tesisiyle tam bir oteller cenneti. Örneğin, Taksim meydanındaki Etap Marmara Otel, yıllardan beri buluşmaların ve adres tariflerinin mihenk taşı. Ancak otel, o Taksim’de oluşan yaya ve araç trafiğine olumsuz katkı sağlayan en son yapı. İmaj açısından ise Taksim’in değerini arttıran prestij mekanların ilk sırasında.
Elinizi şakağınıza koyun ve düşünün. Acaba Gökdelen’in lüks bir otel olması mı daha itibarlı, yoksa iş merkezi olarak kalması mı? Sizce hangisi daha büyük kalabalıklara sebebiyet verir? İşte bu soru ve cevaplar yüzünden Melih Gökçek’in fevri çıkışının altında başka nedenler aramaya başladım. Sanıyorum kısa zamanda da kokusu çıkar. Zira Kızılay meydanını parça parça yok eden, yolları araç trafiğiyle boğan bir belediye başkanı için olumlu düşünce içine girmemiz biraz saflık olur.
HAVALAR ISINDI SOKAK KEDİSİNE DÖNDÜK
Yaza adım attığımız bu günlerde Ankara’nın sosyal yaşamı ayrı bir güzel. Sıcağa ve neme teslim olmayan havalar hepimiz için evde oturmaktan daha çok dışarı çıkma fikrini aşılıyor. Bahçe ve teras bölümüne sahip mekanlar da bizleri kendine bir mıknatıs gibi çekiyor. İnanın çevremdeki birçok insan sokak kedisine dönmüş durumda. Kimi parklarda, kimi piyasa caddelerde, kimi de kafe ve restoranlarda bulunmaktan büyük keyif alıyor. Hal böyle olunca da soğuk ve yağışlı havalarda ıssızlığa terk edilen Ankara’nın sokak ve caddeleri hoş bir görünüme bürünüyor.
Başkentin popüler caddeleri ise bu değişimden en çok nasiplenen yerler. Bahçelievler’deki 7. Cadde, Kızılay’daki Selanik ve Sakarya caddeleri, GOP’daki Filistin ve Arjantin caddeleri, Kavaklıdere’deki Tunalı Hilmi Caddesi, Ümitköy’deki Park Caddesi şu sıralar ışıl ışıl. Kuşkusuz bu caddeler üzerinde yer alan yeme içme ve eğlence mekanları da bir başka güzel. Özellikle bahçe ve terası olanlar her gün yüzlerce müşterisini ağırlıyor.
Özellikle iki cadde üzerinde durmak istiyorum. İlginçtir, birkaç yıl öncesine kadar tek tük arabanın geçtiği Filistin ve Park caddelerinde trafik kilitleniyor. Hatırlayın çok değil, bundan bir yıl öncesi Arjantin Caddesi’ni geçip, Filistin Caddesi’ne girildiği zaman bir iki işletme dışında soluklanacak yer bulunmaz, yoldan geçen arabalar parmakla sayılırdı. Derken, bir kadın girişimci gözünü karartıp, Big Chefs adında çok hoş bir mekan açtı. Bir anda da caddenin kaderi değişti. Çok geçmeden de onu yenileri takip etti. Hatta aylarca kiracı bulamayan bina ve dükkan sahipleri en popüler kişiler oldu. Ve Filistin Caddesi şimdilerde neredeyse 24 saat yaşayan bir hüviyete büründü.
CADDEDEKİ YAŞAM GİTGİDE SIKICI BİR HAL ALIYOR
Şu anda cadde üzerinde ve yan sokaklarında onlarca işletme var. Üstelik her geçen gün bir yenisi ekleniyor. The House Cafe, Kitchenette, Home Store gibi İstanbullu markalar ile IVY, Big Chefs, Kuki, Coconot (Aktar sokağın başında olmasına rağmen, Filistin caddesinde yaşam oradan başlıyor) gibi Başkentli markalara yenileri ekleniyor. Ancak aralarından birçoğu daha önce caddeye konuşlanmış mekanı taklit edip, pastadan pay kapmaya çalışıyor. İçlerinde yenilik getiren, konsept geliştiren, farklı bir tarza yönelen yok. Bakıyorsunuz tutan işletmelerin kısa süre sonra taklitleri çoğalıyor. Hem de öyle bir taklit ki, dekorundan yemek mönüsüne, servis takımlarından hizmet anlayışına kadar. Hal böyle olunca da Filistin caddesindeki yaşam gitgide sıkıcı bir hal alıyor. Halbuki farklı lezzet ve dekorlar sunan işletmeler olsa, bugün ona yarın öbürüne gidilir ve cadde bir cazibe merkezi haline gelir.
Bu arada Filistin caddesinin son mekanı Eat’n Joy oldu. Doğrusu müdürü Ferhat’ı çok sevmeme rağmen bu mekana biraz mesafeli durmuştum. Nedeni ise kulaktan kulağa yayılan bir söylentiydi. Bir anda Ankara’nın iki ayrı bölgesinde faaliyete geçen ve kentin birçok billboardında duyurusu yapılan işletmenin yatırımcıları arasında Melih Gökçek ve oğlu Osman Gökçek’in ismi geçiyordu. Geçenlerde gazete ilanlarında gördüm ki şehir efsanesiymiş. Her halde Eat’n Joy markasının sahipleri de bu söylentilerden rahatsız olmuş olacak ki çareyi gazeteye ilan vermekte bulmuş.
"Eat’n Joy markası, Musa Demir ve Emrah Yıldız’a aittir. Markanın başka kişi, kuruluş ya da oluşumlarla herhangi bir bağı yoktur."
Şimdi diyeceksiniz ki Gökçek’ler olsa ne olur, olmasa ne olur? Sonuçta ticari bir yatırım değil mi? Tek bir cevabım olacak: Servetlerine servet, güçlerine güç katmamak için paramın Gökçek’lere nasip olmasını istemiyorum. Allahtan alakaları yokmuş da, gidilecek bir lezzet durağı daha listeme girdi.
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2009
Bir düşünün; toplum olarak bize atalarımızdan kalan mirasa sahip çıkabiliyor muyuz? Hiç sanmıyorum. Örneğin Atatürk Orman Çiftliği’nin (AOÇ) durumu ortada. Bilindiği üzere Atatürk Orman Çiftliği, yeni Ankara’nın çevresini ağaçlandırmak ve modern tarım tekniklerini uygulayarak çiftçilere örnek oluşturmak için 25 Mayıs 1925 yılında Ulu Önder Atatürk tarafından kurulmuştu. Atatürk, 11 Haziran 1937 yılına kadar kişisel mülkü olarak faaliyet gösteren çiftliği, bu tarihten sonra Türk milletine bağışlayarak hazineye devretmişti. Ve geliyoruz bu günlere... Çiftlik arazisi tam anlamıyla talana uğramış durumda. Bağış tarihi olan 1937’de 52 bin dekara varan AOÇ arazisi, bugün 30 bin dekarını muhafaza edebiliyor. Böyle sürerse kalan da yok olup, gidecek.
Aklıma, yaşadığımız topraklarda en çabuk tükenen mirasa ait rekor geldi. 15. Yüzyıl’da yaşamış Molla Rüstem ölürken, 14 yaşındaki oğlunun 100 yıl daha yaşayabileceğini ve günde 100 altın harcayabileceğini hesaplayarak, 3 milyon 600 bin altın bırakmış. Ancak gel gör ki tüm mirası 7 yıl gibi kısa bir sürede tüketen delikanlı, bir hamamın külhanında sefalet içinde ölmüş.
Şimdi yaşadığımız durum gösteriyor ki, Molla Rüstem gibi bizlere hazine bırakan Atatürk’ün mirasını kısa zamanda tüketiyoruz. Korkum o ki, varlıklarını tüketen Başkentliler olarak sefalet çekebiliriz.
ATA MİRASI HAVUZLARDA YÜZMEK DE GEZMEK DE YASAK
Yaşadığımız dünyayı gerektiği gibi tanıyabilmek ve elimizdekileri koruyabilmek için sürekli olarak karşılaştırmalar yapmaktan geri kalmamamız gerekiyor. Tekrar AOÇ arazine dönersek, Atatürk, Ankara’nın çorak topraklarını yeşertmek ve tarım yapabilmek için 1925 tarihinden itibaren üç sulama havuzu yaptırır... Her birine de isim koyarak, Marmara, Karadeniz ve Akdeniz havuzları der... Havuzların ikisi, Atatürk’ün isteği üzerine Karadeniz ve Marmara Denizi haritası şeklinde inşa edilir. Daha sonra yapılan üçüncü havuza ise Akdeniz adı verilir.
Aradan 10 yıldan fazla bir süre geçer ve Atatürk, 11 Mayıs 1937 yılında, Atatürk Orman Çiftliği’ni içindeki köşklerle birlikte millete armağan eder. Vefatıyla birlikte çiftlik arazisinin bir bölümü bazı kurumlara kiraya verilir. Havuzlar da kiraya verilen bu alanlarla birlikte elden çıkar.
Ve geliyoruz günümüze. Bu üç sembol havuz ne mutlu ki halen varlıklarını sürdürüyor. Biri MİT Müsteşarlığı’nın kullandığı alanda, diğer ikisi ise Devlet Mezarlığı ile Gençlerbirliği Tesisleri’nin içinde yer alıyor.
Ancak gel gör ki bir dönem, Atamızın içinde yüzdüğü, hatta sandal koydurtup kürek çektiği havuzlar, zaman içinde halkın malı olacağına, bazı kurumların malı oldu. Öyle ki, zamanla yüzme havuzuna dönüşen bu tesisler kapılarını halka da kapadı.
HAVUZ DİRİYE DEĞİL ÖLÜYE TAHSİS EDİLDİ
MİT Müsteşarlığı’na kiralanan alan içinde kalan Marmara ve Devlet Mezarlığı içinde kalan Karadeniz, bugün süs havuzu olarak değerlendiriliyor. Yasak bölgede yer aldıkları için de vatandaşın kullanımına kapalılar. Geriye kalan Akdeniz Havuzu ise Gençlerbirliği tesisleri içinde bulunuyor ki, bir tek o şimdilerde bile yüzme havuzu olarak kullanılıyor. Ancak Akdeniz havuzu da bir yerde vatandaşın kullanımına kapalı. Nedeni ise bu tesislere ancak Gençlerbirliği kulübüne üye olanlar ve yüksek miktarda parayı bastıranlar girebiliyor.
Kısacası Atamızdan tüm Türk halkına miras kalan bu havuzları vatandaşın kullanımına açamaz mıyız? Yüzülmese bile, gezilmesi ve görülmesi sağlanamaz mı? Dahası oburca tüketilen çiftlik arazisi rahat bırakılamaz mı?
Oburluk dedim de, aklıma bu toprakların en obur insanın rekoru geldi. Üçüncü Selim döneminde "Aygır İmam" diye tanınan Derviş Efendi, 2 okka ( yaklaşık 2 bin 566 gram ediyor) pastırmanın üzerine 40 yumurta kırdırıp, yiyerek rekor kırmış. Ancak kısa bir süre sonra şişen dili ağzına sığmadığı için can vermiş. Yaşanmış bu hikaye inşallah arazi oburlarına ders niteliği taşır.
7 KEZ YILDIRIM ÇARPTI YÜZÜ GÜLMEDİ, ÜSTÜNE ÜSTLÜK ECELİYLE ÖLMEDİ
Bize bir şey olmaz diyenler için de bir rekor notum var. Dünyada en çok yıldırım çarpmasına maruz kalan kişinin hikayesi. Amerikalı korucu Roy C. Sullivan, dünyada 7 kez yıldırım çarpan tek kişi. 1942 yılında ilk kez yıldırım çarptığında ayak başparmaklarının tırnaklarından oldu. 1969 yılında da kirpiklerinden. Bir yıl sonra sol omuzu sakatlandı. 16 Nisan 1972 günü saçları alev aldı. 7 Ağustos 1973’te bacakları yandı. 5 Haziran 1976’da ayak bileği sakatlandı. 25 Haziran 1977’de göğsü ve karnındaki yanıklardan dolayı hastaneye kaldırıldı. Peki, 7 kez yıldırım çarpmasından ölmeyen Sullivan’a ne oldu? 1983 Eylül ayında sevgilisinin aşkına karşılık vermemesi üzerine intihar ederek yaşamını noktaladı.
Kıssadan hisseye gelecek olursak; arazi yağmalanıyor, Başkent gün geçtikçe beton yığınına dönüşüp, kuraklığa teslim oluyor. Hava kirliliği ciğerlerimizi, susuzluk yaşamımızı, tarımın çöküşü midemizi, yeşile hasret bırakan betonlaşma ruh sağlığımızı tehdit ediyor. Bu sevgisiz ve hoyrat ortamda intihar ediyoruz, farkında değiliz.
YOĞUN TRAFİK YETMEDİ BİR DE SUYUN AZİZLİĞİNE UĞRUYORUZ
Son günlerde fark ettiniz mi bilmiyorum ama Ankara’nın trafiği çekilmez bir hal aldı. Hatta Melih Gökçek’in çok övündüğü alt üst geçitler bile soruna çare olamadı. Özellikle işe gidiş ve çıkış saatlerinde araçlar milim milim ilerliyor. Tüm bunların üzerine bir de tadilat, gösteri ya da yabancı konuk için bazı kavşak ve yollar kapanıyorsa, trafik tam anlamıyla Arap saçına dönüyor.
Hürriyet Gazetesi’nin binası Eskişehir yolu üzerinde. Neredeyse günün her saati yoğun bir trafik var ve yan yana dört şerit bile yetmiyor. Buradan şuna gelmek istiyorum: İstediğin kadar yol genişlet, kavşak yap, köprü kur; metro gibi toplu taşıma yönelmediğin sürece trafiği rahatlatamazsın. Üstelik otobana dönüşmüş yollarla mal ve can kaybına davetiye çıkarırsın.
Karşıdan karşıya geçiş için büyük beceri gerektiren üç dört şeritli yollar, ölümlü kazalara davetiye çıkarmıyor mu? Ya şehrin göbeğinde otobana dönmüş ana cadde ve sokaklara ne demeli? Göstermelik kaldırımlar yayaların yan yana yürümesini bile imkánsız hale getirmiyor mu? Bazı güzergáhlarda karşıdan karşıya geçmek için yüzlerce metre yol kat etmek hepimizin ortak sorunu değil mi?
Bu arada başka bir yanlış uygulamadan da bahsedelim. Kentin birçok caddesinde orta refüj sulaması tehlikeyi bir kat daha arttırıyor. Otomatik sulamaya geçen fıskiyeler çim, ağaç ve çiçeklere ulaşması gerekirken, yolları da ıslatıyor. Suyun yoldaki kum ve tozla birleşmesiyle de yerler cila gibi kaygan hale geliyor. Güneşli ve kuru havada bu durumu fark etmeyen sürücüler de direksiyon hákimiyetini kaybediyorlar. İnanın bu kaymalar yüzünden her gün onlarca kaza oluyor. Hele ki akşamları, yerdeki ıslaklığı fark etmeyen sürücüler tam anlamıyla can pazarının içine düşüyor. Sözün özü, belediye yetkilileri bu sulama sistemlerini yola ulaşmayacak şekilde ayarlayamaz mı?
LÜKS YAŞAMIN CAZİBE MERKEZİNDE SINIR YOK
Doğal potansiyelini akıllı yatırımlarla birleştirerek turizmdeki rakiplerini bir bir saf dışı bırakan Türkiye, artık zengin turistlerin de cazibe merkezi konumunda. Başta Rus milyarderleri olmak üzere dünyanın dört bir tarafından ’first class’ tatilciler akın akın ülkemize geliyor. Özellikle Antalya’da yoğunlaşan ultra lüks tesislerde akla gelebilecek her konforu bulabilen zenginler, ayrıcalıklı olmanın keyfini de yaşıyor.
Çok değil, 1980’li yılların başına kadar turizm yatırımlarına gereken önemi vermeyen Türkiye, kültürel mirası ve doğal güzelliklerine rağmen emsal ülkelerin çok gerisindeydi. Antalya ise bu geri kalmışlığın en belirgin görüldüğü kentlerden biriydi. Aydın’ın ilçesi Kuşadası kadar dahi turizm potansiyeline sahip değildi. İşte böylesine negatif ortam içinde ülke insanının algılaması transformasyona, altlarda seyreden çıtası ise hızla yükselmeye başladı. Özellikle iki binli yıllardan sonra gelinen noktada ise Türkiye, gerçekleştirdiği ataklarla dünya turizm pastasındaki payını arttırıyor, dolayısıyla da zirveye emin adımlarla ilerliyor.
Artık Türk turizmi, sadece doğal güzellikleri veya tesislerinin kalitesiyle değil, işletme anlayışı ve servis kalitesiyle de öne çıkıyor. Kısa bir süre öncesine kadar çoğunlukla orta ve orta üstü gelir seviyesindeki tatilcilere hitap eden ülkemiz, son dönemlerde birbiri ardına hizmete sokulan ultra lüks tesisleriyle zengin turistleri de kendisine çekiyor.
FIRST CLASS TATİLCİLERE VIP HİZMET
Uzunca bir süre her şey dahil sistemiyle durumu kurtaran Türk turizmi kabuk değiştirirken, monotonlaşan hizmet anlayışını da geride bırakıyor. Kapasitelerini sonuna kadar zorlayıp ucuza yatak satan, daha doğrusu sürümden kazanmaya çalışan beş yıldızlı otellerin yanı sıra, yüksek fiyatlara ulaşmak için markalaşmaya ve kaliteye yönelen tesisler faaliyete geçmeye başladı. Artık, müşterilerine kişi başına günlük 30 ile 70 Euro arasında bir bedel değil, 12 bin Euro’lara varan faturalar çıkaran otellerimiz var.
Başta Rus zenginler olmak üzere ’first class’ tatilcilerin uğrak yeri haline gelen Antalya’da birbiri ardına üst sınıf tesisler açılıyor. Bu işletmelerin bünyesinde bulundurduğu özel oda ve villalarda ise hizmette sınır yok. Geceliği 700 ile 15 bin dolar arasında değişen suit otel odaları ve villalarda konaklayan zengin turistler, ödedikleri para karşılığında akla gelebilecek her türlü konforu bulabiliyor. Özel aşçısı ve hizmetçisi olan suit ile villalarda kalan ’VIP’ misafirlere, istedikleri takdirde ulaşım için jet, yat veya helikopter tahsis ediliyor. Üstelik sunulan çarşaftan mobilyaya, yemek takımından televizyon gibi elektronik eşyaya kadar her üründe dünyaca ünlü markalar kullanılıyor. Bu konsept oteller iç dekorasyonu, servis anlayışı ve lüksüyle mutlaka görülmesi gereken bir müze izlenimi veriyor.
DÜNYACA ÜNLÜ MARKALAR RESMİ GEÇİT YAPIYOR
Örneğin Kempinski The Dom Otel’in odaları dahil lobi gibi genel alanlarında dünyanın en ünlü markalarına rastlıyorsunuz. Mobilyaların tamamı, Fendi ve Baxter markasını taşıyor. Yiyecek-içecek departmanında kullanılan tabaklar Villeroy&Boch, Rosential; bardaklar Schott&Zwiesel; çatal bıçak takımları Hepp imzasını taşıyor. Ayrıca, Mardan Palace gibi, otelde kullanılan tüm elektrikli ekipmanlar özel imalat ve 22 ayar altın kaplama. Perde ve yatak örtüleri Vanelli, oda otomasyonları Martens, banyo armatürleri Stark, balkon ve dış mekan koltukları da Ketal imzasını taşıyor.
Tesislerde çalışan elemanlar ise bu zengin yaşam için özel eğitimlerden geçiyor. Kimi tesis, butler denen özel uşakları aylarca İngiltere’ye eğitim için yolluyor. Aşçılar ise dünya mutfağını daha iyi tanısın diye yabancı ülkelerdeki özel organizasyonlara yollanıyor.
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2009
Bildiğiniz üzere, yerel seçimlerden sonra Bakanlar Kurulu revizyonu oldukça kapsamlı oldu. Kabineye, biri dışarıdan olmak üzere dokuz yeni bakan girdi. Yedisinin yeri değişirken, 10 isim koltuğunu korudu. Hal böyle olunca da gözler yeni bakanlar üzerine yöneldi. Başbakan bu değişiklikle düşen oylarını arttırmayı hedeflerken, vatandaş ise yenilerden ’çağdaş ve yaşanabilir’ bir ülkenin temel taşlarını örmelerini bekliyor.
Dokuz yeni bakan koltuklarına oturur oturmaz Capital, Ekonomist ve Tempo dergilerinin Ankara Temsilcisi sıfatıyla randevu talep ettim. Amacım "Hayırlı olsun" dileklerimi iletmekten daha çok, "Sorumlu oldukları kurumların en önemli sorunlarını ve önceliklerini" sormaktı. Doğrusu bu emelime yoğun görüşme trafiğinden sonra zor da olsa ulaştım. Zira bir kez daha farkına vardım ki, bakan koltuğuna oturan kişi için ilk günler kabus gibi geçiyor. Heyetler halinde ziyarete gelen milletvekilleri, partililer, memleketliler derken kafalarını kaşıyacak vakit bulamıyorlar. Daha da önemlisi yönetecekleri bakanlığın işleyişi ve sorunları hakkında emrindeki bürokratlardan bilgi alacak zamanları bile yok. Hatta aralarından bir kısmı kendinden önceki yönetimce programlanan aktivitelere gitmekten makam masasının çekmecelerini açmaya bile fırsat bulamamış.
İşte böylesine yoğun bir ortam içinde yeni bakanlara " ilk hedeflerini" sordum. Merak edenler bakanların görüşlerini, Tempo’nun Haziran sayısında yayınlanan röportajlardan okuyabilirler. Köşemde ise ilgiyle okuyacağınızı sandığım gözlemlerimi aktardım.
ARINÇ DEĞİL MESİR MACUNU YÜZENDEN KONUŞAMADIK
Bu tur esnasında ilk durağım, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın makam odası oldu. Biliyorsunuz kendisi AKP’nin kurucularından. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan sonra en etkili isim olarak görülüyor. Tüm bunların da üstünde partinin ağabeyi.
Beş yıl TBMM Başkanlığı’nın ardından bakanlık koltuğuna oturan Bülent Arınç, kısa süren ’hoş geldin’ faslından sonra ısrarla, masa üzerinde duran mesir macunundan almamı istiyor. Malumunuz, Manisa’nın simgesi haline gelen bu ürün, Arınç’ın en makbul hediyesi. Kırmamak için ağzıma attığımda ise macunun hışmına uğruyorum. Soru soracağım ama damağıma yapışan macun yüzünden kelimeler bir türlü dudaklarımdan dökülmüyor. Dilimle damağıma yaptığım hamleler, ardından sırtımı dönerek parmağımla ağzıma yaptığım operasyon ve ikram edilen çaydan birkaç yudum derken normale dönmeye başlıyorum.
"Hükümet olma sorumluluğu ve hükümet çalışma konularında çok fazla deneyimim yok " diyerek söze başlıyor. Daha sonra devam eden konuşmalarından anlıyorum ki, kendine bağlı kurumlarda radikal değişikliklere gidecek. Vakıflar Genel Müdürlüğü, TRT, Anadolu Ajansı, RTÜK, Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü ve Danıştay ile ilişkiler ona bağlı. Bu kurumları daha çağdaş hale getirmek için çalışacağını söylüyor. Çağdaş hale getirir mi, getiremez mi bilemiyorum ama ilk hamlesi herkes gibi benim de hoşuma gidiyor. Deniz Feneri suçlamasıyla mal varlığına tedbir konan RTÜK Başkanı Zahit Akman’ı istifaya davet ediyor.
AİLE KURUMU DEMİR LADY’E EMANET
Arınç’ın odasından çıkıp, bir sonraki durağım Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf’ın makam odasına doğru yönlenirken, bakanın ısrarıyla cebime attığım ikinci mesir macununa muzır bir ifadeyle bakıyorum. Onu da büroya dönüşümde, gevezeliğinden bunaldığım birine ikram edebilirim.
Son kabine değişikliği ile Denizli’nin ilk kadın Milletvekili Selma Aliye Kavaf ile birlikte 26 kişilik Bakanlar Kurulu’nda kadın sayısı ikiye yükseldi. Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Kavaf, oldukça zarif bir bayan. Sohbet esnasında fark ediyorum ki, İngiltere’nin Demir lady’si Teacher’ı anımsatıyor. Başına geçtiği bakanlık hakkında konuştuğumuzda da bir hayli bilgisi ve vizyonu olduğunu sorduğum sorulara verdiği yanıtlardan anlıyorum. Bir çırpıda aile kurumunun güçlendirilmesinin kadın ve çocukların eğitilmesinden geçtiğini anlatıyor. Çocuklara ilk eğitimi annelerinin verdiğine dikkat çekerek, "Eğitim, toplam kaliteyi beraberinden getiren bir konu. Yaşam kalitesinden, yapılan işlerin standardına kadar belli bir hedefi gerçekleştirmek istiyorsanız, öncelikle toplam kaliteyi sağlamak durumundasınız. Madem bu işin sermayesi insan, o halde insanımızın toplam kalitesinin iyileştirilmesi gerekir " diyor.
RÜZGAR GİBİ GİDEN BAKANIN ÇİKOLATALARI
Belli ki anlatacağı çok şey var, ama benim amacım tek sorunun yanıtıyla yetinmek. Zira gideceğim daha çok kapı var. Hatta Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’la olan randevuma gecikeceğim aşikár.
Kabinenin iki sakallı milletvekilinden biri olan Yıldız’a ulaştığım zaman ise kendisini tanıyacak fırsat bulamıyorum. Zira odasını dolduran ziyaretçileri, evrak imzalatma derdine düşmüş bürokratları ve uçağa yetişmek zorunda olduklarını söyleyen danışmanlarından sıra bana gelmiyor. Tabir-i caizse iki arada bir derede tanışıp, sorumu sorarken, misafir koltuğuna oturmakla ilişmek arasında bir konumda olduğumu fark ediyorum. İnanın, çikolata da ikram etmese varlığımdan haberdar olmadığını sanacağım. Zaten ikramını sindiremeden yanımdan rüzgár gibi geçiyor ve sorumu telefon konuşmasıyla yanıtlayacağını söylüyor. Arkasından baka kalırken de önde o, arkasında kuyruklu yıldız gibi ziyaretçileri ve bürokratları odadan çıkıp gidiyor. Bakıyorum odada özel kalem müdürü, basın müşaviri ve ben kalmışız. Alıcı gözle etrafımı şöyle bir süzüyorum, dört bir tarafı "Hayırlı olsun " çiçekleri, çikolataları ve şekerlemeleri doldurmuş.
SELEFİ DÜŞÜNDÜKÇE HALEF RAHATLATIYOR
Bir sonraki durağım ise kabinenin diğer sakallı bakanı Nihat Ergün’ün makamı. Sanayi ve Ticaret Bakanlığı koltuğuna oturmadan önce AKP Grup Başkanvekiliydi. Aslında kısa bir süre önce aynı odada selefi Zafer Çağlayan ile çok sık görüşmüşlüğüm olduğu için koltuktaki Ergün’ü yadırgıyorum. Bir anda yıllardır dostluğundan büyük keyif aldığım Zafer Bey’e karşı "Öldü Kral yaşasın yeni kral " muamelesi mi yapıyorum kaygısına düşüyorum. Ancak Ergün’ün konusuna hakim tavırları ve güler yüzlü yaklaşımı tereddütlerimin yersiz olduğunu gösteriyor. Sonuçta da Çağlayan’ın başka bir bakanlık koltuğuna geçtiğini hatırlayıp, kendimi rahatlatıyorum.
ŞIK VE TİTİZ BAKANIN ÖNCELİKLERİ
Son genel seçimlere kadar Başbakanlık müsteşarlığı görevini üstlenen Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer ile daha önce hiç tanışmamıştım. Benim için kapalı kutu insanların başında geliyordu ki, kişilik yapısını çok merak ediyordum.
O gün, koltuğa oturduktan sonra misafir ettiği ilk gazeteci olduğumu öğreniyorum. Akademik ve bürokratik kariyerine bakınca karşımda soğuk duruşlu bir insan göreceğimi düşünürken, kısa bir sohbetten sonra fikrim tamamen değişiyor. Sıcak, cana yakın tavırlarıyla hoş sohbet bir insan olduğunu gözlüyorum. Belli ki ödevine iyi çalışmış bir öğrenci gibi konusuna hakim. Önceliğinin ekonomik kriz ile birlikte daha da büyüyen işsizlik sorununu çözmek olduğunu anlatıyor. El atacağı diğer iki konu ise Sosyal Güvenlik Sistemi ile kayıt dışı ekonomi.
Dinçer, anlatırken gözüm kıyafetine takılıyor. O ana kadar görüştüğüm bakanlar arasında en şık giyinen unvanını hak ettiği fikrine kapılıyorum. Pantolonunun buruşmaması için oturuşuna dikkat etmesi titizliğini, kıyafetinin bütünündeki renk uyumu ise zevkini gösteriyor. Bir de ziyaret sayısını minimuma indirerek, direkt olarak işlere daldığını notlarım arasına yazıyorum.
ŞARKI VE FİLMLERE KONU OLAN XANADU’DA GÖRKEMLİ GECE
Bu güne kadar Kubilay Han’ın dillere destan yazlık sarayı Xanadu ile ilgili çok şey yazılıp çizildi. Ancak bunlardan en çok akılda kalanı, Olivia Newton John ve diğer başrolde Gene Kelly’nin oynadığı aynı isimli filmindeki "Xanadu" şarkısı oldu. Tabii hepimizin bildiği bir diğer "Xanadu Klasiği" de "Citizen Kane" (Yurttaş Kane) filmiydi. Orson Welles’in başrolde Charles Foster Kane’i canlandırdığı bu filmde Kane’in malikanesinin adının "Xanadu" olduğu halen hafızalarımızda.
Ancak ben ne bu filmden, ne de o müthiş şarkıdan bahsedeceğim. Sadece Antalya Belek’in en güzel tesislerinden biri olan Xanadu Otel’in kuruluşunun 9. yıl dönümü kutlama törenlerine değineceğim. Ankara’nın köklü inşaat firmalarından Aydıner İnşaat’ın sahibi Mehmet Aydıner’e ait otelde görkemli aktiviteler gerçekleşti. Tesisin Genel Müdürü Yusuf Hacısüleyman’ın yarattığı görsel şölen gerçekten görülmeye değerdi. Daha farklı bir ifadeyle her Başkentlinin göğsünü kabartacak cinstendi. Belki de son yıllarda tanık olduğum en ihtişamlı havai fişek ve lazer gösterisi tüm Belek sahilinden izlendi.
Bu görsel şölene bakıp, kısa bir süre önce Azeri işadamının milyonlarca dolar para akıtarak hizmete soktuğu Mardan Palece Otel’in açılışı aklıma geldi. Tüm medya ballandıra ballandıra izleyicisine ve okuyucusuna aktarırken Xanadu’nun bu özel gecesini "es" geçmişti. Bence o gecenin Mardan’dan tek eksiği ünlü Hollywood yıldızlarının konuklar arasında olmamasıydı. Ancak Xanadu’nun önemli bir artısı da vardı. Dünyanın dört bir tarafından gelen konukların yüzde 65’i sürekli gelen insanlardan oluşuyordu. Kısacası kendi müşteri profilini yaratan bu tesis, bölgenin en pahallı otellerinden biri olmasına rağmen aidiyet duygusu yaratmış. İnşallah diğer işletmeler de bu çizgiyi yakalar.
BİR İMZADA BODRUMA ATIYOR
Sözün özü, Mehmet Aydıner gibi yatırımcıları izledikçe, Ankaralı turizm neferlerinin neler başarabildiğini görüyorum. Zira bozkırın bağrından çıkıp, sahillerde harikalar yaratmak her babayiğidin harcı değil. Üstelik yeni öğrendim ki, Aydıner Grup, Bodrum’da bir yarım adaya harika tesis yapıyormuş. Açılışı gelecek yaz sezonu başında gerçekleşecek Bodrum Xanadu’nun yapımında hiçbir maliyetten kaçınılmıyormuş. Kanımca gelecek senenin ses getiren Mardan’ı da orası olacak. Hiç kuşku yok ki, Antalya ile birlikte Bodrum’u da yönetecek olan Genel Müdür Yusuf Hacısüleyman’ın yaratıcı fikirleri sayesinde.
Bu arada Ankara’da başarılı işlere imza atan NPR Halkla İlişkiler Şirketi’nden de bahsedeyim. Nur Başnur’un sahibi olduğu bu şirket, özellikle turizm alanında başarılı işler yapıyor. Adeta gönüllü bir turizm elçisi gibi hareket ediyor... Belek turizm bölgesi ise onların başlıca ilgi alanı... Bakıyorum da Nur Hanım ve elemanları siyasetçisinden bürokratına, iş adamından medya mensubuna kadar geniş bir kitleye hitap ediyorlar. O gece Xanadu’nun doğum günü için de çabalayıp, duruyorlardı. NPR’nin sevimli ve başarılı temsilcileri, Genel Koordinatör Filiz Çakır ile Eser Altınok’u tanımanızı isterim. Maharetleriyle bırakın Belek’i, çölü bile size sevdirebilirler.
Yazının Devamını Oku 31 Mayıs 2009
"Bak şu konuşana" isimli sinema filmini seyretmişsinizdir. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’de izlemiş olacak ki, 29 Mart seçimlerinden sonra dili çözüldü ve en esaslı konuşmasını yaptı. Muhalefete, özellikle de Çankaya Belediye Başkanı Bülent Tanık’a seslenip, "Yeni dönemde muhalefet belediyeleriyle uyum içinde çalışmak istiyorum" deyiverdi. Doğrusu basın toplantısıyla duyurduğu bu konuşma herkes gibi benim de ilgimi çekti.
İçimden "Allah Allah, barış güvercini yanlışlıkla Gökçek’in tepesine mi kondu?" diye geçirdim. Fakat daha sonraki sözlerini duyunca da bırakın güvercinin konmasını, beyefendinin yakınından bile uçmadığını anladım. Muhalefete ait belediyelerle iyi geçinmek için şart koşuyordu... Peki, şartı neydi? Melih Bey’in bizzat dudaklarından dökülen cümlelerle aktarayım da, sonradan itiraz gelmesin.
"Biliyorsunuz Ankara Büyükşehir Belediyesi için en çok dava açan ilçe Çankaya. Çankaya’dan şimdi iyi niyet gösterisi yaparak bütün davalarını geri çekmesini bekliyoruz. Karşılıklı olur bunlar. Biz de çekeriz davalarımızı. Anlayış her zaman karşılıklı olur. Tek taraflı olmaz. Çankaya Belediyesi davaları sadece kendisi açmadı. Aynı zamanda Çağdaş Başkent Ankara Derneği’ne açtırdı. Tahminen söylüyorum, herhalde bin civarında dava vardır. Bunun yanında Mimarlar Odası ve Şehir Plancıları Odasıyla dirsek teması halindeydiler"
Kısacası kendisine ve yönettiği büyükşehir belediyesine açılan davaların geri çekilmesini ilk şart olarak öne sürüyordu. Hem Çankaya Belediyesi çekecek, hem de sivil toplum kuruluşları. Bu sözleri de duyunca yine içimdeki sese kulak verip, "Tamam Melih Bey aslına geri döndü. Barış güvercinin yerine kargaları görmüşüm. Zira bu laflara ancak kargalar inanır ve inanmakla kalmayıp güler" demesine tanık oldum.
Melih Gökçek’in barış çağrısının içeriği, olmayacak duaya "Amin" demekle aynı kapıya çıkıyordu. Zira bir taraftan imar planını kenara atıp şehrin canına okuyacaksın, diğer taraftan da yanlış uygulamalarla kentin ruhunu öldüreceksin, sonra da "Ben yaptım, oldu bitti" diyeceksin. Buna karşı çıkanların hukuk mücadelesini de ön şart olarak göz ardı edeceksin.
PAŞA GÖNLÜ OLSUN DİYE DAVALAR GERİ ÇEKİLİR Mİ?
Gökçek’in kendisi de biliyor ki, davasını geri çeken Çankaya Belediyesi suç işlemiş, sivil toplum kuruluşları ise amaçlarına ve Ankaralılara ihanet etmiş olacak. Bu davalar niye açıldı? Sırf Melih Gökçek’e olan kızgınlıklarından dolayı mı? Elbette değil. İcraatlarının neredeyse tamamı büyükşehir belediyesinin yanlış uygulamalarından dolayı mahkeme salonlarına taşındı. Doğalgaz sayaçları, şehri katleden bazı kavşak ve yol düzenlemeleri, imar planına aykırılıklar, su şebekesinin problemleri, amblem tartışması gibi ... Örneğin, Mimarlar Odası Güvenpark, Atatürk Orman Çiftliği, Ulus, Atatürk Kültür Merkezi Alanı, Çaldağı Park Alanı, ODTÜ gibi özel yerleri korumak için hukuk savaşı başlatmadı mı?
Şimdi davalardan vazgeçilip, buralar Melih Gökçek’in insafına terk edilebilir mi? Örneğin ben, Başkentliler adına Çankaya Belediyesi’nin aldığı bir karardan dönmesi halinde kıyameti koparırım. Sen, Ankara’nın en rantlı bölgesinde satın aldığın villanın bahçesine halka ait park ve trafo alanını katacaksın, karşılığında Çankaya Belediyesi davadan vazgeçecek. Olur mu böyle şey? Melih Bey’in paşa gönlü olsun diye tüm Ankaralılara ait bir alan, oğlunun oturduğu villanın bahçesine hibe edilebilir mi? Buradan açıkça söylüyorum, eğer böyle bir davadan feragat ederse iki elim Çankaya Belediye Başkanı Bülent Tanık’ın yakasında olur. Zira ben bir vatandaş olarak üzerime düşeni yapıp, konuyu gündeme taşımışım, üstüne üstlük bu talan olayını engellemek için mahkeme koridorlarına düşmüşüm, sen ise Çankaya Belediyesi olarak haklı olduğun halde görevden kaçacaksın(!)
Peki, uzlaşma nasıl olur? Sen Melih Gökçek olarak hatalı uygulamalardan vazgeçersin, yasalara uyarsın, vatandaşa ait gasp ettiğin araziyi geri verirsin o zaman barış sağlanır. Haksız mıyım?
Bu ön koşulun başka bir yönü daha var. Melih Gökçek, "Karşılıklı olur bunlarÖ Biz de çekeriz davalarımızıÖ" diyor. Demek ki Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin açtığı karşı davalar sırf intikam amaçlı mahkeme koridorlarına taşınmış. Ya da "gözünün üstünde kaşın var" misali eften püften davalarmış. Yoksa bir kamu görevlisi yasalara aykırı bulunan bir uygulamadan vaz geçer mi? Daha açık bir ifadeyle görmemezlikten gelerek suç işler mi?
ULAŞTIRMA BAKANLIĞI TÜNELİN SONUNA ULAŞTIRMADI
Seçimlerden önce sık sık dile getirdiğim bir soruna da değineyim. Bildiğiniz üzere, büyük kentlerde ulaşımın ana çözümü toplu taşım araçlarında. Yani hafif raylı sistemlerde, metrolarda ve düzenli işleyen otobüslerde. Gel gör ki, toplu taşım araçları yönünden Başkent çok gerilerde. Daha doğrusu Melih Bey’in kavşak, alt üst geçit ve otoban sevdası yüzünden ihmale uğramış durumda.
Aslında Ankara’nın birçok ana arterinde metro çalışması var ama, çukurlar, tüneller kazıldığıyla kalmış. Yıllardır ne bir ray döşeniyor, ne de vagon siparişi veriliyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 29 Mart seçimlerinden önce bu durumun farkına vardı ve Ankara’da yerel seçim startını verdiği gün metronun Ulaştırma Bakanlığı tarafından tamamlanacağını söyledi. Doğrusu bu söz Melih Gökçek’in seçimleri kazanması için önemli bir vaat oldu.
Ancak bugün geldiğimiz noktada gördük ki, verilen sözler vaatten başka bir şey değilmiş. Türkiye Büyük Millet Meclis’indeki komisyon görüşmelerinde metronun Ulaştırma Bakanlığı tarafından yapılmasını öngören kanunun çıkarılmadı. Hal böyle olunca da, Melih Bey, "Bizim belediyenin kendi imkánlarıyla bunu yapma şansı yok" demeye başlayıp, işi inşallaha, maşallaha bıraktı. Şimdi "Yasa çıkarsa ve parayı bulursak 2,5 yılda tamamlarız" gibisinden söylemlerde bulunuyor. İnanıyorum ki, gelecek seçimlerde de ana konumuz metro olacak ve Melih Bey biraz daha genişleyen tünelleri gösterip, "Tünelin ucu göründü, inşallah bu dönem rayları döşeyip metroyu halkın kullanımına açarız" diyecek. Ancak yine eminim ki bu kez onu Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın desteği bile kurtaramayacak.
GEÇ GELEN KAHVALTIYI KEYFE DÖNÜŞTÜRMEK
Bütün bir hafta yorulduktan sonra, Pazar günlerini sadece kendinize ve sevdiklerinize ayırmaya ne dersiniz? Pazar, birçok aile için, birlikte vakit geçirmenin, dinlenip, huzur bulmanın adıdır aslında. Haftanın bu son gününde, genellikle geç uyanılır, sabah kahvaltısı öğle yemeği ile birleştirilir; bol gazeteli bir masada, aile arasında keyifli ve uzun sohbetler başlar. İngilizcede kahvaltı anlamına gelen "breakfast" ile öğle yemeği anlamına gelen "lunch" sözcüklerinin birleşimi ile oluşan "brunch" kelimesinin, Türkçedeki karşılığı ise "geç kahvaltı".
Brunch, son zamanlarda Ankara’daki seçkin otel ve kafelerin müşterilerine sunduğu keyifli ve huzur dolu bir aktivite halini aldı. Eğer, Pazar günleri evde yaptığınız kahvaltılı dakikalar yetmiyor ve daha fazlasını istiyorsanız, pek çok işletme bu imkanı size sunuyor. Sizler için masayı hazırlıyor, çayı demliyor, müziği seçiyor, gazeteleri sergiliyor ve onlarca çeşit mönüyle damak zevkinizi tatmin ediyor.
Son haftalarda dostlarımla beraber pazar brunchlarını iple çeker olduk. Her seferinde ayrı bir mekana gidip, sunulanları beğeni süzgecimizden geçiriyoruz. Özellikle de bahçe keyfi yaşatan işletmeleri tercih ediyoruz. Sonuçta gerek uyguladıkları fiyat politikaları, gerekse sundukları hizmet yönünden kendimize göre bir liste oluşturduk.
PAZAR GÜNÜ BRUNCH KEYFİ İÇİN LEZZET DURAKLARI
Öncelikle son ayların trend bölgesi Filistin ve Arjantin Caddesi’ndeki mekanlara değineyim. Geçen yıl hizmete giren The Hause Cafe, ağaçların gölgesinde kalan bahçesinde oldukça güzel bir açık büfe sunuyor. Açıldığı ilk günlere göre önemli bir değişim de geçirmiş. Sil baştan yenilediği personeliyle daha güler yüzlü ve sıcak bir ortam yakalamış. Bu yıl teras tarzı bahçesini ilk kez açan IVY ise oldukça iddialı mekanların başında geliyor. Kendinizi deniz üzerindeki bir iskelede konuşlanıyormuşsunuz hissine kapılıyorsunuz. Tavanı kaplayan ahşabın sıcaklığı, seçilen mobilya ve dekorasyonda da kendini gösteriyor. Yemek büfesinin çeşitliliğine içeceklerin bolluğu da eklenirken Bodrum’daki beachleri aratmayan bir ortam sizi kucaklıyor. Anlayacağınız IVY teras bahçenin mevcut yapısında bir tek deniz eksik.
Bu sezona iddialı giren Home Store Cafe ise Pazar brunchlarında da başa güreşmek için kolları sıvamış. Rekabette "ben de varım" dercesine büfesini kaliteli ve bol tutmuş. Özellikle peynir çeşitleri göze çarpıyor. Yine aynı bölgenin brunch veren diğer iki mekanı Cafemiz ile Budakaltı kafeler ise gelenekselleştirdikleri Pazar keyfini kesintisiz sürdürüyorlar. Budakaltı’nın yeşile bürünmüş bahçesi, Cafemiz’in ise Arjantin Caddesi manzaralı bahçe terası oldukça güzel. Özellikle Budakaltı’nın pancake, poğaça ve çörekleri damaklarda kalıcı bir tat bırakıyor. Bu arada hizmet türü brunch olmasa da, zengin kahvaltı mönüsünde sucuklu yumurta, fırından yeni çıkmış onlarca çeşit ekmek ve pasta gibi ürünler sunan Big Chefs’i de es geçmeyelim.
Ankara’nın birçok semtine yayılan Liva Pastaneleri ise fiyatı az, masadaki ürünü fazla mönüsüyle brunch keyfini en iyi yaşatan işletme. Özellikle Çukurambar’daki mekanı iğne atsan yere düşmeyecek kalabalığa ev sahipliği yapıyor. Ümitköy’deki bir kaç mekan ise Pazar keyfini geleneksel hale getirmiş durumda. Fındık ağacından okaliptüse, güllerden kır çiçeklerine kadar yüzlerce bitkinin yer aldığı bahçesinde hizmet veren Marmelatte, çolukla çocukla gidebileceğiniz güzel bir kafe. Büfesini süslediği birçok ürünü kendi bostanında yetiştiren mekanın unlu mamulleri de bir hayli iddialı. Ancak, mönüsünün bu iddiasına maalesef garsonları ayak uyduramıyor. Çay ya da meyve suyu siparişinizi birkaç kez söylemeniz gerekiyor.
Park Caddesi’ndeki Las Chicas ile Leda ise brunch konusunda dikkat çeken diğer işletmeler. Sundukları farklı lezzetlerle Pazar keyfini bir şölene çeviriyorlar.
Yazının Devamını Oku 24 Mayıs 2009
2008 yılı son çeyreği itibarıyla küresel kriz karşısında en az kaygı taşıyan sektörlerden biri turizmdi. Bütün sektörler 2009 yılı için ciddi oranlarda küçülme hesaplarıyla planlama yaparken, birçok turizmci Başbakan gibi düşünüp, krizin kendilerini teğet geçeceğini söylüyordu. Ancak sezonun açıldığı ilk aylarda oluşan rakamlar, bu olumlu beklentiyi silip süpürdü. Diğer bir deyişle turizmcilerin krize karşı efelenmesi boş çıktı. Zira ilk verilere göre sektör yüzde 14’lük bir küçülmenin pençesine düştü. Bütçeler kısıldı, kış aylarında askıya alınıp sezonda çalıştırılan personel geri çağrılmadı, konaklama ücretleri projeksiyonun altında kaldı. Gördüğüm kadarıyla da önümüzdeki aylarda bu sıkıntılı durum devam edecek. Ancak turizmciler yinede gelecekten umutlu. Hedefleri ise 2008 yılı rakamlarını yakalamak.
Hal böyle olunca da geçen hafta soluğu Antalya’da aldım. Sezonun nabzını tutmak için Kundu’dan Belek’e, Tekirova’dan Manavgat’a kadar tatil yörelerini gezdim. Bu arada bırakın Türkiye’yi, dünyanın sayılı tesislerinden Mardan Palace’ı inceledim. Amacım ise bu görkemli otel başta olmak üzere Türkiye’de temalı otel trendini başlatan Hasan Sökmen’in yaşama geçirdiği diğer tesisleri yakından tanımaktı.
Geçenlerde uzun uzadıya sohbet ettiğim Sökmen, ülkemizdeki mimari anlayışa yeni ufuklar açan, Ankaralı bir mimar. Kumarhaneler cenneti Las Vegas’tan etkilenerek başladığı temalı otellerinde şimdiye kadar Topkapı Sarayı, Concorde uçağı, Titanik gemisi ve İstanbul silueti gibi pek çok temayı otele dönüştürdü. Ayrıca yurtdışında da pek çok projeye imza attı ve Gürcistan’da yapımı devam eden otelde, dünyanın yedi harikasından biri olan İskenderiye Feneri’ni tema olarak seçti. Ankara’daki adeta kütüphane sayılabilecek ofisinde harikalar yaratan Sökmen’in hayalindeki proje, yapılması planlanan 3. Boğaz Köprüsü’nün altına beş yıldızlı bir otel yapmak. Oldukça eğlenceli bir karaktere sahip olan Hasan Sökmen’i daha iyi tanımak için de, ofisinde uzun uzadıya konuştuk. Alem bir adam olduğunu anlamakta da gecikmedim. Zira çalışma masasının hemen ardında duran alem koleksiyonu bile sözlerini, huyunu ve yaptıklarını tescil eder gibiydi.
LAS VEGAS’A GİTTİ UFKU DEĞİŞTİ
İlk etapta temalı otel fikrinin nasıl ortaya çıktığını sordum. Tek cümleyle "Yıllar önce Las Vegas’a yaptığım seyahat " dedi. Biliyorsunuz bu şehir çöl ortasında yokluktan var edilmiş bir yerleşim birimi. 1940’larda Las Vegas’ta Nevada Çölü’nde baraj yapılıyor. Barajda çalışan çok sayıda Amerikalı var ve çölün ortasında çalışmak çok zor. Amerikalılar da eğlencelerine çok düşkün insanlar. Bu barajda çalışan insanların eğlenmesi için o dönemde oraya bir bar yapılıyor. Daha sonra yeni eğlence yerleri, restoranlar ve marketler derken Las Vegas ortaya çıkıyor. Baraj bittikten sonra da bu yapılan barlar hizmet vermeye devam ediyor. Ayrıca "Nasıl olsa çöl, kimse gitmez" diye kumarhane yapılması için de gerekli izinler veriliyor. Zamanla Las Vegas kumarhane merkezi oluyor. Çevresinde de zengin kentler olunca, Vegas büyüyor ve paranın oluk oluk aktığı bir yere dönüşüyor.
Bu arada Vegas’da örnek alınacak hiçbir yapı yok. Mimarın biri çıkıyor ve "Benim otelim örnek alınsın" diyerek bir otel yapıyor. Yunan, İtalyan, Mısır mimarisinin özelliklerini yansıtan oteller birbiri ardına inşa edilmeye başlıyor. Sonuçta bu mimari tarz, akıma dönüşüyor ve kolları sıvayan her mimar bir öncekini geçmek için yeni bir tasarım gerçekleştiriyor. Hatırlatmakta fayda var, yapılan ilk otel de Las Vegas’ın ana caddesine adını veren Flamingo Otel...
TOPKAPI’YLA DOĞDU MARDAN’LA ZİRVEYE OTURDU
Las Vegas’a gerçekleştirdiği seyahatten dönen Hasan Sökmen, o sıralar yeni bir otel projesi isteyen MNG Holding’in sahibi Mehmet Nazif Günal’a öneri götürmüş. "Gelin Las Vegas’taki gibi temalı bir otel yapalım" demiş. Yatırımcı da bu teklife sıcak bakınca, Antalya Lara’nın ilk temalı oteli Topkapı Palace doğmuş. Onu, uçağa benzeyen Concorde Otel, gemiye benzeyen Titanic Otel ve eski Yunan tapınağına benzeyen Kaya Artemis takip etmiş. Son olarak da simgelerle İstanbul’u yansıttığı Mardan Palace’ı tamamlamış.
Geçen haftaki gidişimde gezme fırsatı yakaladığım Mardan’ın lobisi tamamen altın varak kaplı ve el işçiliği ürünü. Otel bir bakıma küçük İstanbul gibi projelendirilmiş. Avrupa’nın en büyük havuzuna sahip ve ortasında Kız Kulesi bulunuyor. Kulenin altında dört devasa akvaryum var. Bu akvaryumlarda Kızıldeniz, Akdeniz, Pasifik ve Karaip denizlerinde yaşayan orijinal balıklar bulunuyor. Tesis tam 700 Milyon Dolara mal olmuş. 500 odalı otelde odaların yüzde 70’i süitlerden oluşuyor. Dolmabahçe örnek alınarak yapılan ana binanın en üst katında 2.500 metrekarelik kral daireleri bulunuyor. Havuzun Avrupa yakasını temsil eden kıyısındaki binalar, Ortaköy ve Arnavutköy, Asya yakasındaki binalar da Kuleli Askeri Lisesi ve klasik Türk evlerinin mimari özelliklerini taşıyor.
Hasan Sökmen, Mardan’ı yaratırken birtakım fiziki şartları da göz önüne almış. Onu da şöyle izah ediyor. "Otelin yapıldığı alan uzun bir alandı. Oteli "U" şeklinde yaptım ve ortasına da büyük bir havuz koydum. Madem büyük bir havuz olacak bir tarafı Anadolu yakası olsun, diğer tarafı da Avrupa yakası, ikisini Dolmabahçe’de birleştirelim diye düşündüm. Patrona fikrimi söyledim, kabul etti. Mardan Palace projesi böylelikle gerçekleşti ve üç yılda tamamlandı. İnanın en uzun sürede gerçekleştirdiğim iş oldu. Zira Telman İsmailov, gerçekten temanın hakkını veren bir yatırımcıydı. Otelin bir restoranı bile 12 milyon dolara mal oldu. Bu rakama Antalya’da 4 yıldızlı otel yapılabilir".
Ve geliyoruz ünlü mimarın en büyük hayaline. Gözünü 3. boğaz köprüsüne dikmiş. Asya ile Avrupa’yı bağlayan köprünün altına bir kat otel yapmak istiyor. Böyle bir otelin dünyada olmadığını belirtirken de projenin detaylarını veriyor. "Köprünün iki tarafından da otelin girişi ve lobisi olacak. Ortalara doğru ise boğazın tüm güzelliğini gözler önüne serecek restoranlar yer alacak. İnanın böyle bir oteli köprünün altına ilave etmek çok kolay."
Bakalım ünlü mimar hayaline kavuşabilecek mi?
MEDENİYETLERİN KESİŞME NOKTASINDAKİ TURİZM CENNETİ
Konuya Antalya ile başlamışken bu turizm cennetiyle ilgili ufak tefek birkaç bilgi daha aktarayım. Coğrafi sınırları içinde yaklaşık 220 bin yıllık bir geçmişe uzanan tarihi barındıran Antalya, "Side’ye inat kurulmuş" diyebileceğimiz bir kent olarak karşımıza çıkıyor. Bergama Kralı II. Attolos, bölgenin yarısına sahip olduğu halde Side’yi alamamasından üzgün, yeni bir liman şehrine ihtiyaç duyuyor ve kendi adıyla anılan Attaleia’yı, yani Antalya’yı kuruyor. Bergama Kralı Attolos’un yarattığı kent, bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli tarih, turizm ve ekonomi merkezlerinden biri olarak öne çıkıyor.
Antalya’yı anlatmaya Manavgat, Side, Serik ve Belek’in öncülük yaptığı, eski adı Pamfilya olan bölgeden başlayayım. Bir tarafta etrafı tabiat harikalarıyla bezenmiş Manavgat Çayı, diğer tarafta da asırları geride bırakarak günümüze kadar ulaşmış Side Antik kenti. Tüm bunlara ilaveten de, modern konaklama tesisleri ve görkemli plajlarla dünyaya açılmış turizm vahası.
Medeniyetlerin kesişme noktası Manavgat ve Side’de tek bir kentin iki ayrı yakası gibi, yerleşimler iç içe geçse de, rafting, jeep safari gibi outdoor olanakları sunan doğa, halen saflığını koruyor. Manavgat Şelalesi’nin muhteşem görüntüsü, yeşilin her tonunu taşıyan bitki örtüsüyle bütünleşirken, onlarca çeşit kuşa ev sahipliği yapıyor.
Bölgenin bir diğer önemli yerleşimi de Türk Riviera’sı olarak tanımlanan Belek Turizm Merkezi. Uluslararası standartlara uygun golf sahaları, beş yıldızlı otel ve tatil köyleriyle ülkemizin önde gelen turistik duraklarından biri. Tesislerin hemen ardında oluşan ikinci kuşak yapılaşma ise ülke ekonomisine döviz kazandıran ticaret merkezlerinin yuvası.
Turumuza, güneybatıya yönelerek devam edersek, yeşil bitki örtüsüyle bezenmiş dağlarla, masmavi sulara doğru uzanmış kumsalların birleştiği noktada yer alan Kemer’le başlayabiliriz. Muhteşem plajları, görkemli limanı, sorunsuz altyapısı, palmiye ağaçlarıyla süslenmiş yolları ve 85 bin yatak kapasitesini geçmiş modern konaklama tesisleriyle önemli bir ilçe. Likya kenti olarak tarihteki yolculuğuna başlayan Kemer, daha sonra da birçok uyarlığa ev sahipliği yapmış ve bugünlere kadar antik değerlerini taşımış. Söğüt Cuması, Altınyaka Dere Köyü gibi yüksek yerlere düzenlenen jeep safari turları, Beldibi Mağarası gibi doğal yerlerde sağlanan trekking ve mağaracılık imkanı, Kemer’e gelenlere bol alternatifli turizm olanağı sunuyor.
Küçük bir balıkçı kasabası görünümündeki Kalkan ile 20 kilometre uzağındaki Kaş ise Kemer’in az ötesinde, görülmeye değer yerlerin başında geliyor. Eski adı Kalamaki olan Kalkan’ın kısa bir süre öncesine kadar nüfus ağırlığını Rumlar oluşturuyordu. Hatta kent merkezindeki Kocakaya Camisi de eski bir Rum kilisesiydi. Ancak, değişimlerin yaşandığı günümüz şartlarında Rumlar azalsa da, onların ve daha önceki uygarlıkların kültürel kalıntıları fazla bir erozyona uğramadan bugünlere gelmiş.
650 kilometrelik sahil şeridine sahip Antalya’da doğanın cömertliği ne kadar etkilediyse, turizmcilerin paçalarının tutuşmuş olduğunu görmek de o derece üzdü. İnşaallah bu bacasız fabrikalarda kriz yangını dahada büyümeden söner de, Türk turizmi hak ettiği başarıyı yakalar. Söz yangından açılmışken Ankara’da fıkralara malzeme olabilecek bir gözlemimi de aktarayım.
55 YILLIK MAHKUMUN YANGINA DEĞİL, TURİZME KATKISI OLUR
Geçenlerde yolum Ankara Kalesi’ne düştü. Daracık sokakların arasından yemek yiyeceğimiz mekana ulaşırken de üç itfaiye eriyle burun burana geldim. Meğer tarihi kaleyi kollamak için Altındağ Belediyesi’nce oluşturulan itfaiye grubunun mensuplarıymış. Bir diğer deyişle "Hisar Müfrezesi"nin erleriymiş. Dört kişiden oluşan müfrezeye ait elemanların hepsinin evi sur içinde yer alırken, iki araçla yangınlara müdahale ediyorlarmış.
İşte, öğrendiğim trajikomik hikaye de bu iki araç sayesinde ortaya çıktı. Araçlardan yeni olanı, sur içindeki daracık yollara uygun büyüklükte ve işlevdeymiş. Diğeri ise sadece 50 metrelik kısa bir yol içinmiş ki, o da zorunlu hallerde.
1954 yılında alınan Mercedes marka bu itfaiye aracı, kale içini yangınlardan korumak için kullanılan kovaların ıskartaya çıkmasını sağlamış. Ancak, gel gör ki, yan tarafları sökülen ve kaldıraçlar yardımıyla sur eşiklerinden geçirilerek içeriye sokulan aracı, bir daha dışarı çıkarmak mümkün olmamış. Muhafaza edildiği garajın önündeki 50 metrelik yolda bir gitmiş, bir gelmiş. Dolayısıyla da Ankara Kalesi’nin büyük kısmındaki yangınlara hep uzaktan bakakalmış. Ayrıca o 50 metrelik yol için bile gidişi kolay, dönüşü çok zor olmuş. Sokak dar olduğu için gidişler bina duvarlarını sıyırarak, dönüşlerse çarparak gerçekleşmiş. Sonuçta da 40 metrelik hortumu nereye kadar yetiyorsa, oraya kadar müdahalede bulunmuş.
Yanımdaki arkadaşlarla bu aracın bulunduğu yere gittik. Neredeyse 55 yaşında olmasına rağmen ilk günkü gibi gıcır gıcırdı. Üstelik lastikleri bile ilk geldiği günkü orijinal haliyleydi. Hisar Müfrezesi’nin envanterinde göründüğü için, o halen yangınların korkulu rüyası, itfaiye aracı olarak tanımlanıyordu, ama gerçekte müzelikti. Sahi, kolleksiyonerler için değerli bir parça olan bu araç, kaleyi gezen turistlere seyirlik hizmet veremez mi? Bence yangına değil, ama turizme büyük katkısı olur.
Yazının Devamını Oku 10 Mayıs 2009
ODTÜ İşletme Fakültesi’nde girişimcilik dersleri veren Gamze Cizreli’yi, daha doğrusu her hafta öğrencilerin karşısına çıkardığı ünlüleri dikkatlice dinliyorum. Ülkemizde başarıdan başarıya koşan Ali Koç, Abdülkadir Konukoğlu, Erman Ilıcak, Hamdi Akın gibi konukların yaşam hikayelerine göz gezdiriyorum. Samimi bir havada geçen konuşmalarını da ODTÜ’lü öğrenciler gibi izliyorum.
Son olarak geçen Pazartesi günü derse katılan bir konuk ise herkes gibi benim de ilgimi çekti. O güne kadar başarı öyküleriyle öğrencilerin karşısına çıkan konuşmacıların aksine, nasıl başaramadığını anlatıyordu. Üstelik, ters köşeye yatışın hikayesini tüm açıklığıyla gözler önüne seriyordu.
"Türkiye’yi bir kumarhane gibi görün. Bu kumarhanenin bazı odalarında Rus ruleti oynanır. Bu oyunda koyduğunuz kadar kaybeder, ya da kazanırsınız. Ancak başarısızlık size sadece para kaybettirmez. Huzur, şeref, hürriyet, devlet, vatan ve ailenizi de kaybedebilirsiniz" diyerek söze başlayan isim Halil Bezmen’di.
Hatırlarsanız, ülkemizin en köklü sanayicilerinden Bezmen’lerin dördüncü kuşak ismiydi. Mensucat Tekstil başta olmak üzere birçok dev şirketi batırmış, adı İSKİ’de klor yolsuzluğuna karışmış, vergi ile tarihi eser kaçakçılığından yargılanmış ve uzun yıllar kaldığı ABD’den kırmızı bültenle geri istenmişti.
Şimdi oynadığı kumarı kaybetmenin ve geçmişteki çalkantılı yaşamını geride bırakmanın verdiği dinginlikle mükemmel bir özeleştiri yapıyordu. Yaparken de akıllarda soru işareti bırakacak hiçbir boşluk bırakmıyordu. Eleştirilerinde sistem kadar kendisine de acımasız davranıyordu. Zaten sonuncusu raflarla yeni buluşan iki kitabında da her şeyi tüm çıplaklığıyla anlatıyordu. Neyse, Halil Bey ile bu ODTÜ çıkarmasından kısa süre sonra bir dost meclisinden yan yana gelme ve sohbet etme imkanı buldum. Görmüş geçirmiş tavırları, kültürel birikimi ve rahat konuşmalarıyla birçok ilginç konu daha anlattı.
ÇÖKÜŞ VE İTİBAR KAYBI 12 EYLÜL’LE BAŞLADI
Ailesinin kökleri 1595 yılında İspanya’dan Türkiye’ye göç eden Yahudilere uzanıyormuş. 1666 yılında tüm ailenin Müslüman olmasına rağmen bugün bile bazı insanların bu değişime inanmamasına içerliyormuş. Büyüklerinin 1929 yılında ilk fabrikalarını kurduklarını, kendisinin de 1965 yılında işe başladığını bir çırpıda anlatıyordu. Çöküş sürecini de 1980 yılına dayandırıyordu.
"Ben dördüncü kuşaktım. 12 Eylül’e yakalandık. Edirne’de kurduğumuz fabrikada 5 bin kişi çalışıyordu ve o dönemde Bulgaristan’dan terörist getiriyoruz diye hepimizi içeri attılar. İtibarımızı kaybettik. Eğer ticarette itibarı kaybederseniz bitersiniz"
Sonraki yılları, özel yaşamındaki çalkantıları ise sohbet arasına sıkıştırmaktan geri kalmıyordu. İçlerinden en ilginci ise Ajda Pekkan yüzünden başlarına gelen ticari hezimetti. Fabrikalarının ürünü Lale Çarşafları’nın reklamında Süperstarı oynatmışlar ama etkili olamayınca binlerce çarşaf ellerinde kalmıştı. Sonunda ürünü kilo hesabı elden çıkarırken de zararın neresinden dönerse kardır mantığını yürütmüşlerdi. Anlayacağınız Pekkan’ın plakları ve kasetleri milyon satarken, çarşafları tam aksine raflarda kalmıştı.
BEN YAZMAKTAN YORULDUM ONLAR KOŞMAKTAN YORULMADI
1974 yılında Kıbrıs gazilerini ziyaret ettikten sonra devlet hastanelerine yardım maksadıyla biraraya gelen ev hanımlarının kurduğu HASVAK’ın hiçbir etkinliğini kaçırmamaya çalışırım. Zira bilirim, ki açık adı Türkiye Devlet Hastaneleri ve Hastalara Yardım Vakfı olan bu kuruluş, ülkemize çok şeyler kazandırdı ve halen de kazandırmaya devam ediyor. İnanın yaklaşık 30 yıldır bu vakfın çalışmalarını yazmaktan yoruldum ama başta başkan Engin Öztürk olmak üzere vakıf üyeleri yardım için koşuşturmaktan yorulmadı. Beş kuruş para almadan çalışan gönüllüler sayesinde ülkemizin dört bir tarafındaki devlet hastanelerine yüzlerce cihaz kazandıran, tesisler yapıp devletin hizmetine sunan vakıf gerçekten büyük işler başarıyor. Bu nedenle de vakfın kutsal çabalarını sonuna kadar desteklerim.
Tanımayanların mutlaka tanımasını istediğim başkanları Engin Öztürk ise bende büyük saygı uyandırır. Ufak-tefek, hoş makyajlı, 40’lı yılların film starlarını anımsatan bu karizmatik hanım, neredeyse tüm vücudunu saran kanser belasına aldırmadan gece gündüz çalışır. Daha doğrusu kemoterapiden arda kalan tüm zamanını insanlara sağlık sunmak için harcar.
HASVAK, son etkinliğini ise Sheraton Otel’de gerçekleştirdi. O gece sağlığa emek verenlere ödül dağıttı. Daha da önemlisi ikinci kuşak gönüllülerini davetlilere tanıştırdı. O gece, faaliyete yeni geçen "Gençlik Kolu"nu oluşturan 31 genç de arı gibi çalıştı. Üstelik ebeveynlerinin bir geleneğini de sürdürerek. Tıpkı büyükleri gibi hiçbiri masada oturmadı, yemeğe kaşık sallamadı. Hatta tören sonrası para almadan sahneye çıkan Faik Öztürk- Safiye Soyman çiftinin yarattığı eğlence ortamına kendini kaptırmadı.
UNICEF LOGOSUNA ÇATAL BIÇAK GİRDİ VE!..
Hazır söz yardım kuruluşlarından açılmışken, UNICEF’in son kampanyasından ve bu etkinliğe katılan kuruluşlardan bahsedeyim. UNICEF Türkiye Milli Komitesi’nin artık gelenekselleşen projesi UNIŞEF Anneler Günü’nde yine çocukların yüzü gülecek. UNIŞEF’e katılan otel ve restoranlar anneler gününde elde ettikleri gelirin bir kısmını bağışlayarak projeye destek verecekler. Projeden saglanacak gelir, UNICEF’in ’5 yaşında anaokuluna’ eğitim projesi kapsamında inşaatı tamamlanmış devlet anaokullarının donatılması için kullanılacak.
’UNIŞEF’ fikri ilk olarak Londra’nın ünlü şeflerinden Philip Howard tarafından ortaya atıldı ve proje bu ülkede büyük yankı buldu. Projenin ilginçbir logosu da var; UNICEF’in tanıdığımız anne ve çocuk sembolüne yemeği simgeleyen çatal bıçak sembolleri de eklenmiş. Ben ve birçok tanıdığım insan, bu özel günde UNIŞEF amblemini vitrinine asan mekanları tercih edeceğiz.
BİZİM ÇAKMA SHİBUYA CADILARI VE HARAJUKU KIZLARI
Son günlerde, gençlerin yoğun olarak gittiği Bestekar, Filistin , Arjantin gibi caddeler ile Panora, Cepa gibi alışveriş merkezlerine göz gezdiriyorum. Dünyayı saran bir yaşam tarzının ve moda çılgınlığının yavaş yavaş bizim gençlere de bulaştığını gözlüyorum. Hatta arkadaşlarımla beraber bu akıma bir isim bile taktık. "Estetiksizlikten doğan estetik"
İşte bu ’kitsch’ akım, modada süregelen şıklığa, simetriye ve hatta sınıfsal faktörlere bir başkaldırı niteliği taşıyor. İnanın aralarından bazıları tuhaf, gülünç, insanı rahatsız edecek kadar sakil giyinebiliyorlar. Birbiriyle alakasız görünümleri, saçma aksesuarları ve kaba figürleri büyük bir ustalıkla bir araya getiriyorlar. Öyle ki, bazıları ’Buraların radikali benim’ diyecek ölçüde ileri gitmiş durumda. Benim gibi bu modada herhangi bir anlam aramaya çalışanlar işin içinden bir türlü çıkamıyor. Ancak bu estetiksizliğin kendi içinde bir bütünlüğü olduğunu da içten içe kabul etmek lazım.
Aslında bu tarzın ilk çıktığı yeri ve günleri iyi hatırlıyorum. Bundan birkaç yıl önce Japonya’nın başkenti Tokyo’nun ’Harajuku’ bölgesinden yükselen bir moda akımıydı. Kısa zamanda dünya gençliğini de etkisi altına almıştı. Shibuya semtinden yayılan bu tarz, zaman içinde alternatif moda akımlarına yön vermekle kalmayıp ünlü yıldızlar tarafından da itibar görmüştü.
Ünlü şarkıcı Stefani, albümdeki ’Harajuku Girls’ şarkısında, ’Harajuku Girls, you’ve got some wicked style (Harajukulu kızlar, emin olun aşağılık bir tarzınız var) derken, aslında ne kadar muzip ve usta bir zekáları olduğunun altını çizmişti. Hatırlıyorum, televizyon programlarında bu kızlarla boy göstermişti. Shibuya Caddesi’ni karış karış gezmiştim. İlk hatırladığım birbiri ardına Japon tasarımcıların mağazalarıyla dolu olmasıydı. Ama Harajukulu gençler, haute couture’den çok street couture’a yakındılar. Kısacası alternatiflerini yine kendileri yaratmışlardı
VICTORIA DÖNEMİNDEKİ PORSELEN BEBEKLERE BENZİYORLAR
Allahtan bize halen gelmeyen bir tarzları da vardı. Harajuku’nun kızları, Victoria dönemindeki porselen bebeklere benzemek için elinden geleni yapıyordu. Yüzlerini bembeyaz fondötenlerle boyayarak, beyaz, siyah ya da dantelli romantik giysilerle boy gösteriyorlardı. İçlerinde Harry Potter’ı referans alarak bebek yüzlü birer cadı gibi giyinenler de vardı.
Bir de kızlar arasında yayılan bir giyim modası da uyumsuz renklerde ve şekillerde kıyafet giyip, şapkalar takmaktı. Genç Japon erkekleri ise saçlarını sarı ve kızıla boyatmaktan, asker kıyafetleri giymekten çok hoşlanıyordu. Tabi, kulakta küpeler, belde zincirler vazgeçilmez aksesuarları oluyordu. Ayrıca uzun saçını sarı ve kızıla boyatmak takım elbiseli çalışan Japon erkeklerinde sık gördüğüm bir olaydı.
Şimdi bizde de bu garip giyim tarzını görmeye başlayınca, çekik gözlüler diyarı bir anda aklıma geldi. Bu arada unutmadan aktarayım, Kurtlar Vadisi ile gelen moda da hızını kesmeden yola devam ediyor. Gömlek yakası bağra kadar açık ağır abi takım elbisesi içindeki erkeklerin kirli sakallarından da destek alarak sert bakış fırlatması beni bir hayli güldürüyor. Bakıyorum eğlence mekanında herkes gülüp eğleniyor, ancak bu tür kılığa bürünen gencimiz sanki savaşa gelmişçesine asabi görünüyor. Ya kız versiyonlarına ne demeli? Yaşının çok üzerinde stile sahip kıyafetleriyle, annesinin dolabını boşaltmış gibiler.
Yazının Devamını Oku