Vegas’la başlayan hayal dünyası sahillerin çehresini değiştiriyor

2008 yılı son çeyreği itibarıyla küresel kriz karşısında en az kaygı taşıyan sektörlerden biri turizmdi.

Bütün sektörler 2009 yılı için ciddi oranlarda küçülme hesaplarıyla planlama yaparken, birçok turizmci Başbakan gibi düşünüp, krizin kendilerini teğet geçeceğini söylüyordu. Ancak sezonun açıldığı ilk aylarda oluşan rakamlar, bu olumlu beklentiyi silip süpürdü. Diğer bir deyişle turizmcilerin krize karşı efelenmesi boş çıktı. Zira ilk verilere göre sektör yüzde 14’lük bir küçülmenin pençesine düştü. Bütçeler kısıldı, kış aylarında askıya alınıp sezonda çalıştırılan personel geri çağrılmadı, konaklama ücretleri projeksiyonun altında kaldı. Gördüğüm kadarıyla da önümüzdeki aylarda bu sıkıntılı durum devam edecek. Ancak turizmciler yinede gelecekten umutlu. Hedefleri ise 2008 yılı rakamlarını yakalamak.

Hal böyle olunca da geçen hafta soluğu Antalya’da aldım. Sezonun nabzını tutmak için Kundu’dan Belek’e, Tekirova’dan Manavgat’a kadar tatil yörelerini gezdim. Bu arada bırakın Türkiye’yi, dünyanın sayılı tesislerinden Mardan Palace’ı inceledim. Amacım ise bu görkemli otel başta olmak üzere Türkiye’de temalı otel trendini başlatan Hasan Sökmen’in yaşama geçirdiği diğer tesisleri yakından tanımaktı.

Geçenlerde uzun uzadıya sohbet ettiğim Sökmen, ülkemizdeki mimari anlayışa yeni ufuklar açan, Ankaralı bir mimar. Kumarhaneler cenneti Las Vegas’tan etkilenerek başladığı temalı otellerinde şimdiye kadar Topkapı Sarayı, Concorde uçağı, Titanik gemisi ve İstanbul silueti gibi pek çok temayı otele dönüştürdü. Ayrıca yurtdışında da pek çok projeye imza attı ve Gürcistan’da yapımı devam eden otelde, dünyanın yedi harikasından biri olan İskenderiye Feneri’ni tema olarak seçti. Ankara’daki adeta kütüphane sayılabilecek ofisinde harikalar yaratan Sökmen’in hayalindeki proje, yapılması planlanan 3. Boğaz Köprüsü’nün altına beş yıldızlı bir otel yapmak. Oldukça eğlenceli bir karaktere sahip olan Hasan Sökmen’i daha iyi tanımak için de, ofisinde uzun uzadıya konuştuk. Alem bir adam olduğunu anlamakta da gecikmedim. Zira çalışma masasının hemen ardında duran alem koleksiyonu bile sözlerini, huyunu ve yaptıklarını tescil eder gibiydi.

LAS VEGAS’A GİTTİ UFKU DEĞİŞTİ

İlk etapta temalı otel fikrinin nasıl ortaya çıktığını sordum. Tek cümleyle "Yıllar önce Las Vegas’a yaptığım seyahat " dedi. Biliyorsunuz bu şehir çöl ortasında yokluktan var edilmiş bir yerleşim birimi. 1940’larda Las Vegas’ta Nevada Çölü’nde baraj yapılıyor. Barajda çalışan çok sayıda Amerikalı var ve çölün ortasında çalışmak çok zor. Amerikalılar da eğlencelerine çok düşkün insanlar. Bu barajda çalışan insanların eğlenmesi için o dönemde oraya bir bar yapılıyor. Daha sonra yeni eğlence yerleri, restoranlar ve marketler derken Las Vegas ortaya çıkıyor. Baraj bittikten sonra da bu yapılan barlar hizmet vermeye devam ediyor. Ayrıca "Nasıl olsa çöl, kimse gitmez" diye kumarhane yapılması için de gerekli izinler veriliyor. Zamanla Las Vegas kumarhane merkezi oluyor. Çevresinde de zengin kentler olunca, Vegas büyüyor ve paranın oluk oluk aktığı bir yere dönüşüyor.

Bu arada Vegas’da örnek alınacak hiçbir yapı yok. Mimarın biri çıkıyor ve "Benim otelim örnek alınsın" diyerek bir otel yapıyor. Yunan, İtalyan, Mısır mimarisinin özelliklerini yansıtan oteller birbiri ardına inşa edilmeye başlıyor. Sonuçta bu mimari tarz, akıma dönüşüyor ve kolları sıvayan her mimar bir öncekini geçmek için yeni bir tasarım gerçekleştiriyor. Hatırlatmakta fayda var, yapılan ilk otel de Las Vegas’ın ana caddesine adını veren Flamingo Otel...

TOPKAPI’YLA DOĞDU MARDAN’LA ZİRVEYE OTURDU

Las Vegas’a gerçekleştirdiği seyahatten dönen Hasan Sökmen, o sıralar yeni bir otel projesi isteyen MNG Holding’in sahibi Mehmet Nazif Günal’a öneri götürmüş. "Gelin Las Vegas’taki gibi temalı bir otel yapalım" demiş. Yatırımcı da bu teklife sıcak bakınca, Antalya Lara’nın ilk temalı oteli Topkapı Palace doğmuş. Onu, uçağa benzeyen Concorde Otel, gemiye benzeyen Titanic Otel ve eski Yunan tapınağına benzeyen Kaya Artemis takip etmiş. Son olarak da simgelerle İstanbul’u yansıttığı Mardan Palace’ı tamamlamış.

Geçen haftaki gidişimde gezme fırsatı yakaladığım Mardan’ın lobisi tamamen altın varak kaplı ve el işçiliği ürünü. Otel bir bakıma küçük İstanbul gibi projelendirilmiş. Avrupa’nın en büyük havuzuna sahip ve ortasında Kız Kulesi bulunuyor. Kulenin altında dört devasa akvaryum var. Bu akvaryumlarda Kızıldeniz, Akdeniz, Pasifik ve Karaip denizlerinde yaşayan orijinal balıklar bulunuyor. Tesis tam 700 Milyon Dolara mal olmuş. 500 odalı otelde odaların yüzde 70’i süitlerden oluşuyor. Dolmabahçe örnek alınarak yapılan ana binanın en üst katında 2.500 metrekarelik kral daireleri bulunuyor. Havuzun Avrupa yakasını temsil eden kıyısındaki binalar, Ortaköy ve Arnavutköy, Asya yakasındaki binalar da Kuleli Askeri Lisesi ve klasik Türk evlerinin mimari özelliklerini taşıyor.

Hasan Sökmen, Mardan’ı yaratırken birtakım fiziki şartları da göz önüne almış. Onu da şöyle izah ediyor. "Otelin yapıldığı alan uzun bir alandı. Oteli "U" şeklinde yaptım ve ortasına da büyük bir havuz koydum. Madem büyük bir havuz olacak bir tarafı Anadolu yakası olsun, diğer tarafı da Avrupa yakası, ikisini Dolmabahçe’de birleştirelim diye düşündüm. Patrona fikrimi söyledim, kabul etti. Mardan Palace projesi böylelikle gerçekleşti ve üç yılda tamamlandı. İnanın en uzun sürede gerçekleştirdiğim iş oldu. Zira Telman İsmailov, gerçekten temanın hakkını veren bir yatırımcıydı. Otelin bir restoranı bile 12 milyon dolara mal oldu. Bu rakama Antalya’da 4 yıldızlı otel yapılabilir".

Ve geliyoruz ünlü mimarın en büyük hayaline. Gözünü 3. boğaz köprüsüne dikmiş. Asya ile Avrupa’yı bağlayan köprünün altına bir kat otel yapmak istiyor. Böyle bir otelin dünyada olmadığını belirtirken de projenin detaylarını veriyor. "Köprünün iki tarafından da otelin girişi ve lobisi olacak. Ortalara doğru ise boğazın tüm güzelliğini gözler önüne serecek restoranlar yer alacak. İnanın böyle bir oteli köprünün altına ilave etmek çok kolay."

Bakalım ünlü mimar hayaline kavuşabilecek mi?

MEDENİYETLERİN KESİŞME NOKTASINDAKİ TURİZM CENNETİ

Konuya Antalya ile başlamışken bu turizm cennetiyle ilgili ufak tefek birkaç bilgi daha aktarayım. Coğrafi sınırları içinde yaklaşık 220 bin yıllık bir geçmişe uzanan tarihi barındıran Antalya, "Side’ye inat kurulmuş" diyebileceğimiz bir kent olarak karşımıza çıkıyor. Bergama Kralı II. Attolos, bölgenin yarısına sahip olduğu halde Side’yi alamamasından üzgün, yeni bir liman şehrine ihtiyaç duyuyor ve kendi adıyla anılan Attaleia’yı, yani Antalya’yı kuruyor. Bergama Kralı Attolos’un yarattığı kent, bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli tarih, turizm ve ekonomi merkezlerinden biri olarak öne çıkıyor.

Antalya’yı anlatmaya Manavgat, Side, Serik ve Belek’in öncülük yaptığı, eski adı Pamfilya olan bölgeden başlayayım. Bir tarafta etrafı tabiat harikalarıyla bezenmiş Manavgat Çayı, diğer tarafta da asırları geride bırakarak günümüze kadar ulaşmış Side Antik kenti. Tüm bunlara ilaveten de, modern konaklama tesisleri ve görkemli plajlarla dünyaya açılmış turizm vahası.

Medeniyetlerin kesişme noktası Manavgat ve Side’de tek bir kentin iki ayrı yakası gibi, yerleşimler iç içe geçse de, rafting, jeep safari gibi outdoor olanakları sunan doğa, halen saflığını koruyor. Manavgat Şelalesi’nin muhteşem görüntüsü, yeşilin her tonunu taşıyan bitki örtüsüyle bütünleşirken, onlarca çeşit kuşa ev sahipliği yapıyor.

Bölgenin bir diğer önemli yerleşimi de Türk Riviera’sı olarak tanımlanan Belek Turizm Merkezi. Uluslararası standartlara uygun golf sahaları, beş yıldızlı otel ve tatil köyleriyle ülkemizin önde gelen turistik duraklarından biri. Tesislerin hemen ardında oluşan ikinci kuşak yapılaşma ise ülke ekonomisine döviz kazandıran ticaret merkezlerinin yuvası.

Turumuza, güneybatıya yönelerek devam edersek, yeşil bitki örtüsüyle bezenmiş dağlarla, masmavi sulara doğru uzanmış kumsalların birleştiği noktada yer alan Kemer’le başlayabiliriz. Muhteşem plajları, görkemli limanı, sorunsuz altyapısı, palmiye ağaçlarıyla süslenmiş yolları ve 85 bin yatak kapasitesini geçmiş modern konaklama tesisleriyle önemli bir ilçe. Likya kenti olarak tarihteki yolculuğuna başlayan Kemer, daha sonra da birçok uyarlığa ev sahipliği yapmış ve bugünlere kadar antik değerlerini taşımış. Söğüt Cuması, Altınyaka Dere Köyü gibi yüksek yerlere düzenlenen jeep safari turları, Beldibi Mağarası gibi doğal yerlerde sağlanan trekking ve mağaracılık imkanı, Kemer’e gelenlere bol alternatifli turizm olanağı sunuyor.

Küçük bir balıkçı kasabası görünümündeki Kalkan ile 20 kilometre uzağındaki Kaş ise Kemer’in az ötesinde, görülmeye değer yerlerin başında geliyor. Eski adı Kalamaki olan Kalkan’ın kısa bir süre öncesine kadar nüfus ağırlığını Rumlar oluşturuyordu. Hatta kent merkezindeki Kocakaya Camisi de eski bir Rum kilisesiydi. Ancak, değişimlerin yaşandığı günümüz şartlarında Rumlar azalsa da, onların ve daha önceki uygarlıkların kültürel kalıntıları fazla bir erozyona uğramadan bugünlere gelmiş.

650 kilometrelik sahil şeridine sahip Antalya’da doğanın cömertliği ne kadar etkilediyse, turizmcilerin paçalarının tutuşmuş olduğunu görmek de o derece üzdü. İnşaallah bu bacasız fabrikalarda kriz yangını dahada büyümeden söner de, Türk turizmi hak ettiği başarıyı yakalar. Söz yangından açılmışken Ankara’da fıkralara malzeme olabilecek bir gözlemimi de aktarayım.

55 YILLIK MAHKUMUN YANGINA DEĞİL, TURİZME KATKISI OLUR

Geçenlerde yolum Ankara Kalesi’ne düştü. Daracık sokakların arasından yemek yiyeceğimiz mekana ulaşırken de üç itfaiye eriyle burun burana geldim. Meğer tarihi kaleyi kollamak için Altındağ Belediyesi’nce oluşturulan itfaiye grubunun mensuplarıymış. Bir diğer deyişle "Hisar Müfrezesi"nin erleriymiş. Dört kişiden oluşan müfrezeye ait elemanların hepsinin evi sur içinde yer alırken, iki araçla yangınlara müdahale ediyorlarmış.

İşte, öğrendiğim trajikomik hikaye de bu iki araç sayesinde ortaya çıktı. Araçlardan yeni olanı, sur içindeki daracık yollara uygun büyüklükte ve işlevdeymiş. Diğeri ise sadece 50 metrelik kısa bir yol içinmiş ki, o da zorunlu hallerde.

1954 yılında alınan Mercedes marka bu itfaiye aracı, kale içini yangınlardan korumak için kullanılan kovaların ıskartaya çıkmasını sağlamış. Ancak, gel gör ki, yan tarafları sökülen ve kaldıraçlar yardımıyla sur eşiklerinden geçirilerek içeriye sokulan aracı, bir daha dışarı çıkarmak mümkün olmamış. Muhafaza edildiği garajın önündeki 50 metrelik yolda bir gitmiş, bir gelmiş. Dolayısıyla da Ankara Kalesi’nin büyük kısmındaki yangınlara hep uzaktan bakakalmış. Ayrıca o 50 metrelik yol için bile gidişi kolay, dönüşü çok zor olmuş. Sokak dar olduğu için gidişler bina duvarlarını sıyırarak, dönüşlerse çarparak gerçekleşmiş. Sonuçta da 40 metrelik hortumu nereye kadar yetiyorsa, oraya kadar müdahalede bulunmuş.

Yanımdaki arkadaşlarla bu aracın bulunduğu yere gittik. Neredeyse 55 yaşında olmasına rağmen ilk günkü gibi gıcır gıcırdı. Üstelik lastikleri bile ilk geldiği günkü orijinal haliyleydi. Hisar Müfrezesi’nin envanterinde göründüğü için, o halen yangınların korkulu rüyası, itfaiye aracı olarak tanımlanıyordu, ama gerçekte müzelikti. Sahi, kolleksiyonerler için değerli bir parça olan bu araç, kaleyi gezen turistlere seyirlik hizmet veremez mi? Bence yangına değil, ama turizme büyük katkısı olur.
Yazarın Tüm Yazıları