Erdal İpekeşen

Hiç bir işe yaramayan ama yaşamımız için kaçınılmaz bilgiler

3 Mayıs 2009
Uzun zamandan beri terör, ekonomik kriz derken hepimiz karamsar bir havaya büründük. Televizyon haberleri ve gazete manşetleri içinde iyi bir haberi mumla arar olduk. Böylesine olumsuz bir ortam içinde de biraz soluk almanızı istedim. Yaşama farklı bir pencereden bakarken de Pazar keyfinize katkı sağlamayı yeğledim. Geçenlerde hiçbir işe yaramayan ama yaşamımız için kaçınılmaz bilgilere göz attım. Özellikle hayvanlar dünyasına yönelik araştırmaları dikkatlice inceledim. Baktımki bu bilgiler günlük yaşamımızda çok işe yarıyor. İnanın, insanın kişi ve olaylara karşı değerlendirmeleri değişiyor.

Etrafında gelişen olaylara duyarsız kalıp, tepki vermeyen insanlar için "Devekuşu gibi kafasını kuma gömdü" sözü boşu boşuna söylenmemiş. Zira yapılan araştırmaya göre; bir devekuşunun gözü beyninden daha büyükmüş. Peki, şu sıralar bizler toplum olarak ne yapıyoruz? Kafamızı kuma sokup çevremizde olan bitene sırtımızı dönmüyor muyuz?

Hayvanlar dünyasından bilgi bombardımanı devam edelim... Bir timsahın gözlerinin arasındaki mesafe, ayaklarının büyüklüğüne eşittir. Ayı inlerinin girişleri her zaman kuzeye bakar.

Yani karşımızdaki tehlikenin şekli ve yönü çok açık ortada değil mi? O halde kuzey yerine güneye bakıp, şekli şemalı belli tehdit yerine başka taraflara niye yöneliyoruz?

Gelelim küresel krize ve ülkemizdeki yansımalarına. Biz teğet geçip, geçmediğini tartışırken, piyasalarda yaprak kımıldamıyor, insanlar işsiz kalıyor. İnanın önceden önlem almak, daha sonradan oluşan tahribatı onarmaktan çok daha kolaydı. İşte yaşamımız için kaçınılmaz olan bir bilgiyi daha hatırlamanın tam sırası.

Kereviz yerken harcanan kalori, kerevizin içindeki kaloriden daha fazladır.

Bu arada yüzlerce bilgiden birkaç örnek daha

Aslanlar bir günde 50 kez çiftleşebilirler.

Her iki taraf da kan bağışında bulunursa, Paraguay’da düello yapmak yasaldır.

Dünyadaki hayvanların yüzde sekseni altı ayaklıdır. Yüzde 20’lik kesim de bir istisna olarak Marilyn Monroe’nun altı ayak parmağı vardı.

Köpeklerin ter bezleri ayaklarındadır.

Tarantulalar iki buçuk yıl yiyeceksiz yaşayabilirler.

POPÜLER SÖZCÜKLER VE PATENT SAHİBİ ÜNLÜLER

Ülkenin gündemi bu kadar karışık ve çelişkilerle dolu olunca, politikacılar, yazarlar ve sanatçılar birer popüler deyim üreticisi olup çıkıyorlar. Dolayısıyla da bu deyimler gündemi belirlemekle kalmayıp, yaşanılanları anlatmakta tam hedefi vuruyorlar. Tabii peşi sıra da gündeme düşen kavramlar, uydurulan söz ya da yakıştırmalar halk dilinin parçası olup çıkıyor. Hafızanızı şöyle bir yoklayın ve bu güne kadar popüler sözcüklerin patenti kime ait hatırlamaya çalışın. Size ipucu olması açısından da şimdi vereceğim örneklere de bir göz atın.

Mehmet Ağar’ın kullandığı "Derin Devlet"... Emekli Orgeneral Çevik Bir’in "Demokrasiye balans ayarı"... Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in "Verdimse ben verdim" ve "Yollar yürümekle aşınmaz"... Eski Başbakanlarımızdan Tansu Çiller’in "Ya bitecek Ya bitecek"... MSP Genel Başkanı iken Necmettin Erbakan’ın "Batı Kulübü" ve "Gulu gulu dansı"... Daha da akıllara kazınan söylemi "Kanlı mı olacak, kansız mı olacak?". Turgut Özal’dan miras "Orta Direk"... Demirel’e atfedilen "Bir bilen"in hemen ardından Bülent Ecevit için de "Bir bölen" adının verilmesi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Mersin’de bir çiftçiye hitaben söylediği "Ananı da al git" ifadesi ve "Askerlik yan gelip yatma yeri değildir" sözü. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in "Böyle sanatın içine tükürürüm"...

Reha Muhtar’ın haber programında cinsel organı kopan biriyle canlı yayın esnasında sorduğu "Acı var mı acı?"... Dizi çekimleri esnasında telefon mesajıyla mankenleri rahatsız eden Kadir İnanır’ın savunması "Motive etmek"...

Gelelim sonuca. Her deyim sahibiyle beraber anılıp, hafızalara kazınıyor, ama söz kalıyor kelamı eden kaybolup gidiyor. Kısa bir hatırlatma yapmak istedim de.

HUNİ İKRAMLI TRELOS’DA HER TÜRLÜ DELİLİK SERBEST

Aynaya bakınca, ekonomik kriz nedeniyle insanların yüzüne yansıyan hüznü kendimde de gördüm. Bu olumsuz havayı dağıtmak için de keyifli bir mekana gitmeye karar verdim. Çankaya, Çevre Sokak’taki Trelos restoranda soluğu alırken de Rembetiko ve Grek gecesine kendimi kaptırdım.

Birkaç ay öncesine kadar Deli Yengeç ismiyle balık restoranı olarak hizmet veren bu mekanın sahibi Savaş Tütel, tam bir yeme içme ve eglence delisi. Zaten Yunanca Trelos’un Türkçedeki karşılığı "Deli".

Pazar, Pazartesi günleri hariç haftanın beş günü bu mekanda her türlü deliliği yapmak serbest. Zaten masaya oturur oturmaz garsonların aksesuar olarak kafanıza huni koyması bu yüzden. Çok çeşitli ve lezzetli mönü eşliğinde her gece ayrı bir eğlence rüzgarı sizi kucaklıyor. Salı günleri haftaya yumuşak bir başlangıç yapmak isteğinden olsa gerek Fasıl gecesi, Çarşamba günü Rembetiko ve Grek gecesi, Perşembe günleri "ille de roman olsun" adıyla Çingene ve Sulukule gecesi, cuma ve cumartesi günleri ise Grek ve Türkçe şarkıların kaynaştığı taverna geceleri var. Bu arada her gecenin özüne uygun dansçılar hem görsel bir ziyafet sunuyor, hem de müşterileri danslarına dahil ediyor.

ARAPLARA HAKSIZLIK MI EDİYORUZ?

Gelelim o gece masayı paylaştığım bir dostumla girdiğim derin sohbet konusuna. Biliyorsunuz, 21. yüzyıla Avrupa’nın kapısında bekleyerek giren Türkiye, batı-doğu ikileminden sıyrılacak gibi görünüyor. Nasıl mı? Özellikle müzikle başlayıp yavaş yavaş kültürel ve ekonomik alana kayan Arap trendleriyle. Her gün doğuya yönelik bir şey tüm haşmetiyle bizi sarmalıyor. Türk insanı, Avrupalının kibrinden çok uzakta, hatta zıt yönünde yeni bir kültürün etkisi altına girmiş durumda. Yakında Türkiye, bir Ortadoğu ülkesi olduğunu ilan edilip, Avrupa Birliği’ne sırtını bile dönebilir.

İşte arkadaşımla bu konuyu konuştuk. Kendinin bu tespitime sıcak bakmadığını öğrenince de nedenini sorma gafletinde bulundum. Hakikaten de cevapları düşündürücüydü. Ana tema olarak da "keşke Araplaşsak" diyordu. Durun canım, benim gibi hemen hiddetle karşı çıkmayın. Aktardıklarına bir kulak verin.

"Konuya bir de Arap liderlerinin eşleri yönünden bak. Komşumuz Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın eşi Esma Esad ile başlayayım. Başı açık, ne kadar modern bir kadın değil mi? Az öteye git ve Ürdün Kraliçesi Raina’ya bak. Ya da biraz daha aşağıya in ve Mısır’ın First Layd’si Suzan Mübarek’i hatırla. Giyimleri ve saç şekilleriyle ne kadar hoş kadınlar. Hadi biraz daha aşağıya uzan ve Katar Emiri’nin eşi Sheikha’ya bak. Magazin dergilerinin kapağından fırlamış gibi değil mi? Örneğin Sheikha, Sophia Loren’in gençliğine çok benziyor. Sanırım o nedenle Sophia Loren tarzı, saçlarını açıkta bırakan tülbent benzeri bir şey takıyor. Saçları kahverengi, uzun, beline kadar iniyor."

"Yahu niye bütün bunları sıralıyorsun? Anlattıklarının Türkiye’nin Araplaşmasıyla ne ilgisi var" tarzında bir çıkış yapmaya kalkıyorum, "Dur daha bitmedi!" diyerek konuşmasını sürdürüyor.

" Kızıl saçlı Fas Kraliçesi Laila Salma, Cezayir first lady’si Amal Triki, Tunus first lady’si Leyla bin Ali, Dubai Veliaht Prensi Şeyh Muhammed bin Raşid el Maktum’un eşi Prenses Haya, Libya Lideri Kaddafi’nin doktor kızı Ayşe, bunlar da Arap değil mi? Sonuçta Araplaşmak kötü bir şey mi? Hepsi başı açık ve modern giyimli kadınlar."

Ve konuşmasını ilginç bir yaklaşımla tamamlıyor. "Artık Araplara haksızlık etmeyelim. Bizim First Layd’ler onlara özense fena mı olur? O zaman ne türban gerginliği kalır, ne de "Çağdaş Yaşam" tartışması."

Anlayacağınız kafayı dağıtmak için gittiğim Trelos’da da hüzünlendirici gündemden kendimi bir türlü sıyıramadım. Ama gayretliyim, bir dahaki gidişimde garsonların kafama koyduğu huninin gereklerini yerine getireceğim.
Yazının Devamını Oku

Kübalı diplomatın Havana’da Türk tutkusu

26 Nisan 2009
Son günlerde Küba Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi Ernesto Gomez Abascal ile yoğun bir görüşme trafiği içindeydik. Nedeni ise aylık Tempo Dergisi’nin Mayıs sayısı için hazırladığı bir yazıydı. Malumunuz, 1 Mayıs kutlamaları Havana’daki Devrim Meydanı’nda git gide enternasyonal bir karaktere bürünmeye başladı. Özellikle Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da sosyalizmin yıkılmasından sonra, Küba’daki kutlamalar iyiden iyiye ön plana çıktı..Genellikle bir milyonu aşkın kişinin şenlik havasında katıldığı, Havana’daki bu halk geçit törenini büyükelçinin yorumlamasını istedik. Kendisi de, bu ada ülkesinin dünü bugünüyle ve özel anılarıyla çok güzel bir yazı hazırladı. Tempo’nun Mayıs sayısında okumanızı tavsiye ederim.

Bense Büyükelçi Abascal’ın kaleme aldığı bir kitaptan bahsetmek istiyorum. "Havana’da Türk Tutkusu" isimli bu eseri oldukça ilginç bir içeriğe sahip. Nazım Hikmet Ran’ın büyük dedesi Enver Paşa’nın, İkinci Abdülhamit tarafından Küba’ya ajan olarak gönderilmesini ve orada başından geçenleri anlatıyor.

TARİH, AŞK VE CASUSLUK KISACASI NE ARARSAN VAR

Abascal
, yakın bir akademisyen arkadaşının aracılığıyla Osmanlı arşivlerine ulaşmış. Küba’ya gönderilen bir istihbarat ajanının, 1898 yılı başlarında sultana gönderdiği bazı şifreli raporları okumuş. Özet olarak da tarihi gerçekliklere dayanan romanında aşk, casusluk ve ihtiras ne ararsan var.

Roman, 1897 yılı sonlarına uzanıyor. Konusu, Sultan 2. Abdülhamit’in Girit’te patlak veren çatışmanın çözüme kavuşturulmasına yardımcı olabileceği düşüncesiyle, ordunun istihbarat servisinden Küba’ya özel bir elçi göndermeye karar vermesiyle başlıyor. Sultan, Polonyalı bir kontun oğlu olarak Türkiye’ye sığınan ve İslam dinini seçen Enver Paşa’yı Küba’ya gönderme kararı alıyor. Büyükelçi Abascal’ın anlatımına göre Küba’ya gönderilen bu elçi, Nazım Hikmet Ran’ın da büyük dedesi. Daha açık bir ifadeyle babasının dedesi.

Büyükelçinin verdiği bilgilerde roman üç ana bölümden oluşuyor. Sultan 2. Abdülhamit’in Küba’ya hangi istihbarat görevlisini göndereceğini seçmesi, Enver Paşa’nın gönderilmesine karar vermesinin ardından Paşa’nın Küba’ya seyahati ve yine Enver Paşa’nın bir Kübalı kıza karşı beslediği aşk. Şu an kitapçılarda bulunan ve ikinci baskısı tükenmek üzere olan kitabı okumanızı tavsiye ederim.

FOSFORLU CEVRİYE HASTALANMAYA GÖRSÜN

Uzun süreden beri Devlet Tiyatrosu’nun Ankara’daki sahnelerini dikkatle takip ediyorum. Birçok oyunun biletleri gişeye çıktığı gün satılıyor, salonları hınca hınç doluyor. Bu durum da benim gibi sanata ve sanatçıya gönül vermiş kişileri mutlu ediyor. Nasıl etmesin ki? Özellikle bu iktidar döneminde sanata tükürenlerin, heykelleri söktürenlerin ve ödenekleri yok etmeyi düşünenlerin aksine Başkentliler tiyatroya sahip çıkıyor.

Geçenlerde bir aile dostumun aldığı biletle son günlerin kapalı gişe oynayan eseri Fosforlu Cevriye’ye gitmeye karar verdim. Ancak içimde bir kuşku vardı. Gülriz Sururi’nin yönettiği oyun, daha önceki dört gün başrol oyuncusunun hastalanması nedeniyle iptal edilmişti. Gittiğimiz akşam ise sahnelenip, sahnelenmeyeceği belli değildi. Oyunun Adana turnesi sonrasında Cevriye’yi canlandıran başrol oyuncusu Feray Darıcı, ses tellerinden rahatsızlanmıştı. Sonuçta önceki dört gösteri gibi o gece de oyun iptal oldu. Üstelik herkes salondaki koltuğuna oturmuş, perdenin açılmasını beklerken.

Başta doktor kontrolündeki Feray Hanım olmak üzere tüm oyuncular kostümleri ile sahneye çıktılar. O esnada da DT Ankara Müdür Yardımcısı Fırat Demirağ, sanatçının son ana kadar iyileşmesinin beklendiğini; ancak düzelme görülmediğini ve oyunun iptal edildiğini açıkladı. Özrün ardından da seyircileri, fuayede hazırlanan stantlardan yeni davetiyelerini almaya çağırdı.

Şöyle bir düşündüm; Devlet Tiyatrosu’nun yetkililerinin uygulaması bana çok mantıklı ve insani geldi. Zira salonda bulunan birkaç kişi ses tonunu yükseltip, maraza çıkarmıştı. Diyorlardı ki, madem bu oyun iptal oldu, yerine başka bir oyun koysaydınız. Hadi o da olmadı iptal edeceğinizi önceden bildirseydiniz. Bir de salona alınmadan kapı girişine iptal yazısı yazılamaz mıydı görüşü vardı.

JAPON RESTORANINDA SUSHI YERİNE KEBAP YENİR Mİ?

Kısa bir tereddütten sonra yapılan uygulamanın yerinde bir davranış olduğunu fark ettim. Zira iptal edilen oyunun yerine bir yenisinin konması daha büyük ayıptı. Şöyle bir düşünün; Sushi yemek için Japon restoranına gidiyorsunuz ve garson, "aşçı hastalandı" diyerek kebapçıdan acılı şiş getirtiyor. Yani amacım Fosforlu Cevriye’yi seyretmekse, niye "Bir Delinin Hatıra Defteri" ya da "İhanet" oyununu seyredeyim?

Gelelim ikinci şıkka. Oyunun son anda iptal edilmesini kapı önüne asılan bir kağıt parçasından öğrenmektense, hazırlığını tamamlayıp, sahnede yerini almış ve izleyiciye seslenen oyunculardan duymak daha medeni bir davranıştı. Niye önceden haber verilmedi savına gelirsek. Araştırdım ve birçok kişiyle konuştum. Başroldeki Feray Hanım sürekli doktor kontrolündeymiş ve istirahat için rapor da almamış. Doktor da günlük müdahalelerini yapıp, sesin oyun saatine kadar açılabileceğini söylemiş. Bu şartlar altında da ekip, son ana kadar hazırlıkları yapıp, bekliyor ve kararı Feray Hanım’a bırakıyormuş. Nitekim beş oyunda çıkmayan ses altıncı gösterimde düzgün çıkınca perde açılmış. Ancak ertesi gün tiyatrocu tekrar sessizliğe bürününce oyun oynanamamış.

Zaten aylar öncesinden satılan biletleri alanın kim olduğu bulmak ve önceden haber vermek ise imkansızmış. Bu araştırmalar sonucu ilginç bir şey daha öğrendim. Beş gün boyunca oyunu seyredemeden dönmek zorunda kalan yaklaşık 2 bin seyirciden sadece 11 tanesi biletin parasını geri almış. Diğerleri ise Mayıs ayı içinde gerçekleşecek gösterimler için davetiye edinmeyi yeğlemiş. Parayı geri alan o 11 kişiden 7’si de Mayıs ayı içinde Ankara dışında olacağı için davetiyeyi reddetmiş.

Kısacası kimse bu iptallerden dolayı Devlet Tiyatrosu’nu ve eserin oyuncularını suçlamadı. Ancak iyi niyetli olmayan bazı kişiler sağı solu arayıp, ortalığı karıştırmak gayretinde. Amaçları ise tiyatroyu yıpratmak, yönetimi ve başarılı performans gösteren oyuncuları sıkıntıya sokmak. Daha da ilginci bu planları yapanlar arasında Devlet Tiyatrosu bünyesinde yer alan bazı kişilerin de bulunması. Onların amacı ise şahsi menfaatleri için durumdan vazife çıkarmak. Anlayacağınız oyuncular için sahnenin önü de, arkası da mücadele istiyor.

KAZANCILAR İLE ÇADIR’IN KEBAPLARI VE HÜNKARZADE KEYFİ

Zaman zaman Ankara’nın lezzet duraklarını köşeme taşıyorum. Yazım yayınlandıktan sonra da birçok telefon ve e-mail alıyorum. Bu iletilerden anlıyorum ki, birçok kişi için yol gösterici oluyorum. Yani bir anlamda bilirkişi muamelesi görüyorum. Bu aşamada hemen belirtmeliyim ki, tüm aktardığım işletmeler kişisel beğeni süzgecimden geçen yerler. Yani şahsi gözlemlerime ve beğeni kriterlerime göre değerlendirdiğim mekanlar. Dolayısıyla herkesin damak tadının ve beğenisinin farklı olduğunu göz ardı etmemenizi istiyorum.

Lezzet duraklarında ilk aktaracağım yer, daha küçük ve derme çatma mekanını terk edip, Eskişehir yolundaki lüks binasına taşınan Çadır Restoran. İki katlı dev salonundaki dekoru ve sunduğu lezzet oldukça güzel. Hesap pusulasındaki fiyatları ise servis elamanlarının hızı gibi oldukça düşük. Garsonların daha aktif ve yeterli hale gelmesiyle dört dörtlük bir işletme olacağı kesin.

Kaliteyi ucuza alacağınız bir diğer mekan da Oran’daki Japon Vakfı’nın içinde yer alan Tarihi Adana Kazancılar Kebapçısı. Hani Adana’da doğup ünlenen, İstanbul’da kariyer yapan o ünlü marka. 101 yıllık tecrübesini Ankara’daki bu yeni mekanına da taşımış. Fiyatları ise İstanbul’daki kardeş kuruluşunun neredeyse yarısı kadar, ki cüzdanları zorlamıyor. Dekorasyonu şık ve servis anlayışı yüksek mekanın şimdiden aboneleri de oluşmuş. Bu arada size küçük bir tüyoda vereyim. İşletmecisi Fatih Bey, uduyla birlikte çok güzel şarkı söylüyor ama yalnızca yakın dostlarına. Özel bir gün kutlamanız varsa ısrar edin, sanıyorum sizi de kırmayacaktır.

Son olarak da Bahçelievler 3. Cadde’de açılan dört katlı Hünkarzade Restoran’dan bahsedeyim. Fatsa’da doğan, Ordu’da ünlenen ve Ankara’ya kadar uzanan mekanda herçeşit mönü var. Ciddi bir maliyetle açılan işletmede ilk gözüme çarpan servis elemanlarının bolluğu oldu. Yemekleri, özellikle Karadeniz yöresine yönelik mönüsü oldukça lezzetli. Daha iyi fikir sahibi olmak için üst üste birkaç kez gidip, Osmanlı mutfağından Güneydoğu’nun kebaplarına kadar dünya mutfağının birçok ürününü tattım. Sunduğu lezzet ne kadar ortalamanın üzerinde seyrettiyse, hesap pusulalarındaki rakam da o oranda altında geldi.

Bu arada hemen şunu da belirteyim... Dostlarımla gittiğim bu mekanlarda kimliğimi açığa vurmadan herkes gibi hizmet alıp, parasını ödüyorum. Bu da bana özgürce değerlendirme fırsatı sağlıyor.
Yazının Devamını Oku

Bu maharetli eller kelepçeyi değil öpülmeyi hak ediyor

19 Nisan 2009
Gözaltına alınmadan üç gün önceydi. Tesadüfen Eskişehir yolu üzerindeki Çadır isimli kebapçıda öğle yemeği esnasında karşılaşmıştık. Hasretle kucaklaşıp, kebap üstü çayları yudumlarken eski günlere yönelik sohbete dalmıştık. Yanında akrabası ve kurduğu üniversitenin İnşaat İşleri ve İmalat Atölyeleri Daire Başkanı Mustafa Birben’de vardı. Üçümüz de 34 yıl önce tanışmış ve yüklendiği kutsal görev uğruna büyük çabalar göstermiştik. Şimdi değişen tek şey ise daha yaşlanmış bedenlerimiz ve birikmiş anılarımızdı.

Evet, şu anda Ergenekon Soruşturması kapsamında gözaltına alınan Başkent Üniversitesi Kurucusu ve Rektörü Mehmet Haberal’dan bahsediyorum. Ergenekon denilen garip sepetin içine o da atıldı. Üstelik insana hizmet uğruna kurduğu yerler karış karış arandı. Arananlar arasında en çok şaşırdığım yer ise Patalya Otel oldu.

Şöyle bir hafızanızı yoklayın. Başta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP’li yöneticiler, bakanlar ve milletvekilleri her yıl birkaç günlüğüne nerede kampa giriyorlar? Patalya Otel’de değil mi? Hani, türbanlı eşlerle orman içinde yürüyüşlerin yapıldığı, haşemayla havuz ve kaplıcalara girildiği, arada da istişare adı altında toplantıların gerçekleştiği yer. Daha da ilginci birçok meslektaşım iyi bilir, AKP, Patalya Otel’de gerçekleşen toplantılarla kurulmadı mı?

Aynı AKP’nin yaptığı gibi değişik kanaat önderleri siyasi bir platform için bu otelde toplandı. Amaçları, yeni bir siyasi oluşum kurmaktı. Bu oluşum da hukuk kuralları içinde ne yapılabileceğini tartışıyordu. Nereden mi biliyorum? Değişik fikir yapısındaki birçok basın mensubu bu toplantıları izlemiş ve yayınlarında kaleme almışlardı. Hiçbiri de bu düşünce topluluğunun Ergenekon Soruşturması kapsamına girecek eylem içinde olduğunu yazmamıştı.

HORON TEPİLİRKEN NİFAK TOHUMU EKİLİR Mİ?

Bir de bazı basın organlarında "Hamsi Şöleni" geceleri gizemli bir havaya sokuluyor. Neredeyse tüm yazarçizer ve foto muhabirinin katıldığı bu davetler nasıl gizli toplantı olabilir? Hamsinin binbir çeşit yemeğinin yapıldığı, horonların tepildiği ve 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel başta olmak üzere eski bakanlar ile İhsan Doğramacı gibi bilim adamlarının katıldığı gecede negatif bir durum olabilir mi?

Daha önce de yazmıştım, Mehmet Haberal ile tanışmamız yıllar öncesine dayanıyor. 1970’li yılların sonuydu; Onu, Hacettepe Üniversitesi’nde idealist bir tıp adamı olarak tanımıştım. ABD Colorado Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde öğrendiklerini ülkemize aktarırken de organ naklindeki çabaları ilgimi çekmişti. Bu konuda yoğunlaşmış birikimi vardı ve 1975 yılında Hacettepe Hastanesi’nde Organ Nakli Ünitesi’ni kurmakta gecikmedi. Aynı sene içinde de ülkemizdeki ilk canlı donörden böbrek naklini gerçekleştirdi.

İlkleri bununla da bitmedi. 1978 yılında yurt dışından gelen kadavradan böbrek nakli, 1979 yılında yerli kaynaklı ilk kadavradan böbrek naklini gerçekleştirdi. Yine 1979 yılında siyasilerden bürokratlara, diyanet mensuplarından toplumun kanaat önderlerine kadar geniş bir yelpazede çalışmaları ülkemizdeki organ nakli yasasının çıkmasını sağladı. Türkiye Organ Nakli ve Yanık Tedavi Vakfı’nı kurduğunda ise tarihler 4 Eylül 1980’i gösteriyordu. Bu vakıf şimdi binlerce öğrenci eğiten ve yine binlerce hastaya şifa dağıtan Başkent Üniversitesi’nin temel taşını oluşturdu.

GÖNÜLLÜ ORDUSUNDA ÜNLÜ SANATÇILAR DA VAR

Tüm bu çalışmalarına başlarken bir yanda böbrek yetmezliği başta olmak üzere organ rahatsızlıklarından binlerce kişinin çaresizlikten öldüğüne, diğer yandan da ülkemizde organ naklinin ne işe yaradığını bilmeyen insanların ezici çoğunluğuna tanık olmuştum. İşte böylesine vahim bir görüntü içinde Haberal, yılmadı, çalıştı ve insanlara organ naklinin yaşam kurtardığını göstermeye başladı. Hep gözümün önüne gelir; vakıf merkezi üç beş sandalye, bir çalışma masasından daha fazla mal varlığına sahip değildi. Derken diyaliz makineleri gelmeye, yatakların sayısı bir bir çoğalmaya başladı. Dahası Haberal’ın gönüller ordusuna her gün yeni neferler katılırken, hastalar için umut ışığı gitgide güçlendi. Üstelik onun açtığı yoldan yüzlerce doktor, onlarca hastane gitmeye başladı.

Üç odalı bir dairede start alan vakfı, gitgide büyümüş, peş peşe diyaliz makineleri alınmış ve hastane normlarına bürünmüştü. Onu başka illerdeki merkezlerde takip etmiş ve yetiştirdiği elemanlarıyla beraber böbrek hastalarının kurtarıcısı olmuştu. Bense, onun takdire şayan bu çabalarına hayran kalmış ve tüm aşamalarında ona yazılarımla destek verip, toplumu aydınlatma çabasına girmiştim. Dahası İbrahim Tatlıses, Emel Sayın, Metin Akpınar gibi onlarca ünlüyü organ bağışıyla tanıştırıp, topluma örnek olmalarını sağlamıştım. Üstelik yardım amaçlı gece ve kampanyalarına katılmaları için çaba gösterip, daha fazla diyaliz makinesi alınması için kaynak yaratmıştım.

KADAVRA BÖBREK GÜMRÜK DUVARINA TOSLARSA!

Sevindirici bir diğer olay da yurt dışındaki tıp merkezlerinden gelmeye başlayan kadavra organlardı. Zira ülkemizde organ bağışı ile kadavradan tedarik edilebilecek organ sayısı neredeyse sıfıra yakındı. İnsanlarımız böbrek yetmezliği gibi birçok hastalıktan boş yere ölürken, bağışlarla yaşama tutunacaklarını bilmiyorlardı. Özel saklama kaplarında uçak kargosuyla gelen ilk kadavra böbreklerde oluşan sıkıntıları halen unutamam. Kutu içindeki böbrek kısa bir sürede hastaya nakledilmesi gerekirken, bizim gümrükçülerin prosedürüne takılması üzerine, zamana karşı verilen yarışlar bugün bile aklımda.

Aslında gümrükçülerin çıkardığı bu güçlükler Haberal’ın yeni dünya rekorları kırmasını sağlamıştı. Geliştirdiği teknikle, böbreklerin canlı kalmasını sağlayan özel karışımının işlev süresi artmıştı. O zamana kadar tüm dünyada 36 saat saklanabilen kadavra böbreklerin soğuk iskemi sürelerini 111 saate kadar uzattı. Zaten bu buluşu ona uluslararası birçok ödülü de beraberinde getirdi.

1988 yılında ise Türkiye’de ve bölgemizde kadavradan ilk başarılı karaciğer naklini gerçekleştirdi. 1993 yılında Başkent Üniversitesi’ni kurarken, dünyadaki birçok tıp kuruluşunun onur konuğu oldu. Uluslararası Cerrahlar Birliği üyeliği ise ülkemize büyük prestij sağladı. Dünya Yanık Derneği Başkanlığı da onun uluslararası arenadaki duayenliğini pekiştiren görevi oldu.

Tüm bunları niye mi aktardım? Yıllar önce tanıştığım ve dostluğundan her zaman gurur duyduğum Haberal’ın tutuklanmasını içime sindiremedim. Bazı kesimler onun bu ülke insanına sağladığı imkanları ya bilmiyor, ya da hatırlamak istemiyor. İşte, bu insanların yanlış fiillerine tanık olunca, geçmişi bir kez daha anımsatmak istedim. Sözün özü, bugüne kadar bin 800 organ nakli yapan Haberal’ın maharetli elleri kelepçeye değil, öpülmeye layık.
Yazının Devamını Oku

Girmesek de geçmesek de o yol bizim yolumuz

12 Nisan 2009
Güvenlik önlemi diye hem yayaya, hem de araç trafiğine kapatılan sokaklar ve caddeler... Hemen hemen her bina damının tepesinde elinde uzun namlulu silahlarla çevreyi süzen güvenlik güçleri. Karşımıza çıkan bariyerler, geçişi engelleyen panzerler, minibüsler ve Amerikan arabaları... Sakın kendinizi Hollywood filminde zannetmeyin. Size, semt sakinlerinin bile neredeyse pasaportla geçiş yapabildiği Ankara’nın girilemeyen bazı cadde ve sokaklarından bahsedeceğim.

Aklınıza hemen ABD Başkanı Barack Obama’nın Başkenti şereflendirdiği iki günlük ziyaret geldi değil mi? O işin hangi boyutlara geldiğini gösteren son darbeydi. Ankara’nın neredeyse tüm ana arterlerinin felç olduğu, araç trafiğini bırakın, yaya olarak bile üç adım ötenize gidemediğiniz bir süreçti.

Benim bahsedeceğim ise bu tip önlemlerin uzun yıllardır sürdüğü birkaç cadde ve sokakta yaşananlar. Başkentin en lüks semtlerinden biri sayılan GOP’nın Mahatma Gandi Caddesi’ndeki İsrail Elçiliği ilk durağım. Elçilik binasının önündeki yol bariyerlerle kapanmış durumda ki, ne araçlar, ne de yayalar geçebiliyor. Barikatın öteki tarafına ulaşmanız içinse gerisin geri dönüp, caddenin diğer ucundan girmeniz gerekiyor. Üstelik karşınıza çıkan engeller sadece çiçeklerle bezenmiş bariyerlerden oluşmuyor. Üniformalı bir kaç Türk polisinin yanı sıra her hallerinden MOSSAD elemanı olduğu belli İsrailli görevliler de karşınıza dikiliyor. Silahlı saldırıya karşı alınan önlemler gereği, bunlar olurken hiçbir yetkilimiz çıkıp da, "Elçilik binasını komşularınızı rahatsız etmeyecek daha güvenli bir bölgeye taşıyın" demiyor. Anladık elçilik arsası o ülkenin toprağıdır, ama önünden geçen caddeler o kentte yaşayan tüm vatandaşların ortak malıdır.

Benzeri bir durum da Amerikan Elçiliği’nin bulunduğu Paris Caddesi’nde yaşanıyor. Hastanenin bile bulunduğu caddenin her iki girişinde de araç geçişini engelleyen güvenlik kapıları ve dev Amerikan otoları var. Park halindeki bu araçlar yolu o kadar daraltıyor ki, kaplumbağa hızıyla aracınızı sürmek zorunda kalıyorsunuz. Durmakla gitmek arasındaki süratinden istifadeyle de, Amerikalılara ait araçların içindeki ajan gözlüklü tipler sizi baştan aşağıya süzüyor. Hatta bu göz hapsi elinde paket bulunan yayalar için daha ileri boyutlarda uygulanıyor. Şüpheli durumuna düşerseniz de resmi giyimli Türk polisi devreye giriyor ve Amerikalı meslektaşlarının gözetiminde kontrollerini gerçekleştiriyor.

Başkentlilerin yaşadığı sıkıntı sadece elçilik binalarıyla sınırlı değil. Başbakanlığın önündeki yol, bazı askeri binaların bulunduğu yerler aklıma ilk gelen örnekler. Sonuçta Obama’nın gelişiyle yaşadıklarımız beni fazla sinirlendirmedi. Zira biz zaten yasaklarla bezenmiş cadde ve sokaklara alışığız. Zaten bu duruma tepkisiz kaldığımız sürece de bizden sonraki nesiller de alışacak.

HEYKELİ SÖKEN BELEDİYE BAŞKANI KİMİN STAJERİ

Geçenlerde Kemer ilçesindeki bir heykel, çiçeği burnunda MHP’li Belediye Başkanı Mustafa Gül tarafından "halk müstehcen buluyor" gerekçesiyle sökülüp, depoya kaldırıldı. Bir an düşündüm; Acaba Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in yanında staj mı yaptı?

Hatırlayın, Gökçek’de ilk icraatını bir heykelle yapmıştı. 1994 yılında, Heykeltıraş Mehmet Aksoy ’un, Altınpark’taki "Periler Ülkesi" isimli eserini, "Böyle sanatın içine tüküreyim. Ahlaksızlığın adını sanat koymuşlar" diyerek parçalatınca, bir anda tüm Türkiye’nin gündemine oturmuştu. Hatta heykel operasyonları bununla da sınırlı kalmamıştı. Bakım için depoya kaldırılan kadınlar ve çocuklar heykelini de, yine "müstehcen" bulduğu gerekçesiyle, bir daha depodan çıkarttırmamıştı. Üstelik büyük tepki aldığı heykele tükürme gibi tepki toplayan uygulamalarının, kendisi için şeref olduğunu vurgulayarak, yaptıklarının arkasında durmuştu.

Gökçek’in, bir diğer heykel kaldırma teşebbüsü daha olmuştu. Dönemin Kültür Bakanı Fikri Sağlar’ın yaptırttığı Nazım Hikmet heykelini de yıktıracağı söylenmişti. Ama bunda başarılı olamamıştı. Bu arada içine tükürerek parçalattığı "Periler Ülkesi" heykeli için de, eserin sahibi Mehmet Aksoy’a yüklü bir tazminat ödemek zorunda kalmıştı.

Şimdi MHP’li Başkanın niye Gökçek’in yanında staj yaptığı kanısına vardığımı anladınız mı?

Aslında her ikisine de cazip bir teklifte bulunabilirdim. O zaman ne şiş ne de kebap yanardı. Heykeller de varlığını sürdürürdü. Ama teklifimi bile sunamadan müstehcen heykeller sökülüp atıldı.

HEYKELLERİ KURTARMAK İÇİN ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

Gelelim çözüme... Televizyonlarda reklam filmi gösterilen bazı firmalar duruma uygun çareler üretmiş ve mevcudiyetlerini sürdürmüşlerdi. Örneğin, dünyaca ünlü bir kozmetik firması TV reklamını radikal bir şekilde değiştirmişti. Firma anti-selülit kremini tanıtan reklamlarında, iç çamaşırının ardında kalçası görünen kadını günümüz şartlarına adapte edivermişti. Çıplak kadın gitmiş, yerine de kadının kalçası eşofmanla kamufle edilmiş görüntüsü gelivermişti. Yani, iç çamaşırlı mankene eşofman altı giydirilivermişti.

Peki bu değişimi görüp, reklamı izlemeyi sürdürenler ne demişti?

"Yahu bu anti-selülit kremi o kadar etkili ki, kadının kalça ve bacaklarının pürüzsüzlüğü eşofmanına da yansımış."

Başka bir yöntem de, sökülen kadın erkek heykelinin hikayesi üzerine olabilirdi. Bu çözümü de bir reklamla filmiyle anlatayım. Çok değil, bundan kısa bir süre önce "pet" reklamlarına çıkan kızcağız, halinden memnuniyetini erkek arkadaşıyla paylaşıyordu. Ancak flört çağrışımı yapan bu kadın erkek dialoğu yasakçı zihniyeti hemen harekete geçirmiş ve ekran yasağı sinyalleri vermişti. Peki, pet firmasının yetkilileri ne yapmıştı? Senaryo üzerinde hafif bir oynamayla, kız erkek arkadaşını nişanlısı pozisyonuna sokmuştu. Eh bizim heykellerdeki karakterler de pek ala evlendirilebilir ve muhafazakár aile kalıbına sokulabilirdi.

İşte yasaklarla nerelere geldiğimizi görüyor musunuz?

GÜZEL BİR SOSYAL SORUMLULUK PROJESİ

Geçenlerde çok güzel bir Sosyal sorumluluk projesine tanık oldum ve gelişmesi için sizlerle paylaşmak istedim. Maltepe Semti’ndeki Akar International Otel’in sahibi Remzi Akar, "Her misafirden 1 TL" kampanyası başlatmış. Ülkemizde ilk kez uyguladığı sistemle Türk Böbrek Vakfı için ciddi bir birikim de yapmış. Uygulama ise çok basit. Otelde konaklayan her misafirden vakfı için 1 TL bağış yapmalarını teklif ediyorlarmış. Şimdiye kadar da hiçbir müşteri de kendilerini geri döndürmemiş. Bu projesini turizm sektöründe yaygınlaştırmak için de bir sürü görüşmeler yapmış.

Peki vermeyen olursa diye Remzi Akar’a soruyorum. Şimdiye kadar hiçbir müşterinin kayıtsız kalmadığını belirtip "Vermeyenin yerine biz katkı sağlıyoruz. Zaten bu sembolik bir rakam, birçok müşteri çok daha fazlasını veriyor" diyor.

Amacının bu uygulamayı tüm Türkiye’ye yaymak olduğunu, sadece Ankara’daki otellerin katılımıyla bile ciddi rakamlara ulaşılacağını bir çırpıda anlatıyor. Hayalinin ise birçok sektörde bu uygulamanın hayata geçmesi olduğunu da özellikle vurguluyor. İnşallah kampanyası kısa zaman da yayılır da, Türk Böbrek Vakfı gibi sosyal sorumluluk projesi yürüten kurumlar yeni bir kaynağa kavuşur.

86 YILLIK TARİHİ BARINDIRAN MÜZENİN ÖNEMLİ BİR EKSİĞİ VAR

CHP Genel Merkezi
binasının giriş katında hazırlanan müzeyi gördünüz mü? CHP’nin kuruluşundan bugüne, partinin tarihine ışık tutan çok sayıda fotoğraf, belge, afiş ve eşyanın sergilendiği müze, gerçekten ilginç objeleri barındırıyor. Fotoğraflar arasında, bugüne kadar görev yapan 6 genel başkan, 24 genel sekreter, gençlik ve kadın kolu başkanları; Atatürk başta olmak üzere partinin 11 kurucusu; altı oklu amblemi çizen Mahmut Akok, 1973 seçimlerinde kullanılan ilk seçim otobüsü de bulunuyor.

1923’te yayınlanan kuruluş beyannamesinin orijinali, Atatürk’ten Hikmet Çetin’e CHP’li 11 meclis başkanı, eski harflerle yazılmış parti tabelası, 1947’de ’Dağ Başını Duman Almış’ marşını parti marşı olarak kabul eden genel kurul kararı, bugüne kadar kullanılan parti binaları ve CHP’li başkanların kurduğu hükümetlerin haber kupürleri, müzenin ilginç köşeleri arasında yer alıyor.

Müzede sergilenen ilginç objeler arasında, 1935’teki 5. kurultayda delegelere dağıtılan ve üzerinde İsmet İnönü’nün fotoğrafı bulunan sigara paketi, partinin eski bir bayram tebrik kartı, Bülent Ecevit’in 1941 yılında 16 yaşındayken yaptığı ilk şiir kitabı çevirisinin orijinal baskısı, 1954 yılında düzenlenen piyangonun bileti gibi materyaller bulunuyor.

Dolaşmayı bitirdikten sonra müzede önemli bir eksiğin daha farkına vardım. O da binanın kaptan köşkünde oturan Deniz Baykal’dı. Bakalım müzedeki yerini ne zaman alacak?
Yazının Devamını Oku

Durmak yok eziyete devam (mı?)

5 Nisan 2009
YEREL seçimler geride kaldı ve Ankara’yı beş yıl daha yönetecek başkanlar makam koltuklarına oturmaya başladı. Hiç kuşku yok ki, sonucu en çok merak edilen seçim Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı yarışında yaşandı. İpi göğüsleyen ise "Durmak yok hizmete devam" sloganıyla Melih Gökçek oldu. Kişiliğini ve icraatlarını beğenmeyen yüzde 62 oranındaki Ankaralıya karşın yüzde 38 oranıyla iktidarını sürdürdü. Hal böyle olunca da bizlere Başkentlilerin tercihine saygı duymak kaldı. Ancak niye yalan söyleyeyim, birçok vatandaş gibi bu tercihe gönül rahatlığıyla saygı duyamadım. Gökçek’in 15 yıldır yaptıklarına, hatta seçim sonucu söylediklerine bakıp, bu koltuğu hak etmediğini düşündüm. Zira Ankara Cumhuriyet Savcılığı’nın açtığı, İçişleri Bakanlığı’nın da izin verdiği soruşturmanın içeriği bile tek başına yeterliydi. İsterseniz konuyu biraz daha açıp, nedenlerimi bir bir sıralayayım.

İlk sırada hiç kuşku yok ki, en sakin insanı bile çileden çıkarabilecek üslubu var. Kendisine eleştiri getiren, yanlışlarını söyleyen, açıklarını gözler önüne seren herkese en olmadık sözleri sarf edebiliyor. Hatta işi hakaret boyutuna bile vardırabiliyor.

İkinci sırada ise amacına ulaşmak için her yolu mubah sayması var. Çok rahatlıkla kişisel ve toplumsal değerleri çiğneyebiliyor. Örneğin seçim yarışında izlediği stratejiye bakın, ne demek istediğimi çok rahat anlarsınız.

BİLDİĞİMİ OKURUM GÜNLERİ GERİDE KALDI

Üçüncüsü, uzlaşmaz tavrıyla şehri kendi bildiği gibi dizayn ediyor. Aranızdan "Vatandaş, oylarıyla ona bu yetkiyi vermiş" diyen çıkabilir. Ama hepimiz Ankara’da yaşıyoruz ve şehrin bugününü, yarınını belirlerken ortak akıl yürütmeliyiz. 2004 seçimlerinde Ankaralının yüzde 55’i onu desteklemişti. Eh çoğunluk ona bu yetkiyi verince de söylenecek fazla söz yoktu. Ama şimdi kendisine verilen destek oyları azınlıkta kaldı ki çoğunluğun sesine kulak asması gerekiyor. Artık bildiğimi okurum günleri geride kalmalı.

Yaşanılan kentler canlı bir organizma gibidir. Yani onun da bir ruhu vardır. Beton binalar, asfalt yollar, bitkilerle bezenmiş parklar kadar insana aidiyet ve mutluluk duygusu tattıran ruhu da olmalıdır. İşte bu nedenle şehrin planlaması yapılırken meslek grupları, işin uzmanları, bilim yuvaları devreye girmeli, birikimleri yönlendirici olmalı. Örnek mi? Ziraatçılardan kentin iklim şartlarına uygun bitkilerin listesi alınmalı, yerine göre ağaç ve çiçek ekimi yapılmalı. Yoksa senede birkaç kez dikilip, ölen bitki örtüsüyle Ankara deneme tahtasına dönüştürülmemeli. Sonuçta harcanan para hepimizin cebinden çıkmıyor mu?

CADDELERDEKİ DEVRİM VE ŞEHRİN RUHU

Belediye başkanının ve yürüttüğü şehir plancılığının ruhla ne alakası var dediğinizi duyar gibiyim. Örneklerle açıklamaya devam edeyim. Tüm çağdaş kentlerde çok iyi bilinir ki, yayaların geçiş üstünlüğü ön planda tutularak yaya geçitleri düzayak yapılır. Şehrin merkezi denen bazı bulvarlar sadece yaya trafiğine açık tutulup, gezinti alanları yaratılır. Tıpkı Paris’in Şanzelize Bulvarı gibi. İşte bu alanlarda hem şehirde yaşayanlar, hem de dışarıdan gelen misafirler ortak olarak kentin ruhunu yakalarlar.

Bir de dönüp, Gökçek’in yarattığı cadde ve bulvarlara bakın. Başkent’te yaya olmak demek, birçok zorluğu da beraberinde getirmiyor mu? Kaldırım ve bulvarlar taşıt trafiği yüzünden parça parça yok edilmiyor mu?

Şöyle bir hatırlayın,.. Gökçek, yıllardır alt üst geçitleriyle övünüp, cadde ve sokaklarda yaptığı devrimi anlatıp duruyor. Bu uygulamanın araç trafiğini oldukça rahatlattığı da bir gerçek. Ancak yayalar yönünden bakıldığında, rahatlamayı bir kenara bırakın, uygulamalar faciaya dönüşmüş durumda değil mi? Dört şeride çıkan yollarda karşıdan karşıya geçmek büyük beceri gerektirmiyor mu? Hasar ve yaralanmalar bir kenara, ölümlü kazalar eskisine göre çok daha fazla değil mi? Şehrin kalbindeki birçok ana cadde, hatta sokak otobana dönüşmedi mi? Göstermelik kaldırımlar yayaların yan yana yürümesini bile imkánsız kılmıyor mu? Dahası bazı güzergáhlarda karşıdan karşıya geçmek için yüzlerce metre yol kat etmek gerekmiyor mu?

TÜKÜRMEYİ BIRAK DA MİRASA SAHİP ÇIK

Aslında herkes biliyor ki, büyük kentlerde ulaşımın ana çözümü toplu taşım araçlarında. Yani hafif raylı sistemlerde, metrolarda ve düzenli işleyen otobüslerde. Peki, toplu taşım araçları yönünden Başkent çağdaş ülkelerin çok gerisinde değil mi? Bu nedenle de Gökçek, 15 yıllık kötü sicilini bir kenara bırakıp, en kısa zamanda seçim vaatleri arasında yer alan metro yatırımlarını tamamlamalı.

Şehrin ruhunu yansıtan bir başka alan ise kültür ve sanattır. Hatırlanacağı üzere Melih Gökçek, kültür alanında ilk çıkışını sanatın içine tükürerek yapmıştı. Seçildiğinin ilk yılında bu eylemiyle tepki toplayan Gökçek, ileriki yıllarda yapacaklarının da sinyalini vermişti. Şimdi yapacağı iş tükürmeyi bir kenara bırakıp, kültürel mirasımıza sahip çıkmak değil mi? Ayrıca hayallerle insanları oyalamak yerine, vaat ettiği Disneyland gibi projeleri yaşama geçirmesi gerekmiyor mu?

Ankara amblemi üzerindeki tartışmalara da değinmek gerekiyor. Biliyorsunuz, yıllarca pek çok belediye başkanı tarafından kabul gören Hitit Güneş Kursu, Gökçek’in hışmına uğramıştı. Bu amblemin yerine, "Ankara’yı daha iyi tanıttığı ve ifade ettiği" gerekçesiyle, minareli bir amblem kabul ettirmişti. Amblem için gereken valilik onayını bile beklemeden de, bunu tüm belediyede uygulatmıştı. Artık mahkeme kararıyla bile belgelenen bu yanlışından dönebilecek mi?

Melih Gökçek, belediye başkanlığı sırasında pek çok cadde ve sokak ismini de değiştirmişti. Genellikle dini motifler veya Türkî Cumhuriyetlerle ilgili isimleri tercih eden Gökçek, bu konuda da büyük tepkiler almıştı. Artık bu isim tutkusundan kendini soyutlama zamanı gelmedi mi?

HİÇBİR ŞEY ESKİSİ GİBİ OLMAYACAK

Başkentli, artık su sorunu yaşamamalı. Hatırlayın, 2007 yazı, Ankara’nın tarihine "susuz yaz" olarak kazınmadı mı? Su konusunda gerekli tedbirleri almayan ve yatırımları yapmayan Melih Gökçek, Ankara’yı susuz bırakmadı mı? Bakalım Ankara’nın su sorununa çözüm olarak üretilen Kızılırmak suyu projesi rafa kalkıp, seçimler sırasında söz verdiği Gerede Havzası projesine start verecek mi?

Oran Semti’nde satın aldığı villasının bahçesine kattığı halka ait park ve trafo alanını gerçek sahiplerine, yani Başkentlilere iade edecek mi?

İşte bu ve benzeri sorunlarımıza çare üretip, inadından vazgeçerse 29 Mart seçimlerine ve Gökçek’in başkanlığına saygı duyacağım. Ama inanırımsınız, hiç umudum yok... Yalnız şuna inanın ki, önümüzdeki dönem Gökçek’in icraatlarına farklı bir perspektiften bakılacak. Yani hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

PEMBE DİZİ DEĞİL GERÇEK BİR YAŞAM HİKAYESİ

Ülkenin yoğun gündemi, seçimler derken yine gece yarısına doğru gazeteden çıktım. Biraz soluklanmak için de rüzgárda savrulan yaprak misali amaçsızca arabayla dolaşmaya başladım. Kısa bir süre sonra da kendimi G.O.P semtindeki Şömine Bar’da buldum. Kulağıma gelen ses Whitney Houston’ın "I will always love you" şarkısıydı. CD çalıyor zannederek bir köşeye kıvrılıp, garsona siparişimi verdim. Başımı sahneye doğru çevirdiğimde ise onunla yüz yüze geldim. Sanki NTV ekranındaki programından fırlayıp, mikrofonun önüne konuşlanmış Müjde Ar karşımda duruyor ve şarkı söylüyordu.

Aslında karşımdaki, tipi Müjde Ar’a, ses tonu da Whitney Houston’a benzeyen Zenovia Roman isimli bayan şarkıcıydı. Yaklaşık 5 yıl önce onunla tanışmıştım. Gülümsemeye çalışan gözlerinin ardında pembe dizileri aratmayacak bir yaşam öyküsü saklıydı. Söylediği şarkılar kadar ilginç yaşam öyküsü de beni etkilemişti. Romanya doğumluydu. Ülkesinde 13 yaşında kros şampiyonu olmuştu. Karaciğer’inden rahatsızlanınca sporu bırakıp, tiyatroya yönelmişti. Müziğe başladığında ise 16 yaşındaydı. Kaset teklifi bile almışken, ailesinin karşı çıkmasıyla müziği bırakmıştı. Morgu görünce de doktor annesinin zoruyla gittiği tıp fakültesinden vazgeçmişti.

SARI GELİN ŞARKISIYLA PAVYONDAN KURTULDU

Bükreş Konservatuarı, tiyatro derken de müziğe tekrar dönmüştü. İyi bir caz ve opera şarkıcısı olurken de önüne Pavarotti’nin asistanı olma fırsatı çıkmıştı. Ancak ses tellerinde oluşan modül, soprano olma hayallerini suya düşürürken, festivallerde birincilik kazanan pop sanatçısı olmasını sağlamıştı. Turneler, konserler derken kısa sürecek bir evlilik ve aileye gelen kız evlat.

Romanya’daki ekonomik krizden kaçmak için Türkiye’ye gelmesi, menajerinin oyunuyla pavyona düşmesi ve Pavyonda "Sarı Gelin"i söylerken keşfedilmesi, ülkemizdeki ilk yılına sığmıştı. Ankara Büyükşehir Belediyesi Kent Orkestrası’yla konserlere çıkmak, Rafet El Roman ve Mahsun Kırmızıgül gibi sanatçılara eşlik derken de bir Türk’le formalite evliliği yapmıştı. Kısa bir süre sonra da onu Türk vatandaşı yapan kimliği cüzdanına girmişti.

Zenovia, şimdi Türkçe dahil tam 7 dilde şarkılar söylüyor. Birçok Başkentlinin yanı sıra Sezen Aksu’dan Demet Akalın’a kadar birçok ünlü sanatçıyı mıknatıs gibi kendine çekiyor. Sizlere de tavsiye ederim, gidip mutlaka dinleyin. Zira o gece benim bütün yorgunluğumu üzerimden aldığı gibi, kulaklarımdaki pası da sildi.
Yazının Devamını Oku

Atatürk aramıza dönse Ankara’yı tanır mıydı

29 Mart 2009
Ankara Anadolu’nun en eski kentlerinden biri... Osmanlı döneminde valilikle yönetilen bir sancak merkeziÖ Anadolu bozkırında bir kalenin çevresinde kurulu, kerpiç evlerden ve çamurlu sokaklardan oluşan, susuz, insanları fakir bir yerleşim birimi... İstiklal Harbi sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti olmasıyla yıldızı parlayan, imar gören, her şeyi tümüyle değişen ve bugünkü konumuna ulaşan bir kent...

Yıllar içerisinde Ankara’nın dört bir tarafına yeni yerleşim birimleri eklendi. Ankara kilometrelerce dışarıya taştı. Şimdi burada milyonlarca insan yaşıyor ve Türkiye’nin kalbi bu kentte atıyor. Ama Ankara, içiçeliğini yine yaşıyor.

Başkentten bugüne kadar kimler geldi, kimler geçti! Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere nice devlet adamları, bürokratlar, komutanlar, sanatçılar, yazarlar, gazeteciler burada yaşadılar.

Ankara’nın kalbi her yerde atıyor. Çıkrıkçılar yokuşundan Bahçelievler 7. caddedeki kafelere, Sakarya caddesindeki dükkanlardan Filistin caddesine, Tunalı Hilmi çarşılarından Mamak ve Keçiören’e, her yer cıvıl cıvılÖ

Bazen düşünürüm de, mümkün olsa da Atatürk aramıza dönse, acaba Çankaya’yı tanır mı? Ankara’da bir tur atsa, Ankara’nın herhangi bir yerini anımsar mı? Elbette hayır. Zira Ankara son 86 yıl içerisinde sadece Türkiye’nin değil, dünyanın en hızlı gelişen kentlerinden biri oldu.

Ve geliyoruz bugünlere... Günümüz Ankara’sı kendisini bir adım öteye götürmesi ve ihtiyaçlarına cevap vermesi için yeni başkanını seçiyor. Seçerken de adayların yaptıklarına ve yapabileceklerine bakıyor. Metrosunu, yeşil alanlarını, vadisini, şehrin imar planını, suyunu, doğalgazını, yaya haklarını düşünüp, geleceğini şekillendirecek liderini belirliyor. Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Cumhuriyetimizin kurucularının yoktan var ettiği şehre hak ettiği değeri kazandıracak yöneticisini seçiyor.

BU LEZZET DURAĞININ SAHİBİ ÇILDIRMIŞ OLMALI

Uzun süreden beri seçim havasıyla gerilen Ankara’nın bir başka yüzüne değinmek istiyorum. Az önce de belirttiğim gibi Ankara’nın kaderi, 1920’li yılların başında değişti. Cumhuriyet devrimleri Türkiye’de kendini ilk olarak Ankara’nın sosyal hayatında hissettirmeye başladı. Bir yandan opera, bale, tiyatro gibi çağdaş sanatlarla tanışan Ankaralılar, öte yandan modern yaşama cevap verecek mekanlara da sahip olmaya başladı. Özellikle de restoran anlamında marka değeri ve hizmet kalitesi yüksek işletmeler çoğaldı. Son birkaç yıla bakıldığı zaman ise dünya mutfağını önünüze seren restoranlar ya bir kaç otel ünitesi dışında kaybolup gitti, ya da kafeye dönüştü.

Beyaz örtülü masalar, sayfalarca yazılan mönüler, temiz giyimli sayıları yüzleri bulan garsonlar geride kaldı. Ta ki, Nenehatun Caddesi üzerinde açılan bir mekana kadar.

Demişlerdi fırsat bulamamıştım. Gittim gözlerime inanamadım. Böylesine dev bir yatırımı tamamlayıp, işletmeye açan babayiğit kim olabilirdi? Üstelik ekonomik krizin tüm acımasızlığıyla kendini hissettirdiği bugünlerdeÖ Dokuz katlı yapıda, toplam 8 bin metrekareyi bulan kapalı alanla Türkiye’nin en büyük restoranını yaşama geçireceksin ve 200’e yakın personelle hizmet sunacaksın. Dahası, dekorasyonunda Hitit, Uygur, Osmanlı ve Selçuklu medeniyetlerinin motiflerini barındırıp, milyon dolar para harcayacaksın.

İçimden "sahibi çıldırmış olmalı" diye geçirip, ikinci kattaki masalardan birine kuruldum. İlk etapta da mönüye göz gezdirdim. Türk, İtalyan, Fransız, Rus derken dünya mutfağından örneklerin listelendiği yemeklerin çeşitliliği şaşkınlığımı bir kat daha arttırdı. Salonun yarısının dolmasına bakıp, Ankaralıların daha keşfedemediğini anlamakta gecikmedim. Ancak tabağına yönelenler benim gibi sunulan lezzetlerden hoşnuttu.

Hesabı ödeyip, çıkana kadar gözlemlerime ve lezzet tadımıma devam ettim. Ardından da bu cesur yatırımcının kim olduğunu öğrenmek için sordum, soruşturdum. Sahibi bir İnşaat firmasına da hükmeden Yüksek Mühendis Atacan Aksoy’muş. 1990 yılından beri Sakarya Caddesi’nde faaliyet gösteren Göksu Restoran’la yetinmeyip, hayallerini gerçeğe dönüştüren bir kişiymiş.

SİNAN AYGÜN OTEL DİKMEK İÇİN ATO BİNASINI YIKIYOR

Ankara’da birçok cadde ve sokakta yeni işletmeler devreye giriyor, Başkentin sosyal yaşamı yeni neferler kazanıyor. Park caddesine, Filistin caddesine, Çukurambar semtine, Eskişehir yoluna gidip, alıcı gözle etrafınıza bir bakın. Gerçekten çok güzel mekanlar müşterilerine kapılarını açıyor. Örneğin kongre vadisine dönüşme yolundaki Söğütözü’nde birbirinden güzel binaların temelleri atılıyor, inşaatları tamamlanıyor. Bu yatırımlar arasında en dikkat çekici olanı ise oteller. Beş yıldızlı en az 6 otelin ya temelleri atılıyor, ya da inşaatları sürüyor.

Bu gelişimi fark edip, kolları sıvayan kurumlardan biri de Ankara Ticaret Odası. Sinan Aygün başkanlığındaki çiçeği burnunda yeni yönetim kurulu, geçenlerde önemli bir karar aldı. Bitmek üzere olan 3 bin 700 kişilik kongre merkezinin hemen yanına beş yıldızlı otel dikiyor. Hálihazırdaki ATO yönetim binasıyla, sosyal tesisleri yıkılarak yerine iki gökdelenden oluşan binalarda faaliyete geçecek otel için şimdiden büyük gruplarla görüşmeler yapılıyor. Yönetim ise mevcut binanın az ötesindeki boş araziye yapılacak tesislere taşınacak.

PAPA İÇİN RANDEVULAR BABA’DAN

Tempo Dergisi
için 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i, Güniz Sokak’taki konutundan telefonla aradık. Amacımız, uzun zamandan beri rahatsız olan Nazmiye Hanım’la birlikte röportaj gerçekleştirmekti. Fakat Güniz Sokak yetkilileri, konu hakkındaki görüşleri bildirmekte gecikmedi. Yanıt olumsuzdu ve Baba’nın geçmişte yaşanan çok ilginç anısını aktarıyorlardı.

İsim sahibi bir hanım gazeteci, Süleyman Bey’in kapısını çalmış ve önemli bir isteğini dile getirmişti. "Sayın Cumhurbaşkanım, kafamdaki iki isimle röportaj yapamadan mesleği bırakırsam gözüm arkada gidecek. Bir Papa ile bir de Nazmiye Hanım’la röportaj yapmayı çok istiyorum."

Demirel, her zamanki sakin tavrıyla "Bak kızım işin yüzde ellisini hallettin bile" deyince, gazeteci bayan heyecanla, "Sahiden röportaj yapabilir miyim?" diye sormuştu. Baba’nın yanıtı aynı ciddiyetle gelmekte gecikmemişti.

"Sen hiç merak etme. Yarın sana Papa’dan randevu alırım."
Yazının Devamını Oku

29 Mart’taki jam session sonrası kara kutu çözülecek mi

22 Mart 2009
Renkli spot ışıklarının yoğun sigara dumanının da yardımıyla loş bir ortam yarattığı mekan, az sonra yaşanacak muhteşem olaya ev sahipliği yapıyor. Masaları dolduran müşteriler sahnede konuşlanacak siluetin kim olduğunu bildikleri için dikkat kesilmiş, bakıyorlar. Birazdan gerçekleşecek muhteşem olay, sanki Kuzey Kutbu’ndaki ışıkların dansı (Aurora), ya da bir kaç yılda bir görünen güneş tutulması gibi heyecanlandırıyor herkesi. Beklenen ise klarnetiyle en güzel caz şarkılarını çalacak olan Woody Allen’dan başkası değil.

New York’un entelektüeller semti Manhattan’daki bu gece kulübü, bir kaç yıldır usta sinemacıyı farklı bir alanda ağırlıyordu. Allen, gönül verdiği cazın icrası için haftanın bir günü kulübe geliyor ve klarnetini konuşturuyordu.

Evet, aktardığım sahne gerçekten böyle mi cereyan ediyor bilemem, ama en azından hayal gücünü işletince çok da farklı olamayacağını tahmin ediyor insan. Konum ise kesinlikle Woody Allen değil. Konum Jam Session. Peki, nedir bu Jam Session? Anlatayım.

Jam Session, bir caz terimi. Türkçeye tam olarak çevirmek pek mümkün değil. Bu terimi en iyi, "Çalgı aletini kap gel, sen de çal" cümlesiyle açıklayabilirim. Yani Urfa’nın sıra geceleri gibi bir şey. Bu gecelerde hem usta, hem de amatör cazcılar hünerlerini sergiliyorlar. Amaç bir araya gelemeyen, birlikte çalma olanağı bulamayan caz sanatçılarını yanyana getirmek. Hiç prova yapmadan sahneye çıkıyorlar. Genelde de doğaçlama çalıyorlar. Jam Session’ın bir diğer amacı da, bu sanatçıların bir yarışma içinde çalmaları. "Bak ben neler yapıyorum, senden daha iyi çalıyorum" demeye getiriyorlar. Kısacası yaptıkları, bara gelen müşterileri eğlendirmek değil, kendilerini tatmin etmek.

DİĞER YARIŞMACILARI DETONE EDEN STAND-UP’ÇI

Ve geliyoruz Ankara’ya. Amatöründen profesyoneline birçok aday Başkentin gri havasının yarattığı loşlukta vatandaşa hünerlerini gösteriyor. Her biri ayrı telden çaldığı için de kakofoninin hakim olduğu konserleri kafaları karıştırıyor. Daha da önemlisi şişiriyor.

Evet, bu seferki Jam Session, 29 Mart da gerçekleşiyor. Sahnenin heveslisi ise başta Murat Karayalçın, Melih Gökçek ve Mansur Yavaş olmak üzere birçok belediye başkan adayı. Her birinin kullandığı enstrümandan çıkan sese kulak veriyorum. Kulağıma gelen melodiler ruhumu okşayacağına, tam tersi rahatsızlık veriyor. İçlerinden bir kaçı ise icraatıyla umut vermezken, rakiplerinin sanatını sabote etmek için elinden geleni yapıyor. Hele aralarında biri var ki, sahnedeki diğer yarışmacıları detone etmek için her yolu deniyor.

Her halde bu kişinin kim olduğunu tahmin etmişsinizdir. Doğru dürüst bir beste yapıp, halkın beğenisine sunsa kimse bir şey demeyecek. Ama başkalarının bestesini "benim" diye yutturmaca, icra ettiği şarkının kulakları tırmalamasına aldırmadan "beni dinlemeye devam edin" demek onda. Aslında kimse böyle bir konsere katlanmaz. Ancak gel gör ki, bazı vatandaşlar müzik yoksunu bu kişinin tınılarına değil, stand-up’çılara taş çıkaran konuşmalarına ilgi gösteriyor. Üstelik küfür hakaret dolu ağız şovu ona prim bile kazandırıyor. İnşallah bir gün müziğin evrensel dili sahneye tekrar hakim olur da, sözün bittiği yere geliriz!

ASLINDA AFİŞLER HERŞEYİ ANLATIYOR

Şehrin neredeyse tüm panolarını ve duvarlarını kaplayan afişlere de değinmeden geçmeyeyim. Kimindeki yarışmacılar sırıtıyor, kimindeki ise somurtuyor. Sırıtanlar arasındaki turuncu zemin önünde duran yarışmacıya bakıyorum ve aklıma uçakların kara kutusu geliyor. Bildiğiniz üzere, uçak düşünce rahat bulunsun diye kara kutuları turuncu renk imal ediliyor. Acaba diyorum, bu yarışta kaybedip, bulunduğu irtifadan düştüğü vakit kara kutusu çözülecek mi? Merakla beklediğimiz birçok sorunun cevabı öğrenilecek mi?

Ya mavi ve kırmızı renk önünde duran yarışmacılara ne demeli... Biri küçücük bir mekanda konser verirken, dev konser salonunu dolduran vatandaşları sanatıyla tatmin edebilecek mi? Diğeri ise geçmişte çok tutan bestelerini, günümüze uyarlayabilecek mi? En iyisi 29 Mart günü gerçekleşecek Jam Session’ı bekleyelim.

ÇIKIP İNMENİN DE BİR ADABI VAR

Geçenlerde ziyaret için büyük bir hastaneye gittim. Sekiz kat yukarıdaki bölüme ulaşmak için de epey bir süre asansörün gelmesini bekledim. Sonuçta bindim binmesine, ancak bu sefer de her durakta mola veren otobüs gibi katları ağır ağır çıktım. Saate baktım ve binişimden inişime kadar geçen zaman 14 dakikayı bulmuş. Üstelik inişim esnasında kullandığım asansörün kat arasında arızalanması ise işin tuzu biberi oldu.

O gün anladım ki, bizim insanımızın büyük bir kısmı asansör adabını bilmiyor. 15 kişilik asansörde, boş bir alan görünce 16’ıncı hatta 17’inci kişi olarak binmeye kalkışanlar mı ararsın, gideceği yöne ait düğmeyle beraber tersi yöne ait düğmeye de basanı mı ararsın, katta daha inenler varken binmek isteyeni mi... Kısacası her çeşit insanımız var. O gün de her katta durmamızın nedeni; adam aşağı inecek ama yukarı yön düğmesine de basmış. Üstelik bir takım adamlar, "aşağı inecekken, asansör doluyor, şimdiden bineyim" diye bizimle beraber yukarı çıkıyor.

YANI BAŞIMIZDAKİ TEHLİKE

Neyse, esas aktarmak istediğim konuya gelelim. Artık asansörler, gündelik hayatımızın vazgeçilmezleri arasındaki yerini aldı. Ayrıca bizlere yürüyerek kat çıkmayı ve inmeyi unutturdu. Yorgunluk mesafesinin dışındaki katlara bile çıkarken asansör tercih ediyoruz.

Asansörlerin varlığı kentsel mimari dokunun değişimiyle birlikte bir zorunluluk haline geldi. Birkaç katlı binalar yerlerini çok katlı binalara bırakmaya başladığından beri asansörler, haklı olarak, katlar arası ulaşımın tek yolu oldu. Zorunlulukla birlikte alışkanlığa da dönüşen kullanım hali ise bir takım tehlikeleri beraberinde getirdi. İşte bu aşamada tehlikelinin boyutlarına dikkat çekmek ve denetim onayı almamış hiçbir asansöre binilmemesi için bazı uyarılarım olacak.

BİNMEDEN ETİKETİ KONTROL EDİYOR MUSUNUZ?

İlk etapta, binanızdaki asansörün periyodik bakımlarının yapılıp, yapılmadığını kontrol edin. Ayrıca, periyodik bakımları düzenli yapılsa bile yetkili kurumlarca denetimlerinin gerçekleşip, gerçekleşmediğine bakın. Unutmayın ki, asansör montajı ve binanın asansör boşluğu ciddi bir mühendislik hesabı istiyor. Bina kaç katlı ve asansör kaç duraklı olacak? Buradaki trafik ileride artacak mı, azalacak mı? Bu ve buna benzer soruların ciddi olarak cevaplandırılması, montajının bu cevaplara göre yapılması gerekli.

Geçenlerde Makine Mühendisleri Odası’ndan üst düzeyde görevli bir arkadaşımla sohbet ediyorduk. Kendilerinin bu konuda yetkili kurum olduğunu ve denetimleri gerçekleştirdiklerini söyledi. Üstelik de kulak asılması gereken birçok bilgi verdi. Örneğin denetim sonrası uyguladıkları bir etiket programından bahsetti. Asansörün görünen bir yerine, üç ayrı renkte etiket konuyormuş. Kırmızı renk olanı: "Bu asansöre kesinlikle binilemez. Binen herkes ölüm ya da yaralanma riskiyle karşı karşıyadır" anlamını taşıyormuş. Mavi etiketli de ikinci derece tehlike taşıyan asansörleri belirtiyormuş. Yani, "Hayati tehlikesi yok binilebilir, ancak bazı düzenlemelerin yapılması gerekli. Dikkatli kullanın!" anlamına geliyormuş. Örneğin, yeterli aydınlatması yok gibi.

Sorunsuz asansörlere de yeşil etiket takılıyormuş. Ancak bir asansörün yeşil etiket alması, onun her zaman güvenilir olacağı anlamına gelmiyormuş. Sık sık denetimden geçmesi gerekiyormuş.

Kendisi yeşil etiket taşımayan hiçbir asansöre binmiyormuş. Etiketleme yöntemi ise bizim ülkemize özgü bir çözümmüş. Avrupa’da böyle bir anlayış yokmuş. Orada denetim sonucu eğer bir sorun varsa, asansör mühürleniyormuş. Ancak, bizde kırmızı yapıştırılsa bile çalışan asansörler varmış.

TEHLİKEYE DAVET ÇIKARMAK İSTEMEYENLER İÇİN!

Asansörlerde tehlike yaratan faktörleri ise bir çırpıda şöyle anlattı. İşinize yarayabilir düşüncesiyle madde madde sıraladım.

Asansör kuyusu zemininde kabin ve karşılığında tamponlar bulunmalı. Kuyu alt boşluğunda evsel atıkların bulunmamasına ve zeminde su birikmemesine dikkat edilmeli. Zira biriken su korozyonu hızlandırıyormuş.

Regülatör hattının elektriksel denetimi yapılmalı. Kuyu içi elektrik tesisatı muhafaza altına alınmalıymış.

Asansör kuyusunun yapımında perde beton kullanılmalıymış. Ayrıca tuğla örme yöntemiyle yapılan kuyularda sıva işlemi mutlaka tamamlanmalıymış.

Aynı kuyuda birden fazla asansör olması halinde, asansörler arasında güvenlik ayrıcı yapılmalıymış.

Ana bina yapısı ile kabin girişi arasında standartlara uygun mesafe bulunmalıymış.

Kabin girişlerinde mutlaka fotosel bulunmalıymış. Kabin içinde ise döşemelerde kolay yanabilecek malzemelerden kaçınılması gerekliymiş. Ayrıca kabin kapısı iç düzey çerçevesinde, kullanıcıların takılabileceği şekilde çıkıntı yaratan materyaller kullanılmamalıymış.

Alarm, kabin içi aydınlatma, stop ve çağrı butonu gibi malzemelerin kırık olmamasına dikkat edilmesi lazımmış.

Kabin üstü paraşüt sisteminin çalışmasını engelleyici montaj yapılmaması gerekiyormuş. Kabin raylarının tuğla duvara değil, beton duvara monte edilmesi gerekiyormuş.

Kabin üstünün korozyona karşı korunması ve temizliğinin düzenli olarak yapılması gerekiyormuş.

Askı halat bağlantıları uygun şekilde bağlanmalıymış. Ayrıca karşı ağırlık düzeneği yönetmeliklerde yazıldığı gibi doğru hesaplanmalıymış.
Yazının Devamını Oku

Murat, Mansur, Melih’li 3 ’M’ alışverişi ve çıldır(t)an şefler

15 Mart 2009
Başlığı okuyunca, bir dev marketle Ankara’daki belediye başkanlığı yarışının ne gibi bağlantısı olduğunu sorduğunuzu duyar gibiyim. Doğrusu alışverişe gidene kadar ben de bir bağlantı kurmamış, aklıma bile getirmemiştim. Bilindiği üzere Türkiye’nin en büyük market zincirlerinden biri de Migros’tur. Üç kategorideki mağazaları, büyüklüğüne göre "M" harfiyle tanımlanır. Ürün yelpazesi açısından en küçüğünün tabelasına tek bir "M" harfi, en büyüğünün ise yan yana üç "M" harfi vardır. Daha açık bir ifadeyle en büyüklerinin tabelasında "MMM Migros" yazar.

İşte geçenlerde alışveriş için gittiğim MMM Migros tabelası bir anda Başkentte süren belediye başkanlığı yarışını hatırlattı. Ankara’yı dev bir market gibi düşündüm ve her bir "M" harfinin adayları temsil ettiğini düşündüm. Murat Karyalçın, Mansur Yavaş ve Melih Gökçek. Evet, üç "M"li Ankara yarışının seyrini ise marketteki reyonları gezerek analiz etmeye başladım.

ÜRÜNLERİN DİLİ HER ŞEYİ ANLATIYOR

Sepetimi doldurmak üzere ilk durağım içeceklerin bulunduğu raflar oldu. MHP’nin AKP’de emanet duran oylarını geri alan Mansur Bey’in hızlı yükselişi gözümün önüne geldi ve raftan hemen bir Beypazarı Maden Suyu aldım. Bu içeceği, elinden uçup kaçan oyları sindirmek için Melih Bey’e sunabilirdim. Keza Beypazarı kurusu da midesine iyi gelebilirdi. Tabii seçim sonrası Karayalçın ya da Gökçek büyük bir zevkle Beypazarı Havuçlu Lokumu da yiyebilirdi.

Temizlik ürünlerinin, özellikle de kireç çözücülerin bloklandığı reyonda ise kirlenen Ankara suyu ve en iyi çözüm üreten aday aklıma geldi. Her biri Kızılırmak değil de, Gerede Havzası’nın suyunu vaat ediyordu. Ama yöntemleri farklıydı. Dahası, düne kadar Kızılırmak suyunun faydalarından bahseden Gökçek’in kısa bir süre öncesine kadar karşı çıktığı Gerede projesini seçim bildirgesine ve söylemlerine almasıydı. Milyonlarca dolar harcadıktan sonra Kızılırmak suyunu Ankara şebeke suyuna karıştırmaktan vazgeçmişti. Kızılırmak suyunu bilmem ama Gökçek’in huyunu iyi bildiğim için daha sonraki durağım ağız bakım ürünlerinin bulunduğu reyon oldu. Zira Melih Bey’in ağzından çıkan ve bilim adamlarını bile kapsamına alan kötü söylemlerinin temizlenmesi için bu ürünleri almak şarttı.

SİZİN TERCİHİNİZ ESKİ Mİ YOKSA TAZE KAŞAR MI?

Özellikle peynir reyonunda, kaşarpeyniri seçerken bir hayli zorlandım. Eski kaşar mı tercih etmeliydim, yoksa tazesini mi? Etrafıma şöyle bir göz gezdirdim ve benim gibi tercih sıkıntısı çeken Başkentlileri gördüm. Hal böyle olunca da ağız tadına uygun olanını seçmek için ay sonundaki büyük alışverişi beklemeye karar verdim. .

Sonuçta, leke çıkarıcılar, koruyucular, yumuşatıcılar, mobilya dolap sistemleri, derken her bir reyonda başkan adaylarıyla ürün arasında bağlantı kurdum. 29 Mart gününden itibaren kullanmak üzere de tıraş sonrası ürünlerle alışverişimi bitirdim.

DİLİN KEMİĞİ YOK, LAFLA PEYNİR GEMİSİ YÜRÜTEN ÇOK

Geçenlerde gerek büyükşehir, gerekse ilçe belediye başkan adaylarının seçim bildirgelerine göz gezdirdim. Hani atılır da, bu kadar bol keseden atılmaz dedirtecek vaatlerine tanık oldum. Örnek mi? AKP Çankaya Belediyesi Başkan Adayı Bülent Akarcalı’nın programı. Aslında kendisini severim ve geçmişteki bazı çalışmalarını, özellikle de dış politikamızdaki katkılarını takdirle karşılarım. Ama gel gör ki Çankaya için vaatleri tam bir hayal ürünü. Programında ne diyor? Kızılay’da bazı caddeleri araç trafiğine kapatıp, yaya bölgeleri oluşturacağım... Birkaç büyük bulvarın altına kapalı otoparklar yapacağım.

Peki, Atatürk Bulvarı, Cinnah Caddesi gibi ana arterleri otobana dönüştürüp, yaya kaldırımlarını kuşa çeviren kim? Kendi partisinin Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek. Bu güne kadar bir caddeyi, bulvarı ya da sokağı araçlardan kurtarıp, sadece yayaların kullanımına açtı mı? Cevap: Açmak bir kenara icraatlarıyla yok etti. Üstelik düzeltmeye de hiç mi hiç niyeti yok. Ankara gibi megapollerde caddeler hangi belediyenin sorumluğu altında? Tabii ki büyükşehir belediyelerinin. Kanuna göre sokaklar ilçe, caddeler ve genişliği 12 metreyi geçen sokaklar büyükşehir belediyesinin sorumluluk alanında. O halde Bülent Bey’e bir soru daha... Sadece sokaklardan sorumlu bir belediye başkanı olarak, görev kapsamının dışındaki cadde ve bulvarlara nasıl müdahale edeceksiniz? Daha açık bir tarifle hiçbir yetkin yokken caddeleri araç trafiğine kapatıp, altlarına nasıl otopark yapacaksınız?

Kısacası herkes bir yol tutturmuş gidiyor. Kimi 15 yıldır iktidarda olmasına rağmen bir metre ray döşemeden metroyu bitireceğim diyor, kimi belediyenin gelirlerine bakmadan gıda yardımı değil nakit para yardımı yapacağım... Dilin kemiği yok ki, lafla peynir gemisi yürüten yürütene...

VİLLA BAHÇEYE, KOMŞU DA OKULA DALIYOR

Bu arada, MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural kamuoyuna sunduğu belgelerle Melih Gökçek’i köşeye sıkıştırmaya devam ediyor. Her gün bir yenisi açılan dosyaları medyadan takip ediyorsunuzdur. Bunlardan biri de Gökçek’in Turan Güneş Bulvarı üzerinde oğlu Ahmet Gökçek otursun diye satın aldığı villa alımı. 2007 yılının Mayıs ayından beri gerek Hürriyet Gazetesi ve Tempo Dergisi’ndeki köşemde, gerekse çıktığım televizyon programlarında konuyu işleyip, Gökçek’le mahkeme salonlarına kadar uzanan bir tartışmanın içine girmiştim. Belki de Ankara’nın en değerli arazisi üzerindeki bu villanın kamuya ait park alanını ve trafo merkezi için ayrılan bölümü hiç çekinmeden bahçesine ilave ettiğini belgelerle aktarmıştım.

Geçenlerde Oktay Vural, yeni bir belge daha açıkladı. Gökçek’in 8 Mayıs 2007’de satın aldığı villanın eski sahibi ve aynı zamanda komşusu olan Osman Şahin’e önemli ölçüde rant sağladığını söyledi. Vural, Şahin’in Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün karşısındaki 39,3 dönümlük arazisinin imar işlerini Gökçek’in hallederek yaklaşık 250 milyon dolar kıyak da bulunduğunu savundu. Gökçek’in villayı satın almasının hemen ardından, ABB Meclisi’nin Şahin’in imar değişikliği talebini kabul ettiğini belirtti. Vural, Gökçek’in "komşu kıyağı"nın imar sürecini ise belgeleriyle bir bir açıkladı.

Aslında bu süreci de üstü kapalı olarak 2007 yılının Temmuz ayında köşeme taşımıştım. O tarihte, özetle ne yazdığıma gelirsek.

DAHA ÖNCE SORMUŞTUM: "OKULU YIKIP, İŞ MERKEZİ YAPARLAR MI?"

Yaklaşık 22 yıldır faaliyette olan bir ilkokuldan ve başına gelmesi muhtemel beladan bahsedeceğim. Burası öyle bir okul ki, Ankara’nın eğitimde en başarılılarından ve öğrencileri her yıl değişik yarışma ve sınavlarda dereceler, birincilikler alıyor. Evet, bahsettiğim okul, Çankaya Oyak Sitesi girişinde, 29 Ekim 1985 yılında faaliyete geçen Muazzez Karaçay İlkokulu.

Karaçay Ailesi, 1984 yılında Ankara Valiliği’ne başvurarak, anneleri Muazzez Karaçay adına bir ilkokul yaptırmak için arazi tahsis edilmesini istiyor. Valilik de, okulun şu an faaliyette olduğu Çankaya’daki yerini tahsis ediyor. Aile hiçbir masraftan kaçınmayarak bu okulu inşa ediyor ve Milli Eğitim Bakanlığı’na teslim ediyor.

Ancak gel gör ki, aradan 22 yıl geçtikten sonra, yani şimdilerde okulun arazisinin iş merkezi olmak üzere Milli Eğitim Bakanlığı tarafından satılacağı haberleri geliyor. Bunun üzerine Karaçay Ailesi, Bakan’a başvurarak, böyle bir duyum aldıklarını ve işin aslının ne olduğunu soruyorlar. Bakan ise "Bu yönde çalışmaları olduğunu, durumun araştırıldığını" söylüyor. Aile okulun inşaatını yapıp hibe eden kişi olarak rızaları olmadığını söylese de, tatmin edici bir cevap alamıyor.

Görüldüğü üzere Bakan halen araştırırken, Vural rant iddiasıyla ortaya çıkıyor. Kısacası iddialar birbirini takip ederken villa işgale devam ediyor, okul ranta kurban gidiyor, komşu ihya ediliyor.

BÜYÜK ŞEFLER DEĞİL DAVETLİLER ÇILDIRMIŞ OLMALI

Bir yandan seçim yarışı olanca hızıyla devam ederken, diğer yandan da Ankara sosyal yaşamında güzel etkinlikler gerçekleşiyor. Bu aktivitelerden biri de Türkiye İsrafı Önleme Vakfı’nın girişimci ruhlu 40 kadın yararına düzenlediği kahvaltılı toplantıydı. Big Chefs Cafe’de düzenlenen etkinliğe, AKP Genel Başkan Yardımcısı Abdülkadir Aksu, Ankara Valisi Kemal Önal, Akfen Holding ve TAV Yönetim Kurulu Başkanı Hamdi Akın ile TİSVA Başkanı Aziz Akgül gibi birçok önemli isim katıldı. Aksu ve Akın’ın diğer konuklardan farkı ise mutfağa girip, başta eşleri olmak üzere tüm hanımlara kahvaltı hazırlamak oldu.

Doğrusu aşçı kıyafetlerine ve temizliklerine söylenecek laf yoktu. Ancak mönüleri biraz zayıftı. Sucuklu yumurtanın bile dibini tutturmak her babayiğidin harcı değildi. "Yumurtayı en son ne zaman pişirdin?" diye sorsanız sanıyorum, her ikisi de hatırlamaz. Mutfağa yıllar sonra tekrar girmeleri bize kısmet olmuş. Neyse ki, işletmenin deneyimli personeli, patronları Gamze Cizreli’nin direktifiyle duruma el koydu da, hayal ettiğimiz kahvaltıya kavuştuk. Şaka bir yana, kadınlar için kollarını sıvayan tüm ünlüler gerçekten güzel bir davranış gösterdi de, en az 40 girişimci hanıma sermaye olacak para toplandı.
Yazının Devamını Oku