Tarihi figürler sayesinde 90 yıllık mönüye kavuşmak
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Öncelİkle, aktaracaklarımı daha iyi anlamanız için sizleri tarihi bir yolculuğa çıkartmalıyım. 1900’lü yılların başıdır... Geçen yüzyıla damgasını vuran en büyük toplumsal olaylardan biri olan Rusya’daki “Kızıl Devrim” henüz gerçekleşmiştir.
Devrim, halkın büyük kısmının desteğini görmüştür, görmesine ancak herkes aynı duygular içinde değildir. Bazıları, Bolşeviklerin yaptıklarından hoşlanmamış, karşılaşacakları baskıdan kurtulmak için çareyi Rusya dışına kaçmakta bulmuştur. İyi bilinen bir gerçektir ki bu kaçanlardan bazıları rotayı İstanbul’a çevirmiştir. Tabii kaçanların büyük çoğunluğu Kızıl Ordu’ya karşı çıkan, Çar’ın Beyaz Ordusu’nda subay olarak yer alanlardır. İşte o çalkantılı dönemde yolu İstanbul’a düşenlerden biri de Serj Homyakof’tur. Çar’ın ordusunda üsteğmen olarak görev yapan Homyakof, ilk iş olarak da, İstinye’deki gemilerde çımacı olarak çalışmaya başlar.
İSMİNİ ATATÜRK VERDİ
Ardından da kendisi gibi Rusya’dan kaçan bir başka Beyaz Rus’un, yani Bay Karpiç’in Ankara’daki “Karpiç” isimli meşhur lokantasında soluğu alır. Malumunuz Karpiç Restoran, o dönemde, Ankara’nın en popüler mekanlarından biriydi. En ünlü müdavimi ise hiç kuşkusuz Atatürk’tü. Neyse biz Homyakof’a dönelim, 1920 yılından itibaren, adı Karpiç olan bu lokantada işe garsonlukla başlayıp, şefliğe kadar yükselir. Ulu önderin, bu genç Beyaz Rus’u fark etmesi ise fazla uzun sürmez. Bir gün, kendisine servis yapan bu çalışkan adama kim olduğunu sorar. Aldığı yanıtta Beyaz Rus kökenli Serj olduğunu öğrenince de gencin sözünü kesip, “Bundan sonra senin adın Süreyya olsun” der. Böylece Çar’ın ordusundaki üsteğmen Serj Homyakof, Süreyya Homyakof olarak hayatının geri kalan kısmını Türkiye’de geçirir.
ERKEĞE KRAVAT KADINA GECE ELBİSESİ ŞARTI
Süreyya Bey, Atatürk öldükten sonra da Karpiç’te çalışmaya devam eder. Ancak 1942 yılında, Başkentin ünlü kuyumcularından Zeynel Kent, aklını çeler ve Ankara’nın o dönem en lüks semtlerinden biri olan Kızılay’da, meşhur Soysal Han’ın alt katında “Süreyya Gazinosu”nu açar. O sıralar Süreyya Homyakof’la birlikte Karpiç Lokantası’nda çalışan iki de Türk garson vardır. Bunlar Bektaş ve Cevdet isminde Karadenizli iki kardeştir ki, Homyakof’la birlikte Süreyya Gazinosu’na transfer olurlar. Çok kısa bir sürede, Süreyya Ankara’daki üst düzey çevrelerin en gözde mekanı olur. Hatta devletin önemli yemekleri ve davetleri bile burada verilir. Öylesine nezih bir mekan haline dönüşür ki, erkekler koyu renk kıyafet ve kravatsız, hanımlar ise gece elbisesi olmadan işletmeden içeriye adım atamaz.
SOYSAL HAN YIKILDI TASI TARAĞI TOPLAYIP İSTANBUL’A GİTTİ
Tam 20 yıl boyunca işler mükemmel bir şekilde devam eder. Ama 1963 yılında Soysal Han yıkılıp, bugün halen faal olan Soysal Pasajı’nın inşaatı başlarken Süreyya Gazinosu’nun da sonu gelir. Zaten çok yaşlanmış ve üstüne üstlük bir de felç geçirmiş olan Süreyya Homyakof, Ankara’ya gelişinden tam 40 yıl sonra tası tarağı toplayıp İstanbul’a geri döner. Büyük bir tesadüf eseri, Tekfen Holding, Bebek’te bir bina satın alır ve bunun üst katını lokanta yapmak ister. Teklif hemen Süreyya Bey’e gider ve yaşlı adam bu teklifi geri çeviremez. Böylece Bebek Süreyya da artık İstanbul sosyetesine hizmet vermeye başlar. O sıralar Ankara’da ise tam bir kaos yaşanmaktadır. Yıkılan Süreyya’nın emektar tüm çalışanları şaşkınlık içindedir. İşte o esnada Bektaş ve Cevdet kardeşler aynı isimle Akay Caddesi’nde Yeni Süreyya Gazinosu’nu açarlar. Zaten Ankara’yla bağlantısını koparmamış olan Süreyya Bey, “Bu gazinoya benim adımı vereceksin. Böylece Süreyya adı da yaşamış olacak” diyerek onları destekler.
SERS’İN MİRASI DAYISI DA ÖLÜNCE ONA KALDI
Yeni Süreyya Gazinosu, 1966 yılında hizmete açılır. Süreyya Homyakof da, Ankara’ya her gelişinde buraya uğrar ve hatta eski alışkanlıkla, adeta bir metr d’otel gibi çalışır. Üstelik bundan da büyük keyif aldığı her halinden bellidir. Süreyya’nın halen hayatta olan son patronu Ruhi Güzey ise 1949’da geldiği, Ankara’da ortaokulu bitirdikten sonra komi olarak Ankara Palas’ta çalışmaya başlar. 1956 yılında, otelcilik okulunu bitirir. Hatta Amerika’da burs kazanır ama ailesini geçindirmek zorunda olduğundan gidemez. Süreyya Gazinosu açıldıktan sonra, metr d’otel olarak dayısı Bektaş Bey’in yanında işe başlar. Ne yazık ki, Bektaş Bey çok genç bir yaşta vefat eder ve gazinoyu da, bu konuda en güvendiği kişi olan, yeğeni Ruhi Güzey’e bırakır. O da, aldığı bu mirası gözü gibi muhafaza edip, yıllarca Ankara’nın en beğenilen eğlence mekanı olarak sürdürür. Ta ki, dört yıl önce kapısına kilit vurana dek.
MÜŞTERİLERİ ARASINDA YUL BRYNNER BİLE VARDI
Genç nesil pek bilmez ama Süreyya Gazinosu Ankara’nın en keyifli işletmelerinden biriydi. Yemekleri, nezih ortamı, sahnesini dolduran sanatçılarıyla ailelerin tercih ettiği ender mekanlardandı. Hatta ünlü müşterilerinin listesi bir hayli kabarıktı. O dönemlerin en ünlü film oyuncusu Yul Brynner gelişi günlerce gazete manşetlerinden düşmemişti. Rahmetli İsmet Paşa ise eşi Mevhibe Hanım’la birlikte gelir, yemek yer programı izlerdi. Daha da ilerisi Köşk’te düzenlenen yemekleri Süreyya Gazinosu tertip ederdi. Kıbrıslı Rum lider Makarios’a bile verilen ziyafetin mönüsü ve hazırlığı Süreyya Gazinosu tarafından yapılmıştı. Sahnesinde yer alan sanatçılar ise o günlerin, hatta şimdilerin bile dev isimleriydi. Örnek olması açısından birkaç ismi peş peşe sıralayayım. Sezen Aksu, Nükhet Duru, Müzeyyen Senar, Ziya Taşkent, Taner Şener, Kutlu Payaslı, Muazzez Ersoy... Liste böyle uzayıp gidiyor.
BOZULMAYAN KARADENİZ ŞİVESİYLE KARŞIMDAYDI
Ekonomik sebepler, eğlence anlayışındaki değişimler derken Süreyya Gazinosu faaliyetine son vermiş ve müdavimlerini çok üzmüştü. Zira pastırmalı yumurta, biberli işkembe, Ankara köftesi, özel parfe derken klasikleşmiş mönüsünü artık unutmak zorundaydık. Dahası masamızda güven içinde oturup, ailecek huzurlu bir program izleyemeyecektik. İşte bu duygular içinde dostlarım çok özel bir sürprize imza attılar. Evlilik yıldönümlerini kutlamak için Beysukent Semti’ndeki bir adrese davet ettiler. 12. Cadde No: 16 adresindeki bahçe içindeki bir villaya ulaştığım zaman ise gözlerime inanamadım. Kapısındaki tabelasında “Süreyya Restoran” yazıyor ve giriş kapısındaki görevlinin siması çok tanıdık geliyordu. Evet, hala bozulmamış o keskin Karadeniz şivesi, mavi gözleri ve elinden hiç düşmeyen kocaman purosuyla Ruhi Güzey karşımdaydı.
EKİP TARİHİN TOZLU SAYFALARINDAN FIRLAMIŞ GİBİ
Hatta vestiyer görevlisinden, salonda koşuşturan garsonlarına kadar, tüm personel de yıllara meydan okurcasına karşıma dikilip “Hoş geldiniz” diyordu. Üstelik kimini önce tanıyamamıştım. Doğrusu ak düşmüş saçlar ve yüzde oluşan derin kırışıklar tanımamı engellemişti. 30 yıl öncesi genç bir komi olarak tanıdıklarım şimdi yaşını başını almış garson olarak karşımda duruyordu. Değişmeyen tek şey vardı, o da işlerine duydukları saygı ve hatasız yürüttükleri servis anlayışı. İlk söz olarak “O pastırmalı yumurta, biberli işkembe derken sunduğunuz mönünüzü çok özledim” deyiverdim. Yeni mönüler, bu sevdiğim yemeklerin yerini aldı mı? korkusuyla masadaki yerimi alırken de nostalji dolu birkaç cümle kuruverdim. Zaman ilerledikçe baktım ki eskiye dair ne varsa hiç biri değişmemiş,.Doğal olarak dekor farklıydı ama yemekler, servis yapan elemanlar tarihi birer figür olarak benimle birlikteydi. O gece bir hesap yaptım, neredeyse 90 yıl önce hazırlanan mönüye çatal bıçak sallıyordum. Üstelik Süreyya Gazinosu’nun yarım asırlık patronuyla kadeh tokuşturup, eski günleri yad edebiliyordum.