Ajda Pekkan’ın elde kalan çarşafları ve çakma Harajuku Kızları

ODTÜ İşletme Fakültesi’nde girişimcilik dersleri veren Gamze Cizreli’yi, daha doğrusu her hafta öğrencilerin karşısına çıkardığı ünlüleri dikkatlice dinliyorum.

Ülkemizde başarıdan başarıya koşan Ali Koç, Abdülkadir Konukoğlu, Erman Ilıcak, Hamdi Akın gibi konukların yaşam hikayelerine göz gezdiriyorum. Samimi bir havada geçen konuşmalarını da ODTÜ’lü öğrenciler gibi izliyorum.

Son olarak geçen Pazartesi günü derse katılan bir konuk ise herkes gibi benim de ilgimi çekti. O güne kadar başarı öyküleriyle öğrencilerin karşısına çıkan konuşmacıların aksine, nasıl başaramadığını anlatıyordu. Üstelik, ters köşeye yatışın hikayesini tüm açıklığıyla gözler önüne seriyordu.

"Türkiye’yi bir kumarhane gibi görün. Bu kumarhanenin bazı odalarında Rus ruleti oynanır. Bu oyunda koyduğunuz kadar kaybeder, ya da kazanırsınız. Ancak başarısızlık size sadece para kaybettirmez. Huzur, şeref, hürriyet, devlet, vatan ve ailenizi de kaybedebilirsiniz" diyerek söze başlayan isim Halil Bezmen’di.

Hatırlarsanız, ülkemizin en köklü sanayicilerinden Bezmen’lerin dördüncü kuşak ismiydi. Mensucat Tekstil başta olmak üzere birçok dev şirketi batırmış, adı İSKİ’de klor yolsuzluğuna karışmış, vergi ile tarihi eser kaçakçılığından yargılanmış ve uzun yıllar kaldığı ABD’den kırmızı bültenle geri istenmişti.

Şimdi oynadığı kumarı kaybetmenin ve geçmişteki çalkantılı yaşamını geride bırakmanın verdiği dinginlikle mükemmel bir özeleştiri yapıyordu. Yaparken de akıllarda soru işareti bırakacak hiçbir boşluk bırakmıyordu. Eleştirilerinde sistem kadar kendisine de acımasız davranıyordu. Zaten sonuncusu raflarla yeni buluşan iki kitabında da her şeyi tüm çıplaklığıyla anlatıyordu. Neyse, Halil Bey ile bu ODTÜ çıkarmasından kısa süre sonra bir dost meclisinden yan yana gelme ve sohbet etme imkanı buldum. Görmüş geçirmiş tavırları, kültürel birikimi ve rahat konuşmalarıyla birçok ilginç konu daha anlattı.

ÇÖKÜŞ VE İTİBAR KAYBI 12 EYLÜL’LE BAŞLADI

Ailesinin kökleri 1595 yılında İspanya’dan Türkiye’ye göç eden Yahudilere uzanıyormuş. 1666 yılında tüm ailenin Müslüman olmasına rağmen bugün bile bazı insanların bu değişime inanmamasına içerliyormuş. Büyüklerinin 1929 yılında ilk fabrikalarını kurduklarını, kendisinin de 1965 yılında işe başladığını bir çırpıda anlatıyordu. Çöküş sürecini de 1980 yılına dayandırıyordu.

"Ben dördüncü kuşaktım. 12 Eylül’e yakalandık. Edirne’de kurduğumuz fabrikada 5 bin kişi çalışıyordu ve o dönemde Bulgaristan’dan terörist getiriyoruz diye hepimizi içeri attılar. İtibarımızı kaybettik. Eğer ticarette itibarı kaybederseniz bitersiniz"

Sonraki yılları, özel yaşamındaki çalkantıları ise sohbet arasına sıkıştırmaktan geri kalmıyordu. İçlerinden en ilginci ise Ajda Pekkan yüzünden başlarına gelen ticari hezimetti. Fabrikalarının ürünü Lale Çarşafları’nın reklamında Süperstarı oynatmışlar ama etkili olamayınca binlerce çarşaf ellerinde kalmıştı. Sonunda ürünü kilo hesabı elden çıkarırken de zararın neresinden dönerse kardır mantığını yürütmüşlerdi. Anlayacağınız Pekkan’ın plakları ve kasetleri milyon satarken, çarşafları tam aksine raflarda kalmıştı.

BEN YAZMAKTAN YORULDUM ONLAR KOŞMAKTAN YORULMADI

1974 yılında Kıbrıs gazilerini ziyaret ettikten sonra devlet hastanelerine yardım maksadıyla biraraya gelen ev hanımlarının kurduğu HASVAK’ın hiçbir etkinliğini kaçırmamaya çalışırım. Zira bilirim, ki açık adı Türkiye Devlet Hastaneleri ve Hastalara Yardım Vakfı olan bu kuruluş, ülkemize çok şeyler kazandırdı ve halen de kazandırmaya devam ediyor. İnanın yaklaşık 30 yıldır bu vakfın çalışmalarını yazmaktan yoruldum ama başta başkan Engin Öztürk olmak üzere vakıf üyeleri yardım için koşuşturmaktan yorulmadı. Beş kuruş para almadan çalışan gönüllüler sayesinde ülkemizin dört bir tarafındaki devlet hastanelerine yüzlerce cihaz kazandıran, tesisler yapıp devletin hizmetine sunan vakıf gerçekten büyük işler başarıyor. Bu nedenle de vakfın kutsal çabalarını sonuna kadar desteklerim.

Tanımayanların mutlaka tanımasını istediğim başkanları Engin Öztürk ise bende büyük saygı uyandırır. Ufak-tefek, hoş makyajlı, 40’lı yılların film starlarını anımsatan bu karizmatik hanım, neredeyse tüm vücudunu saran kanser belasına aldırmadan gece gündüz çalışır. Daha doğrusu kemoterapiden arda kalan tüm zamanını insanlara sağlık sunmak için harcar.

HASVAK, son etkinliğini ise Sheraton Otel’de gerçekleştirdi. O gece sağlığa emek verenlere ödül dağıttı. Daha da önemlisi ikinci kuşak gönüllülerini davetlilere tanıştırdı. O gece, faaliyete yeni geçen "Gençlik Kolu"nu oluşturan 31 genç de arı gibi çalıştı. Üstelik ebeveynlerinin bir geleneğini de sürdürerek. Tıpkı büyükleri gibi hiçbiri masada oturmadı, yemeğe kaşık sallamadı. Hatta tören sonrası para almadan sahneye çıkan Faik Öztürk- Safiye Soyman çiftinin yarattığı eğlence ortamına kendini kaptırmadı.

UNICEF LOGOSUNA ÇATAL BIÇAK GİRDİ VE!..

Hazır söz yardım kuruluşlarından açılmışken, UNICEF’in son kampanyasından ve bu etkinliğe katılan kuruluşlardan bahsedeyim. UNICEF Türkiye Milli Komitesi’nin artık gelenekselleşen projesi UNIŞEF Anneler Günü’nde yine çocukların yüzü gülecek. UNIŞEF’e katılan otel ve restoranlar anneler gününde elde ettikleri gelirin bir kısmını bağışlayarak projeye destek verecekler. Projeden saglanacak gelir, UNICEF’in ’5 yaşında anaokuluna’ eğitim projesi kapsamında inşaatı tamamlanmış devlet anaokullarının donatılması için kullanılacak.

UNIŞEF’ fikri ilk olarak Londra’nın ünlü şeflerinden Philip Howard tarafından ortaya atıldı ve proje bu ülkede büyük yankı buldu. Projenin ilginçbir logosu da var; UNICEF’in tanıdığımız anne ve çocuk sembolüne yemeği simgeleyen çatal bıçak sembolleri de eklenmiş. Ben ve birçok tanıdığım insan, bu özel günde UNIŞEF amblemini vitrinine asan mekanları tercih edeceğiz.

BİZİM ÇAKMA SHİBUYA CADILARI VE HARAJUKU KIZLARI

Son günlerde, gençlerin yoğun olarak gittiği Bestekar, Filistin , Arjantin gibi caddeler ile Panora, Cepa gibi alışveriş merkezlerine göz gezdiriyorum. Dünyayı saran bir yaşam tarzının ve moda çılgınlığının yavaş yavaş bizim gençlere de bulaştığını gözlüyorum. Hatta arkadaşlarımla beraber bu akıma bir isim bile taktık. "Estetiksizlikten doğan estetik"

İşte bu ’kitsch’ akım, modada süregelen şıklığa, simetriye ve hatta sınıfsal faktörlere bir başkaldırı niteliği taşıyor. İnanın aralarından bazıları tuhaf, gülünç, insanı rahatsız edecek kadar sakil giyinebiliyorlar. Birbiriyle alakasız görünümleri, saçma aksesuarları ve kaba figürleri büyük bir ustalıkla bir araya getiriyorlar. Öyle ki, bazıları ’Buraların radikali benim’ diyecek ölçüde ileri gitmiş durumda. Benim gibi bu modada herhangi bir anlam aramaya çalışanlar işin içinden bir türlü çıkamıyor. Ancak bu estetiksizliğin kendi içinde bir bütünlüğü olduğunu da içten içe kabul etmek lazım.

Aslında bu tarzın ilk çıktığı yeri ve günleri iyi hatırlıyorum. Bundan birkaç yıl önce Japonya’nın başkenti Tokyo’nun ’Harajuku’ bölgesinden yükselen bir moda akımıydı. Kısa zamanda dünya gençliğini de etkisi altına almıştı. Shibuya semtinden yayılan bu tarz, zaman içinde alternatif moda akımlarına yön vermekle kalmayıp ünlü yıldızlar tarafından da itibar görmüştü.

Ünlü şarkıcı Stefani, albümdeki ’Harajuku Girls’ şarkısında, ’Harajuku Girls, you’ve got some wicked style (Harajukulu kızlar, emin olun aşağılık bir tarzınız var) derken, aslında ne kadar muzip ve usta bir zekáları olduğunun altını çizmişti. Hatırlıyorum, televizyon programlarında bu kızlarla boy göstermişti. Shibuya Caddesi’ni karış karış gezmiştim. İlk hatırladığım birbiri ardına Japon tasarımcıların mağazalarıyla dolu olmasıydı. Ama Harajukulu gençler, haute couture’den çok street couture’a yakındılar. Kısacası alternatiflerini yine kendileri yaratmışlardı

VICTORIA DÖNEMİNDEKİ PORSELEN BEBEKLERE BENZİYORLAR

Allahtan bize halen gelmeyen bir tarzları da vardı. Harajuku’nun kızları, Victoria dönemindeki porselen bebeklere benzemek için elinden geleni yapıyordu. Yüzlerini bembeyaz fondötenlerle boyayarak, beyaz, siyah ya da dantelli romantik giysilerle boy gösteriyorlardı. İçlerinde Harry Potter’ı referans alarak bebek yüzlü birer cadı gibi giyinenler de vardı.

Bir de kızlar arasında yayılan bir giyim modası da uyumsuz renklerde ve şekillerde kıyafet giyip, şapkalar takmaktı. Genç Japon erkekleri ise saçlarını sarı ve kızıla boyatmaktan, asker kıyafetleri giymekten çok hoşlanıyordu. Tabi, kulakta küpeler, belde zincirler vazgeçilmez aksesuarları oluyordu. Ayrıca uzun saçını sarı ve kızıla boyatmak takım elbiseli çalışan Japon erkeklerinde sık gördüğüm bir olaydı.

Şimdi bizde de bu garip giyim tarzını görmeye başlayınca, çekik gözlüler diyarı bir anda aklıma geldi. Bu arada unutmadan aktarayım, Kurtlar Vadisi ile gelen moda da hızını kesmeden yola devam ediyor. Gömlek yakası bağra kadar açık ağır abi takım elbisesi içindeki erkeklerin kirli sakallarından da destek alarak sert bakış fırlatması beni bir hayli güldürüyor. Bakıyorum eğlence mekanında herkes gülüp eğleniyor, ancak bu tür kılığa bürünen gencimiz sanki savaşa gelmişçesine asabi görünüyor. Ya kız versiyonlarına ne demeli? Yaşının çok üzerinde stile sahip kıyafetleriyle, annesinin dolabını boşaltmış gibiler.
Yazarın Tüm Yazıları