Paylaş
Bu, elbette bilgi kaynağının tek olmasıyla ilgili bi durum. Onu diyor zaten. Ama benim bu meselede ilgimi çeken başka. Radyoda spor yayıncılığı yapmanın doğasında yer alan inandırıcılık ve güven meselesiyle ilgileniyorum.
Meşhur bi hikâye vardır. H.G. Wells’in Marslıların dünyayı istilasını anlatan ünlü bilimkurgu romanı “Dünyalar Savaşı” 1938 yılında Orson Welles tarafından radyoya uyarlanır. Welles, radyo uyarlamasında, romanda geçen yer adlarını Amerika’daki gerçek yer adlarıyla değiştirir.
Oyun CBS spikerinin “CBS Wells’in Dünyalar Savaşı’nı sunar!” anonsuyla tanıtılır. Hava raporunun ardından bir otelden naklen dans müziği yayını yapılacağı bildirilir, dans müziği yayınlanırken yayın birden bire kesilip flaş bir haber verilir.
Bir Profesör Mars’ta bir takım gaz patlamaları görmüştür. İkinci bir flaş haber de New Jersey yakınlarına bir göktaşı düştüğü üzerinedir. Sonra New Jersey’e bir takım yaratıklar indiği, bu yaratıkların Mars’tan gelen ordunun öncüleri olduğu söylenir. Oyunda Amerika İçişleri Bakanı’nı konuşan aktör, Marslıların Amerikalıları kitle halinde öldürdüklerini, yangınların her tarafı sardığını, binaların yıkıldığını, şehirlerin boşaldığını açıklar.
Yayın sık sık kesilerek dinleyicilere bir radyo oyunu dinlemekte oldukları anons edilse de, anonsu duymayanlar ya da olayı başkalarından başka biçimlerde duyanlar müthiş bir paniğe kapılırlar.
Yollar otomobillerine binerek kaçmaya çalışan ailelerle dolar. Hastaneler, kiliseler, karakollar ihtiyaçları karşılayamayacak hale gelir. İtfaiye istasyonları gaz maskesi isteyenlerin hücumuna uğrar hatta Marslıların eline düşmemek için intihara kalkışanlar olur.
CBS ertesi gün öğlene kadar her on dakikada bir yayının “bir radyo oyunu olduğunu” anons etmek zorunda kalır. Olaylar aradan yirmi dört saat geçtikten sonra anca yatışır.
GÖRÜNMEYEN KÖY KILAVUZ İSTER
Bu hikâye, sorumsuz yayıncılığa örnek olarak sıkça anılır. Benim burada anma sebebim ise, radyonun sadece duyma yolunu kullanarak yarattığı inandırıcılığın gücü. Elbette radyonun temelde bir haber kaynağı olmasının, yanlış anlaşılmaların devreye girmesinin bu histerideki payı büyük. Ancak işte yaratılan işitsel gerçeklik, bi biçimde dinleyicinin gerçek ve oyun alanlarının birbirine karışmasına neden olmayı başarmış. İnandırmak acayip iş.
Radyoda maç anlatmak da öyle. İnanmak inandırmak meselesi. Görünmeyen köyde kılavuzluk etmek işi. Tabii bir adım ötesi kılavuza güvenmek. Radyoda maç dinleyip, dinlediğine teslim olmak. Anlatanı kendi gözün saymak. Ona inanmak. “Doğrudur, olan biten budur” demek.
Bugünlerde mümkün olmayacak işler. Hiç bi şeye inandığımız yok artık. Futbolcu tuttuğumuz takımdansa “yüzde yüz penaltı”, rakip takımdansa “emek hırsızı”. Gözümüzle gördüğümüzü çarptırıyoruz, radyodaki adama mı inanacaz.
RADYODA DÜNYALAR YARATMAK
Türkiye’de ilk maç yayını 20 Temmuz 1934’te Fenerbahçe Stadı’nda yapılmış. Maçı Eşref Şefik anlatmış.
Yine Halit Kıvanç’tan aktarayım: “Kendine özgü anlatımıyla Eşref Şefik, ağzından bal damlayan bir konuşmacıydı. Eşref Şefik Usta’yı dinlemek için radyo başına geçenler olurdu. Bir de naklen yayınlarda mikrofonun yanında sütle dolu bardağı durur, zaman zaman ‘Hele şu sütümü içeyim’ derdi. Bazen güreş ya da boks maçlarında tribünlerden ‘Eşreef Ağabey, sütünü iç!’ diye tempo tutan muzip gençlere rastlandığı olurdu.” (“Mikrofonda Elli Yıl: Halit Kıvanç”, Kansu Şarman. http://arsiv.ntv.com.tr/news/317180.asp)
Eşref Şefik, yıllarca radyodan spor anlatmış. Dinlemişler. İnanmışlar. Karşılıklı şakalaşmışlar. Radyodaki adam sütünü içmiş, beklemişler. Bugünlerde mümkün olmayacak işler. Hiç kimseleri beklemeye filan vaktimiz yok artık. Radyodaki adamı mı bekliycez.
Bugün Eşref Şefik’in ölüm yıl dönümü. Onun ve radyoda dünyalar yaratmış bütün spor yayıncılarının ruhu şad olsun.
Paylaş