Bu, elbette bilgi kaynağının tek olmasıyla ilgili bi durum. Onu diyor zaten. Ama benim bu meselede ilgimi çeken başka. Radyoda spor yayıncılığı yapmanın doğasında yer alan inandırıcılık ve güven meselesiyle ilgileniyorum.
Meşhur bi hikâye vardır. H.G. Wells’in Marslıların dünyayı istilasını anlatan ünlü bilimkurgu romanı “Dünyalar Savaşı” 1938 yılında Orson Welles tarafından radyoya uyarlanır. Welles, radyo uyarlamasında, romanda geçen yer adlarını Amerika’daki gerçek yer adlarıyla değiştirir.
Oyun CBS spikerinin “CBS Wells’in Dünyalar Savaşı’nı sunar!” anonsuyla tanıtılır. Hava raporunun ardından bir otelden naklen dans müziği yayını yapılacağı bildirilir, dans müziği yayınlanırken yayın birden bire kesilip flaş bir haber verilir.
Bir Profesör Mars’ta bir takım gaz patlamaları görmüştür. İkinci bir flaş haber de New Jersey yakınlarına bir göktaşı düştüğü üzerinedir. Sonra New Jersey’e bir takım yaratıklar indiği, bu yaratıkların Mars’tan gelen ordunun öncüleri olduğu söylenir. Oyunda Amerika İçişleri Bakanı’nı konuşan aktör, Marslıların Amerikalıları kitle halinde öldürdüklerini, yangınların her tarafı sardığını, binaların yıkıldığını, şehirlerin boşaldığını açıklar.
Sevdiklerimden uzak kalmak gibi bi yazıya da pek itirazım olmadı. Bütün eşim dostum İstanbul’da yaşar. Kavuşması hadise, uzaklıktan nolcak. En sevdiğim yazarla tanışacak gibi oldum bi ara. İçim buz kesti. Hem çok istedim, hem hiç istemedim bi taraftan. Orda öyle uzakta iyi. Herkesten çok yakın bana. Denizsiz bir kentte yaşamaktan yana yok bi sızlanmam. Ankara’mız güzeldir. Deniz görünce gözlerim doluyor sevinçten o da bana yetiyor.
Yaz mevsimini de deniz varsa severim. Deniz kenarında değilsem eğer, yaz berbat bi şeydir benim için. Manasız bi sıcak. Uyunmaz, çalışılmaz, yediğinden içtiğinden bi şey anlamazsın. Saçma saçma işler.
ERİK BİTSİN LİG BAŞLASIN
Yazla esas derdim maç olmaması tabii karıştırmayın şimdi. O sinirle 21 Haziran’da derhal kavgaya başlarım yaz severlerle: “Alın yaz gündönümü de geldi. Yaz güzellediniz bütün kış, yarın itibariyle dik açıyla pişersiniz babetleriniz ve sandaletlerinizle” diye.
Çocukluktan. Hep çocukluktan bunlar. Çocukluğunda en çok nerede mutluysan bi şekilde orda bi yerde donduruyorsun hayatı.
Çocukluğumun yazları, adı “Fıstıklı” olan bir köyün yanı başına kurulmuş bir devlet dairesi yaz kampında geçti benim. Seksenlerin bütün yazlarını Türkiye Elektrik Kurumu’nun Fıstıklı Kampı’nda geçirdim.
Babam, memleketin termik santrallerindeki idari müdürlük görevine yaz aylarında kamp müdürü olarak devam ederdi. Normal koşullarda bir- iki haftalık devreler halinde gidilen o kampta ben bütün bir yazı geçirirdim. Arkamda deniz ve fıstık çamları.
Memur ailesi için çok mühimdir o kamplar. Bütün sene çalışır didinir tatil beklersin. Yaz gelince kamp hakkın varsa, geldiyse sıran, tamamsa evrakın aileni alır gidersin. Yemek derdi yoktur, çoluk çocuk denize girersin, akşamları kameriyede çay içersin. Eğer bizim kamp kadar güzelse gittiğin kamp; çamların altından fıstık toplarsın, adı “diskoTEK” olan açık hava diskosunda Ferdi Özbeğen şarkıları dinlersin, sonra da olimpiyatlara katılırsın.
Hikâye, sporculara ödül olarak yabani zeytin dalından taçların takıldığı, başarının büyük şairlerin şiirleriyle ödüllendirildiği, o şiirlerin o ruhlara çok iyi geldiği zamanların oyunları üzerine çok düşünen bir adamla başlar.
Modern olimpiyatların babası Pierre de Coubertin’den söz ediyorum.
Coubertin, üzerine uzun uzun düşündüğü Antik Olimpiyatları yeniden canlandırmak için yola çıkar. Yol haritasının başına “amatör ruh” ve “barış” isteğini yazar. Ülkeler arasındaki düşmanlığın sportif rekabetle azaltılabileceğine inanır. Dünya uluslarının barış ve sükûnetle katıldığı yarışmalar hayal eder.
Hayali 1896’da Atina’da hayat bulur.
O yüzden baştan hemen şimdi şurda anlaşalım, kimsenin takım sevgisine filan bi şey dediğim yok. Biliyorum herkes çok seviyor tuttuğu takımı. Ben başka şey diyorum. Başka bi şey.
Futbolda sevme biçimleri üzerine bi doktora tezi yazılsa kaynakçası, dipnotları, atıfları filan baştan aşağı Beşiktaş taraftarlarından oluşur bence.
Bi acayip sevmek onlarınki. Benim gözüm evvel ezel hep Beşiktaşlıların Beşiktaş’ı sevme biçimindedir. Hep bakarım, anlamaya çalışırım, düşünürüm üzerine. Ama birkaç muazzam örneğim var. Bu başka türlü sevmeyi anlamaya en çok yaklaştığım yerler o örnekler.
AZICIK OKŞASAM SANKİ ÇOCUKTULAR
Saydığım her bir branşta Demirspor adına resmi yarışmalara katılan büyük sporcusu. Türkiye sporunun gördüğü en büyük spor insanlarından biri.
Kim bilir kaç kuşağın Muharrem abisi.
KANALLARDAN HAVUZLARA DEV KULAÇLAR
Muharrem Gülergin, 1924 yılında demiryolcu bi ailenin oğlu olarak doğar. Olağanüstü, aklın havsalanın almayacağı, akıldışı sporculuk hikâyesi, çocukken şehrin dayanılmaz sıcağından kaçıp kaçıp su kanallarında yüzmesiyle başlar.
Birincisi barbun tava. Gözüm döner. Kalp kırarım barbun tava için.
İkincisi spor. Herhangi bi spor faaliyeti varsa eğer, televizyondan başka herhangi bi şeyle meşgul olmamak için her türlü edepsizliği yaparım. Kapı açmam. Telefona bakmam. Soru sorana “Evet evet öyle, aynen karşim aynen” derim.
Benim çamaşır makinesi bu konuda büyük sıkıntı yaratıyor gerçi. Yumuşatıcıyı normal normal, deterjanla birlikte makineyi çalıştırmadan önce koyunca olmuyor. Çünkü deterjanı aldığı suyuyla birlikte alıyor yumuşatıcıyı, e akıyor gidiyor, hiç bi işe yaramıyor. O yüzden zamanı kollamam, sinsi gibi pusuda bekleyip durulama suyundan hemen önce yumuşatıcıyı tam zamanında koymam gerekiyor. Ben o yumuşatıcıyı makineye koymak için ne zaman gitsem muhakkak gol oluyor.
Üçüncüsü de oğlum. Başkası kursa kalkıp ağızlarına iki tane kapatacağım cümlelerden hep hasarsız kurtuluyor. Geçen “Yaşlılar haftasıymış anne, kutlu olsun yaşlılar haftan” dedi ve başına kayda değer bi şey gelmedi mesela. Bana “Teyze” diyen bi arkadaşı var o çocuk da bunun hatrına sağlam kalabiliyor. Annelik işte napcan. Gerçi kahvaltı vermedimdi o çocuğa. “Abla” diyen var bi tane. Şahane çocuk. Ona kahvaltının üstüne fırın sütlaç ikram ediyorum.
Benim annem de, her anne gibi, ben daha karnındayken başlamış tahtıma ve bahtıma yatırım yapmaya.
Gamzeli olayım istemiş çok mesela. O kadar makbul bi şey midir gamze sahibi olmak, annem neden bu kadar takmış, neden bu kadar çok istemiş gamzeli olmamı hiç bilmiyorum ama çok istemiş işte. O kadar istemiş ki, o vakitler, daha gamzeli bi kimse olmadığından oturmuş dokuz ay Necmettin Erbakan’a bakmış.
Ne kadar sarışın olunabilirse o kadar sarışın bi çocuktum ben. Ama annem yaz gelir gelmez, zaten sapsarı olan kafama bi kavanoz papatya suyunu döker, saçlarımı güneşte tarardı. O papatya suları alnımdan süzülür akar gelir kaşlarıma yapışırdı. Sonra Andreas Beck gibi dolanırdım bütün kış ortalıkta.
Sonuç ortada: Böyle yüzümde gülünecek ne kadar kas varsa onları zorlaya zorlaya güldüğümde anca beliriyor gamzelerim. “Gençliğimi pazarlıksız ve hızla geçtiğimden/ Bugünler saçlarımla birlikte şiir yazmayı da kısa kestiğimden” renginin menginin filan pek bi önemi yok.