Sporseverler, doksanlı yılların sonlarına doğru, defterlerine açtıkları yeni sayfanın tepesine Yelena İsinbeyeva yazar, yanına kocaman bir soru işareti koyarlar. Dünya ve Avrupa Gençler Şampiyonaları’nda, sırıkla yavaş yavaş yükselişini takibe aldıkları bu ismin yanına yıldız çakmaları 2004 Atina Olimpiyatlarına rastlar. 2005 yılına, ilk kez bir kadın sporcunun 5 metre atlamayı deneyeceği o güne gelindiğinde sporseverleri artık yıldız filan kesmez olur. Sonrası çorap söküğü… Olimpiyat, Dünya, Avrupa Şampiyonlukları, Avrupa Salon şampiyonlukları, rekorlar…
İsinbeyeva’nın kariyeri boyunca rekorları santim santim kırmasının altında yatan parasal nedenleri bilenler için durum can sıkıcı olsa da, İsinbeyava ile seyircisi arasında uzun yıllar bir aşk ilişkisi yaşanır.
İsinbeyeva ile sporseverlerin aşkının sırrı, sanki Lorca’nın “duende” diye tarif ettiği şeyde, bir tür kendinden geçme halindeydi. Genel olarak sporcuların kendilerine sakladıkları, yalnız kalmak istedikleri, mahrem saydıkları hazırlanma anını, rahatça dışa vurma hallerindeydi. O ana, sanki seyirciyle birlikte yaptığı bir ritüelle hazırlanmasındaydı.
Meryem Uzerli, “Hastayım, dayanamıyorum” deyip çekip gittiğinde setteki oyuncu arkadaşlarının yapımcıyla ağız birliği yaptıkları açıklamaları ne kadar tuhaftı. Efendim Almanya’ya kaçarak gitmek yerine neden Türkiye’de bir psikiyatri kliniğine gidip rapor almamıştı. E zaten Almanya’dan gönderdiği raporlar da klinik raporları değilmiş de bir pratisyen hekimdenmiş. Kliniğe yatacak kadar depresyonda olan bir insan, Bodrum’da partilerde gezebilir miymiş?
İki yüz kişinin ekmeğiyle oynuyormuş. Tamamen parasal nedenlerle gitmişmiş. Çuvalla para kazanıyormuş, ne tükenmesiymiş, profesyonellikmiş.
Söyleye söyleye bunları söylemişlerdi arkasından. Kimse de bunlara dönüp demedi ki, o pratisyen hekimler ömürlerini veriyorlar hekim olmak için, bir ömür de kazanamıyorlar sizin altı ayda kazandığınızı. Ayrıca ne meraklıymışsınız eğitime! Oyunculuk yüksek lisanslarınız hangi üniversitelerden? Depresyonda olan insan partilere akabilir sonra dört duvarın arasından günlerce çıkamayabilir, ruhunun kâhyası mısınız? Ekmekle oynamak ile ilgili fikirlerinizi yapımcılarla, kanal patronlarıyla konuşsanız, yerli diziler yersiz uzun olmaz belki!
Bizim kuşağın hararet yapma sebepleri muhteliftir. Vantilatör kayışını Kemalettin Tuğcu’nun kopardığında ısrarcı olanlar ağırlıkta olsa da, suyun kaynamasında dönemin çocuk şarkılarının payı da çok büyüktür.
Korodaki çocukların omuzlarını öne arkaya sallaya sallaya söyledikleri “Bakkal oldum dükkân açtım, dükkâna cins cins mallar seçtim, kapısına kocaman tabela da astım, beklerim her gün müşteri gelmez!” şarkısı bir kuşağın kâbusudur.
Hele “kaçırılan”, “damdan dama uçurulan” ve nihayetinde “suyuna pilav pişirilen” o “çil horoz” hala rüyalarımıza girer! Matematikle arasına mesafe koyanların baksınlar bilinçaltlarına, kesin “Say baak, saay baak, saaay bak!” komutlu şarkı çıkar.
Su kaynatmanın bir diğer müsebbibi de havuz problemidir. Önce havuzda çiş yapılırsa mavi bir kuyruğun çiş yapanın kim olduğunu ortaya çıkaracağı ile korku salınır, tatilden bu bilgiyle okula dönen çocuk bu defa da havuz problemlerine çarpar. Aksi gibi öğretmen havuzu bilmem kaç saatte doldurması gereken musluğu çizerken tırnağı kara tahtaya sürter. İşte o sesi duymuş olan kuşak iflah olmaz!
Çarşı, Önder Özen ve Bilic!
Bizim memlekette iki kelime yan yana geldi mi duracaksın: “Genç” ve “yetenek.” Genci erken yaşlandırmasını, yeteneği maraza çevirmesini en iyi biz biliriz.
E zaten kuşak çatışmasının, ana baba kaygısının çok ötesinde, içimizde bir yerlerde, gençlerle çözemediğimiz bir sıkıntımız vardır bizim. Gencini bizim kadar az seven ya da şöyle de diyebiliriz, bir vakitler genç olduğunu bizim kadar çok unutan millet yoktur. Gençler adına ve gençlerden korktuğumuz kadar hiçbir şeyden korkmayız biz. Sebepleri muhteliftir, konu o değildir.
“Nifak” sözcüğü, Türk Dil Kurumu tarafından şimdilik şu biçimde tanımlanıyor: “Geçimsizlik, anlaşmazlık, ara bozuculuk.”
Taraftarın Gezi Parkı eylemlerindeki duruşuyla, nifak sözcüğünü yan yana getirmek, agnostiklerin “kara ışık” ya da simyacıların “kara güneş” kullanımlarını bile gözyaşları içinde bırakacak bir oxymoron örneği olabilir sadece.
Futbola ait ilk anılarımın yayıncı kuruluşu habire o maçları yayınlar.
O maçlarda golleri hep Selçuk Yula atar, golün tekrarında ekrandaki “R” harfinin üstüne, hep Selçuk Yula’nın ağır çekimde dalgalanan saçları düşer.
O maçlarda Murat Ünlü “Selçuuuk! Gooool!” diye öyle bir bağırır ki, işsiz kalsa Güney Amerika radyosunda maç anlatır.
Dünya edebiyatının futbolcusu Albert Camus ise, Türkiye edebiyatının futbolcusu Ahmet Erhan’dır. Her ikisi de sanata futboldan armağandır. Her ikisi de zorunlu olarak veda eder futbola. Her ikisi de alanlarında, kuşaklarını derinden etkileyen iki isim olurlar.
Albert Camus, felsefeden de yazmaktan da daha büyük bir tutkuyla bağlıdır futbola. Cezayir Üniversitesi’nde felsefe eğitimi görürken, üniversitenin genç takımının kalecisidir. Kaleciliği biraz mecburiyettendir, kaleci ayakkabıları daha az yıprandığından Camus kendisini çizgiye koyar. Onu izleyenler tutkulu ve çok cesur bir kaleci olduğu konusunda hemfikirdirler. Ancak doktorların da hemfikir olduğu bir konu Camus’nun ciğerlerinin futbol oynamasına izin vermeyeceğidir. Tüberküloz yüzünden futbolla vedalaşır.
Ama her zaman en büyük tutkusunun “tereddütsüz futbol” olduğunu söylemiştir. İnsanların gerçekleri, felsefe ve dogmanın karışık dehlizlerindense futbolun yalınlığında bulabileceğini düşünür. Hatta şöyle der: “Ahlak ve insanın yükümlülükleri hakkında güvenebileceğim ne biliyorsam futbola borçluyum.”
Kerrat cetveli gibi cümleler vardır. Bu cümleler, savunulan fikrin doğruluğu üzerine bir ön kabul yaratmıştır. Kimi zaman iyi bir teselli olur, kimilerini tersini düşünmek kâbusundan kurtarır. Güvenle ağızdan çıkar, onay almaması, kabul görmemesi sanki imkânsız kılınmıştır. Güçlerini de buradan alırlar.
Erkek çocuk beklerken doğumhane kapısında kucağına pembe kundak tutuşturulan babalara “Erkek adamın erkek damadı olur” dedin mi iş biter mesela. Türkçesi oğlan babası olamadın idare ediverdir. “Her yaşın ayrı güzelliği var” cümlesi ya da. Belli bir yaş üstünün en çok iş yapan cümlesidir. Türkçesi, yaşlanıyoruz çaktırmadır. Ama bu klişelerin aslında ne anlama geldiklerinin bir önemi yoktur, önemli olan itiraz etmeye fırsat vermeyecek kadar ezberlenmiş/ezberletilmiş olmalarıdır.
Memleket sporunun kadim ezberi de: “Amman spora siyaset bulaşmasın”dır. Her fırsatta, ama en çok sıkıştıklarında gönül rahatlığıyla, göğüslerini gere gere kurarlar bu cümleyi. Bu cümlenin Türkçesi evvel ezel şudur: Kulüplerin kuruluş süreçleri ya da Federasyon seçimleri dâhil, sporda her tür düzenleme siyasal iktidar tarafından yapılsın, ama siyasal iktidar karşıtı herhangi bir muhalif söyleme asla izin verilmesin!