Restoran müdürü “Şu masayı size ayırdık” diyor; mutfağın önündeki tek ve sekiz kişilik masayı göstererek... Yanlışlık oldu diye düşünüyorum. Çünkü ertesi gün buluşacağım arkadaşlarımdan önce geldim şehre. O akşam yemekte yalnızım. İşimi şansa bırakmamış, şehrin en iyisi Osteria Le Logge’de yer ayırtmışım. “Tek kişiyim, burada yalnız kalmayayım” diyorum. “Zaten yalnız kalmayasınız diye sizi buraya oturtuyoruz” diyorlar.
Geçen garsonlar laf atıyor, arada şef kafasını uzatıp yemekler hakkında bir şeyler söylüyor. Merhaba İtalya, özlemişim seni! Sienalı bir arkadaşımın rehberliğinde dört gün kalacağım. İlk öğlen yemeğimizi minicik bir lokanta olan Osteria il Grattacielo’da yiyoruz. Burası sadece temel ve geleneksel Toscana yemekleri servis ediyor. Oturur oturmaz bir peynir ve şarküteri tabağı, ekmek ve tavuk ciğeri pateli ekmek kıtırları konuveriyor masaya.
Şarküteri ve peynirler çok tuzlu olduğu için Toscana ekmekleri tuzsuz pişirilirmiş. Crostini Toscani diye adlandırılan ciğerli ekmek kıtırlarına her yerel restoranda rastlamak mümkün. Modern şef restoranları da tavuk ciğerini ekmek üzerine sürmek yerine farklı yorumlarla sunmayı tercih ediyor. İtalya’da ‘cocina povera’ diye adlandırılan geleneksel mutfak halkın en kolay ulaşabildiği ucuz malzeme ile elinde kalanları değerlendirmesi temelinde oluşturulmuş. Kelime anlamı da zaten yoksul mutfağı. Toscana bölgesi cocina povera’sının özünü de sakatatlar ve bakliyat çeşitleri oluşturuyor.
Tavuk ciğeriyse çok özel bir yere sahip. Crostini Toscana’nın ardından çalakaşık yenen fasulye yemeği ribollita geliyor. Onlar çorba diyor ama kıvamı bizim tencere yemeklerine benziyor. “Bu çorba mevsime ve Toscana’da nerede olduğuna göre değişir. Mevsiminde ne bulursan içinde de o olur. Neredeyse her köyün kendi reçetesi vardır. Örneğin, herkesin çanak çömlek yaptığı bir köyde, peposo denilen güveçlerde toprak fırınlarda pişirilir. Çiftçiler, fasulyeleri su, bol sarımsak ve adaçayı ile bir chianti şişesine koyar, kapatıp ateşe atar, pişirirlermiş. İşte bir diğer fasulye yemeği fagioli el fiasco’nun öyküsü de böyle” diye anlatıyor. Şehrin en ünlü fırını Il Magnifico’ya gitmeden bir Siena seyahati asla tamamlanmış sayılmaz.
Geçen hafta İtalya Siena’da zeytinyağının bizi birleştirdiği yabancı bir arkadaş grubumla birlikteydim. Yıllar önce Siena yakınlarındaki Pienza’da birlikte zeytinyağı eğitimine katılmış, ondan sonra da ara ara buluşur olmuştuk.
Benim zeytinyağına olan ilgim mesleki değil, ailevi. Ailemin bir tarafı dört kuşaktır zeytincilikle uğraşıyor ve zeytinyağı üretiyor. Sanırım 15 yıl kadar önceydi, Ayvalık Ticaret Odası’nın İtalya’dan getirdiği eğitmenler bizlere organoleptik (duyusal) tadımın inceliklerini öğretmişti. Hiç unutmam, bu tadım bizleri şoke etmişti. Niye mi? Çünkü şimdiye kadar ürettiğimiz ve tükettiğimiz yağların tamamı İtalyanlara göre ‘defoluydu’.
O zamanlar Türkiye’de ‘continuous’ (sürekli) denen ama dilimize ‘kontinü’ diye uyduruk şekilde yerleşen modern sistem özellikle küçük hacimli üretim hanelerinde yeni yeni oturmuştu. Bunun öncesinde üretimler taş değirmenlerde ezilmiş zeytinlerin jüt çuvallara doldurulup, üst üste yerleştirilip sıkılmasıyla elde edilirdi. Şimdiki gibi ‘Topladıktan iki saat sonra sıktık, her sıkımda alet edevatı yıkadık’ gibi iddialı işler henüz yoktu. Jüt çuvallarda sıkılan zeytinin yağında da haliyle hafif bir çuval kokusu olur ama herkes bunu normal sanırdı. Modern zeytinyağı dünyasında İtalyanlar bu yağlardaki defoyu ‘esparto’ olarak tanımlıyorlardı. Oysa doğduğumuzdan beri yediğimiz yağlarda bu tat ve aroma vardı, damaklarımız bunu normalleştirmişti. Bu ‘esparto’ mevzusu bizleri ikiye bölmüştü. Kimi yağların defosunu kabul edip artık bu eski üretim şeklinden tamamen vazgeçmemiz gerektiğini düşünüyor, kimi de bu defo olayını İtalyanların el değmeden yağ üreten yeni makinelerini pazarlama tekniği olarak görüyordu.
İstediğimiz kadar tartışalım ama şu gerçeği de kabul edelim: Trend yaratmayı biliyorlar, makinelerini pazarlamak için bile olsa... Ürettiğinin çoğunu kendi tüketen ve çoğunlukla başka ülkelerden aldığını İtalyan yağı diye dünyaya pazarlayan İtalyanlar dünyadaki üst segment zeytinyağı piyasasının hâkimi. Bu konuda onlara yetişmemiz biraz zor. Konu kalite değil, pazarlama gücüne sahip olmak ki bunun arkasında da çetrefilli ve derin mevzular var.
Madem dünyada zeytinyağımıza yönelik algıyı istediğimiz seviyeye getiremiyoruz o zaman biz olaya niye başka yönden yaklaşıp güçlü olduğumuz tarafları ortaya çıkarmıyoruz? Mesela zeytinyağlılar... Bizim insanımıza sıradan gibi gelebilir. Ama dünyada ‘zeytinyağlı’ kategorisine sahip başka bir mutfak daha olmadığını biliyor musunuz? Dünyadaki sağlıklı yemek trendi almış başını yürümüşken her türlü sebzenin içinde besin maddelerini koruyarak lezzetini arttıran böyle özel bir pişirme yöntemi bile başlı başına bir omuz darbesiyle öne geçmemizi sağlar.
Fotoğraf: İlkay Öztürk
‘AMAN NE OLACAK’ DEMEYİN, TEKNİĞİ VAR
Zeytinyağlıların bir yemek pişirme tekniği olarak gelişmesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun çokkültürlü ve dinli yapısına dayanır. Hıristiyan cemaatin uzun perhiz dönemlerinde hayvansal hiçbir gıda yememe kuralları, buna ek olarak aynı öğün içinde etli ve sütlüyü karıştırmayan Musevi cemaatin de zeytinyağı gibi bitki temelli yağları tercih etmesi sebebiyle zeytinyağlılar, pek çok kültürün kesişme noktası haline gelmiş ve imparatorluğun ortak bir lezzetine dönüşmüş...
Belçika’nın milli yemeği moules mariniere, yani tencerede midye. İri kara midyelerin tereyağı, arpacık soğanı, maydanoz ve beyaz şarapla pişirilmesiyle hazırlanan moules mariniere’in en klasik servis biçimi, yanında kızarmış patatesle olanı. Yiyebileceğiniz çok yer var ama en iyileri geleneksel bir aile işletmesi olan La Belle Maraichere ve yine 1930’dan beri açık olan François. Her iki restoranda da tereyağında pişirilmiş limon soslu dilbalığı yani sole meuniere de mutlaka denemeniz gerekenlerden.
Frites yani patates kızartmasının tadı Brüksel’de bir başka. Öncelikle patatesin cinsi, sonra da pişirme tekniği onu ayrıcalıklı kılan faktörler. Patates kızartması deyip geçmeyin, bitkisel değil hayvansal yağlarda çift kızartma yapılan bu çıtır patatesler şehirde önemli bir kültür, hatta babadan oğula geçen bir meslek. Adım başı patatesçiye rastlamak mümkün. Ama siz seyyar arabasında satan ve üç kuşaktır bu işi yapan Friture de Corte’yi bulun. Yeri sürekli değişiyor, güncel yerine Facebook’ta @Friture De corte adresinden bakabilirsiniz. Maison Antoine da iyi bir alternatif.
Bir diğer Belçika ünlüsüyse waffle. Ama aklınıza bizdeki gibi üzeri envai sosla, meyveyle süslenmiş olanlar gelmesin. Burada o tarz waffle’lar pek de hoş karşılanmıyor. Günlük koşuşturma sırasında sokak aralarındaki tezgâhlara uğrayıp yalnızca bir tutam pudra şekeriyle ‘sade waffle’ atıştırmak şehrin rutinlerinden. İki çeşit Belçika waffle’ından biri olan Liege, kalın bir hamura ve gevrek bir dokuya sahip. Pişirildiğinde waffle’a tatlı bir aroma vermesi için hamura karamelize şeker konuyor. Brüksel tipi olarak adlandırılan diğerleriyse daha yumuşak ve hafif bir dokuda. Kentin güney tarafında kalan Bois de la Cambre parkındaki waffle’cılar pek ünlü. Eski şehir merkezinde en iyisi Dandoy.
Çikolatanın bir sanat olarak görüldüğü ülkenin en iyi çikolatacıları da Brüksel’de. Ünlü devlet adamlarının favori markası olarak bilinen Mary Chocolaterie, Brüksel’in kalbinde. Çikolata butikleriyle tanınan dünyaca ünlü Pierre Marcolini’nin mücevher işler gibi tasarladığı çikolatalarını kentin farklı yerlerindeki dükkânlarından satın alabilirsiniz. Kuzey Avrupa’nın ilk organik çikolatacısı Belvas, glütensiz ve şeker ilavesiz ödüllü çikolatalarıyla biliniyor. Passion Chocolat ise yüksek kakaolu ve tek ülke menşeli çikolatalarıyla tanınıyor. Dünyaca ünlü Galler Chocolatier’in pralinli çikolataları da en iyiler arasında.
Upuzun kırmızı halının üzeri smokinli erkekler ve gece kıyafetli kadınlarla dolu... Sırayla yürüyoruz. Önümde dünyaca ünlü şeflerden Massimo Bottura, arkamda Dominique Crenn. Boş yere gastronomi dünyasının Oscar’ları denmiyor bu törene. Salona geçmeden önce sosyalleşilen alanda çoğu insan sesli bir coşkuyla kucaklaşıyor ve sohbet ediyor. Önceden tanıdığım yabancı ve Türk birkaç kişiyle ayaküstü kısacık sohbetler ediyoruz, sonra onlar ‘ünlü’ tanıdıklarının yanına koşuyor, bir selfie çekmek veya hasbıhal edip ilişkilerini sağlamlaştırmak için... E haklılar, çünkü burası bir kulüp gibi. Bu kulüpte ne kadar çok insan tanırsanız yeriniz o kadar sağlam, bunu anlıyorum bir kez daha.
Salı günü yapılan Dünyanın En İyi 50 Restoranı (The World’s 50 Best Restaurants) ödül törenine geçmeden önce burada işleyen sistemi anlatayım. Akademi üyeleri ve onların ülkelerinde oy veren kişilerden oluşmuş bir topluluk var. Sistemdeki kişiler yılda bir kez önceden ziyaret ettiği restoranlar arasından 10 tanesine oy veriyor. Bu ziyaret mevzuları da yurtdışındaki ünlü birkaç PR (halkla ilişkiler) şirketi tarafından yönetiliyor. Yani sistemde var olmak isteyen çoğu şef bu şirketlerin kapısını çalıyor. Yani böyle ödül sistemlerinde hiç kimse durduk yerde “Türkiye’de pek şahane bir restoran varmış, gelin onu ilk 50’ye sokalım” demiyor. Bu yola girmek isteyenlerin mutlaka belli bir profesyonel strateji ve planlamayla ilerlemesi gerekiyor. Bu yola girmek de kişisel tercih ve tabii ki bütçe işi.
Orada olması gereken en az 20 restoran daha sayarım. Ama çoğunun artık paraya ve ekstra üne ihtiyacı yok ve en önemlisi yorucu buldukları için uğraşmak istemiyorlar. Bu yazdıklarımdan, listedekilerin haksız yere orada oldukları düşünülmesin. Her ne kadar sıralamalar arasındaki bariz kayırmalar göze çarpsa da çoğu bunu fazlasıyla hak ediyor. Ben derecelendirme sistemlerini tamamen reddedenlerden değilim. Her şeyden önce bu listelerde var olmak yalnız o restorana değil, o ülke gastronomisine de faydalı. Sadece bu restoranları ziyaret etmek için dünyayı dolaşanlar tanıyorum. Ama 50 Best’te bir akademi üyemiz varken Türkiye’den tek bir restoran olmasını da üzücü bulmuyor değilim.
HAMBURGER SATMAYA BAŞLADILAR
Gelelim ödüllere... Üç kez birincilik alan şefler artık onur kuruluna giriyor ve derecelendirmenin dışında kalıyorlar; Massimo Bottura, Rene Redzepi, Joan Roca gibi. İşte bu seneyi de ilginç kılan durumlardan biri, normalde sıralamaya girmemesi gereken Noma ve Rene Redzepi’nin birinci olmasıydı. Çünkü bildiğimiz Noma 2016’da kapanmış ve 2018’de yeni yerine tamamen farklı bir konseptte Noma 2.0 adıyla tekrar açılmıştı. Ama biz bu yeni Noma’yı layıkıyla tanımaya fırsat bulamadan araya pandemi girdi ve her şey tersyüz oldu, hatta açtıkları başka bir yerde Rene ve ekibi bira eşliğinde hamburger satmaya başladı. Belki de tüm bu badirelerden sonra bu yılki ödülün onlar için önemi büyüktü. Bunu Rene’nin heyecanından anlamak mümkündü.
2018’de yeni yerinde açılan Noma 2.0...
‘Cool’ tavırlarıyla bildiğimiz Rene sahnede o kadar heyecanlıydı ki “Hit olmuş bir plak gibiyim, inanılmaz hisler içindeyim” diyordu sesi titreyerek. Sahneye, restoran ekibinden 13 kişiyle çıkmaları çok sempatikti. “Böyle ödül törenlerinde sadece benim yüzüm görünür, bunu herkes bilir elbette ama bu başarının sahibi sadece ben değilim! Noma’yı dev bir yapboz olarak görüyorum ve ister stajyer, ister başka bir pozisyonda olsun, bize dahil olan herkes yapbozun bir parçası. Herkes olmadan bu yapboz tamamlanamazdı. Pandemide büyük iniş çıkışlar yaşadım ve dürüstçe söyleyebilirim ki çoğu sert inişlerdi. Devam etmemi sağlayan şey, güvendiğim geniş bir aileye sahip olduğumu bilmekti ve hepsi buydu” diyerek, gözleri dolu dolu sahnedeki ekibini alkışlaması herkesi duygulandırdı.
Geçen sene Fethiye kırsalında Türkiye’nin en iyi artizan peynir üreticilerinden biri olan Buket Ulukut’la çekim için iki günlüğüne diye gidip beş gün kalmamla başladı Fethiye sevdam. Müthiş vizyonlu otel sahipleri var ve bu turizmin gelişimi için çok önemli. Eşi Banu ile birlikte sahip oldukları üç oteli işleten Mustafa Argın bunlardan biri. Mustafa’nın özelliği nasıl bir yer açıyor olursa olsun öncelikle dekorasyonda doğal ve rahat bir şıklığı öne çıkarması ve mutfağa çok önem vermesi. Marinada Yacht Classic’in bahçesindeki Mori Restoran’da sektörün emektar şeflerinden Mehmet Uzunöz’den danışmanlık alıyor.
Marina manzaralı
Sade, insanı yormayan masada uzun uzun oturup keyif yapabileceğiniz bir menü var burada. Marinaya tepeden bakan Unique Hotel mutfağındaysa şef Abdullah İşcan var. Buranın mutfağında da karışık ot mezesi başta olmak üzere deniz mahsullü ara sıcaklar ve ana yemeklerde de etler öne çıkıyor.
Fethiye Limanı’nın batısını çevreleyen 7 kilometrelik yarımada üzerinde deniz ve çam ağaçlarının iç içe geçtiği Samanlık, Kuleli, Aksazlar, Boncuklu gibi birbirinden güzel pek çok koy var. Hillside Beach Club da bu yarımadanın sonundaki Kalemya Koyu’nda. Küçük ve Büyük Samanlı, Help Beach denize girebileceğiniz düzgün işletmelerden bazıları.
Yaz-kış açık olan restoranların yeri her daim ayrıdır, hem Bodrumlular hem de Bodrum sevenler için... “Hele bir açalım da diğer sezona Allah kerim” diyen, müdavimden ziyade ciro peşinde koşan onlarca sezonluk restoranın arasında onlar sessiz, sakin ve hakkını vererek işlerini yaparlar. İşte böyle bir yerle tanıştım geçen hafta sonu: Tuzz. Bu yaz kalabalığında ayağım gitmedi bir türlü Bodrum’a. Zar zor yer bulduğun restoranlarda ‘burada olduğuna dua et’ edasıyla servis yapan beceriksiz garsonlar mı desem, yoksa normalin dört-beş katı ödenen hesaplar mı...
Bodrum tatilimi de en sevdiğim döneminde, eylül sonu yaptım. Önünde iskelesi olan ufak bir otelde kalmak istediğimiz için sezonda bile fiyatları abartmayan Ortakent’teki Khai’de kaldık. Otelin iskelesinde akşamları beyaz keten örtülü sempatik bir lokanta var, Tuzz. ‘İlk akşamımızda burada yiyelim sonrasına bakarız’ diye düşündük. Menü temkinli hazırlanmış sandık. Humus, atom, deniz börülcesi, ızgara ahtapot, kalamar ızgara...
Şef Nilay Lale
YEREL MALZEME KULLANIYORLAR
“Bu gece maceraya girmeyip klasiklerden gidiyoruz o zaman” deyip veriyoruz siparişleri. Atomun hem içinde hem üzerinde kıtır kırmızı biberlerle birlikte soğan ve sarımsak cipsleri var, acısı da kıvamında. Deniz börülcesi Antep’in güneşte kurutulmuş biber ve domates salçası karışımı, süzme yoğurt, sarımsak ve atomun biberinin yağıyla harmanlanmış. Salata olarak farklı gördüğümüz Baksıma’yı söylüyoruz. Coğrafi işaret alan, çok eski zamanlardan bu yana saklama amaçlı kurutularak dört mevsim tüketilen Bodrum peksimeti, sulu sulu çekirdekli yerli domates ve kırmızı soğanla karıştırılmış. Domatesin yumuşak iç kısımları organik bir zeytinyağıyla başka yerde karıştırılıp bununla önce peksimetler yumuşatılmış, sonra diğer malzemelerle birleştirilmiş. Az malzemeli nefis bir salata, Yunanistan’daki dakos salatasına benzetiyoruz.
Sonra kalamar tava geliyor. “Bunda ne kadar değişiklik olabilir ki” diyoruz, çıtır kalamarları sosa daldırana kadar... Biz kıvamlı taratorlara alışığız, haliyle çok sulu görünüyor sos. Tattıktan sonra “Tamam” diyoruz, “Burada bir şeyler oluyor”. Yerel malzeme kullanımı bilinçli, en basit görülen şeylerde bile ince bir ayar var. Bu sossa, damardan bir Uzakdoğulu. Yeşil sivri biberler püre yapılıp suyu çıkarılmış, sonra da pirinç sirkesi ve ceviz yağıyla karıştırılmış. Sirkenin geniz yakmaması kalitesini gösteren önemli bir ayrıntı. Aynı sos ana yemek olarak söylediğimiz ve tempura yapılmış kılçık üstü dülgerle de servis ediliyor. Bu asidik sos yağlı yiyeceklerin ağırlığını dengelemiş.
Öküzgözünün yaprakları diğerine göre daha ufak ve tırtıklı, maydanoz yaprağının büyük hali gibi. Boğazkereyi ise damakta ayırt etmemek mümkün değil. Adından da anlaşıldığı üzere boğazı iyice ‘keriyor’, yani kurutup kamaştırıyor. Bu iki üzüm dışında şifoni, ternevi gibi Elazığ dışında çok bilinmeyen çeşitler de var. Ama öküzgözünün yeri hepsinden farklı. Yüksek rakım, gece ve gündüz sıcaklık farkının 20 derece gibi çok yüksek bir aralıkta olması asiditesini arttırıyor. Üzerine kabuktan gelen sağlam bir tat paleti de eklenince ortaya karakteristik ve kıymetli bir üzüm çıkıyor. Öküzgözünün en büyük özelliklerinden biri hem sofralık hem şaraplık olarak kullanılması. Çünkü şaraplık üzümlerin çoğu minik taneli ve kalın kabuklu olduğu için sofraya uygun olmuyor. Asırlarca bölgede şaraplık üzüm olarak kullanılan öküzgözünün pekmezi ve yöre ağzıyla orcik denen cevizli sucuğunun da tadına doyulmuyor. Bana bu bilgileri veren şarap eğitmeni Ayça Budak ile bağ turumuz bitince Elazığ mutfağının gönüllü elçilerinden Burhan Özdemir Hoca’nın yöresel malzemelerle donattığı sofraya oturuyoruz.
Hep Erzincan tulumunu biliriz ama Munzur Dağları’nda yapılan şavak tulumu da lezzet olarak aşağı kalır değil. Kahvaltıda yoğurt kaymağı tüketmek âdettenmiş, yanında da elbette yüksek rakımlı yaylalardan gelen bal... Anadolu’da kahvaltı sofralarının çoğunda biber kızartması olur. Buradaki beyaz biber dedikleri çok açık yeşil renkteki etli biberle yapılmış. Yine bu biberle hazırlanmış bir çeşit mücver olan gaygana ve lorla hazırlanmış bir çeşit gözleme, papilla dolaştırılıyor tabaklarda. Akşam soframızı Yalçın Restoran’ın sahibi ve şefi Emin Yalçın kuruyor. Sakin ama renkli bir kişilik. “Asla etsiz olmaz” dediği çiğköftesiyle başlıyor, ‘tezgâhaltı’yla devam ediyoruz. Tezgâhaltı, kıymetli olduğu için tezgâhın altında saklanan inciğe deniyor. Ardından ciğerli meyhane pilavıyla doldurulmuş kaburga dolması geliyor. Kara fırında 5 saat pişmiş, etler dokununca dağılıyor. Servis sonrası Emin Usta elleri arkasında masanın bir ucundan öbür ucuna tur atıp göz ucuyla hepimizin tabağını kontrol ediyor. Bitirmeyenden de hesap soruyor. Bense o sırada ikinci tabağı alıp almamak arasındaydım.
YÖRESEL YEMEKLER ET AĞIRLIKLI
Tavuk üfeleme: Bu yemeğin aslı eski zamanlarda tavşanla yapılırmış. Kurutulmuş açık ekmekler parçalanıyor; haşlanmış tavukla ve tereyağıyla birlikte ovalanıyor. Bu yemek Anadolu’da çoğu yerde ovmaç olarak da karşımıza çıkıyor.
Harput köftesi: Et kullanılarak yapılan yuvarlak minik bulgur köftelerinin salçalı suda haşlanıp servis edilmesiyle hazırlanan yörenin en geleneksel yemeklerinden.
Gömme: El açması hamurla genellikle kavurmalı veya kıymalı bol harçla yapılan bir çeşit tepsi böreği.
Bu yıl Latin Amerika’da yaptığım çekimler esnasında kakao algım epeyce değişti. Mesela hemen her çiftçinin, az miktarda da olsa kendi çikolatasını ürettiği Venezuela’da kakaonun nesilden nesile geçen bir yaşam şekli olduğuna şahit oldum. Meksika’da atalarının beslenme düzeninin bir parçası olan bu büyülü çekirdek bambaşka anlamlar taşıyordu. Peru’daysa kakao, içindeki sıvı maddeden kabuğuna farklı şekillerde değerlendirdikleri önemli bir malzemeydi. Kısaca hepsi için, keyif veren bir yiyeceğin hammaddesi olmaktan öte bir çeşit yaşam tarzıydı. Bizde buğday neyse, onlar için de kakao işte öyle bir şeydi...
GERÇEK KAKAONUN PEŞİNDE
Kakao üreticisi ülkelerde üretilen çikolataların neredeyse tamamı süt içermeyen, kakao çekirdeğinin karakterini hissedebildiğiniz çikolatalardı. Avrupalının tükettiği sütlü çikolatalara ‘İsviçre icadı’ olarak burun kıvırıyorlardı. Tüm bunlar bana kakaoyla bağlantımızın ne kadar sığ olduğunu düşündürdü ister istemez. Ama seyahatler bitip de Türkiye’ye döndüğümde beni çok şaşırtan bir şey öğrendim: Dünya çikolata pazarının en önemli ülkelerinden biri olduğumuzu... Yok hayır, şaka yapmıyorum. Diyeceksiniz ki daha 20 yıl öncesine kadar palm yağıyla üretilmiş kokolin çikolata tüketen bir ülke, bunca kakao tarımı yapan yer varken; Belçika gibi Fransa gibi çikolataya sanat olarak yaklaşan ülkeler dururken ne yaptı da önemli oldu? Gelin tam da bu noktada size Birol Altınkılıç’ı anlatayım...
Bir mübadil çocuğu olan Birol Altınkılıç bundan 27 yıl önce, Beylikdüzü’nde ailesinden kalan bir arazide kurduğu fabrikada çikolata üretmeye başlamış. Kendisi ne ilk ne son üretici, hatta diğer üreticilere göre çok taze bir tarihe sahip. Ama onu farklı kılan şey, en iyiyi üretebilmek için kakao çekirdeklerini kendisinin ithal etmesi olmuş. Başka nasıl oluyor, diye sorabilirsiniz haklı olarak. Şöyle ki; yüksek tonajda üretim yapan piyasa markalarından dünyanın en niş üreticilerine, çikolata markalarının neredeyse tamamı üretimi çekirdekten itibaren yapmıyor. Çikolatayı ya sıvı olarak ya kuvertür yani iri kalıplar halinde veya çok ender de ‘nib’ (ufak kakao parçacıkları) olarak alıyor. Doğruya doğru, spesiyal çikolatalarıyla övünen havalı markaların çikolatalarını hazır alıp sonra çeşnilendirdiklerini öğrenmek bende biraz hayal kırıklığı yaratmadı değil.
Neyse konumuza dönecek olursak; Birol Bey başlıyor kakao çekirdeği ithalatına. Sadece Batı Afrika’dan, ağırlıklı olarak Gana ve Fildişi Sahilleri’nden, ana hasat kakaolardan alıyor. Ana yani ilk hasat kakaoların kalitesi diğerlerine göre daha yüksek oluyor. İlk zamanlar fason üretim yaptığı markalardan, maliyeti düşürmek adına palm yağı kullanımı benzeri teklifler alsa da o, kesinlikle gerçek çikolata yani kakao yağıyla üretilenden başkasını kullanmıyor.
VEGAN, PROTEİNLİ, AZ ŞEKERLİ...
Şu anda tesisleri son teknolojiyle donanımlı ve Avrupa’nın en saygın kuruluşlarından ‘European Candy Kettle Club’dan ‘Avrupa’nın En İyi Kakao ve Çikolata Fabrikası’ ödüllü. Tüm bunların yanında çok iyi çalışan bir Ar-Ge ekibi var. Vegan, proteinli, düşük şeker oranlı gibi farklı ürünler yaparak dünyadaki trendleri takip ediyorlar. Halihazırda dünya genelinde 80’in üzerinde ülkeye çikolata ve kakao ihraç ediyorlar. Ve sıkı durun, Birol Bey’in Altınmarka’sı şu anda dünyadaki en büyük ikinci kakao işleme tesisi. “Bravo” demek gerekiyor...