Ebru Çapa

Nereye dönersen dön popon hep arkandadır

27 Eylül 2003
Konfiçyüs der ki: ‘‘Sadece en bilge ve en aptal insan değişmez.’’ Eh bu bağlamda, Sibel Tüzün'ün Tibet'teki bir ‘‘hızlandırılmış bilgelik kursu’’ndan sertifikalı olduğunu tahmin etmiyoruz, öyle değil mi? Ya da haşa, aptal olduğunu?.. Tutmayın beni, ahkám kesesim geldi: Azizim, hayat, kimi zaman kısır fakat kesinlikle mütemadi bir döngüdür. Ve Heraklitos'un da buyurmuş olduğu gibi; ‘‘Değişmeyen tek şey değişimdir.’’

Peki bütün sanatçıların gün aşırı imaj değiştirdiği, bunun da gayet doğal karşılandığı bir piyasada, neden en çok ve neredeyse sadece Sibel Tüzün'ün yaşadığı değişimler bu denli garipsenir, sorgulanır?

Niçin ilk günden beri Tüzün'e, nasıl olup da albümler ve koca-sevgililer boyu böyle, bukalemun misali değiştiği sorulur? O neden her seferinde, hesap verircesine, yemin billáhlar ederek, bunun kesinlikle nihai değişimi olduğunu iddia eder, ‘‘gerçek’’ yüzünün bu olduğu konusunda dayatır?

Tüzün'ün son albümüyle aynı adı taşıyan Kırmızı'nın klibinde açık seçik görülüyor ki, 360 dercelik turunu tamamlayan Sibel Tüzün de yine başladığı yere dönmüş... Yalnız, bu ‘‘dön baba dönelim’’ turlarında bünyeyi allar basmış olacak; zira bu kez tepeden tırnağa kırmızıya kesmiş...

Tüzün, Allah için son derece yetkin bir ses... CV'sine kısaca göz attığınızda eni konu etkileniyorsunuz: '78 yılında, henüz yedi yaşındayken TRT İstanbul Çocuk Radyosu'na girmiş. Ardından aynı kurumun Gençlik Korosu'nda Hikmet Şimşek, Gökçen Koray gibi isimlerin tezgáhından geçmiş. '88 senesinde İ.Ü. Devlet Konservatuvarı Opera ve Konser şarkıcılığı bölümüne birincilikle seçilmiş. Bu arada seslendirdiği jingle'larla reklam, Ajda Pekkan, Nükhet Duru, Erol Evgin gibi isimlerin de arkasında vokal yaparak pop dünyasına ısınmış.

İlk albümü Ah Biz Kızlar'daki hálini hatırlayacaksınız: ‘‘Bağlamaz beni, beni bağlamaz / Ufak hesaplar kitabıma uymaz’’ sözlerini terennüm ediyordu. Ardından Nefes Kesen Aşklar ve Kaçın Kurası şarkısına çekilen meşhuuur hamam klibi geldi. Magazin basını tarafından yapılan bir anket sonucu, Sibel Tüzün, Türkiye'nin en seksi sanatçısı seçildi.

Ve málûm, müteakip dönem: Hayat Buysa Ben Yokum Bu Yolda isimli albümle gelen ‘‘jargon’’ demleri ve Tüzün'e ‘‘kocamköylü’’ yaftasının yapışması...

Muhtemelen hakkında yapılan her haberde isminin önünde ‘‘seksi’’ sıfatını görmekten gına getirmiş olan Tüzün, o sırada evli olduğu sıkı rocker kocası Levent Çandaş'ın imajını benimsemiş, bünyeyi dövmelere vurmuş, kafayı kazıtmıştı... (Hatta ‘‘bir kısım medya’’ya soracak olursanız, kafayı sadece kazıtmakla kalmamış, iyice sıyırmıştı!)

'99 yılında Zeynep Güven ile Hürriyet gazetesi için yaptığı röportajda, kendindeki değişimin ‘‘psikolog tavsiyesi’’ üzerine gerçekleştiğini söylüyordu Tüzün. Bir daha değişmeyi düşünüp düşünmediğine dair soruyu kesin bir dille yanıtlıyordu: ‘‘Eski hayatıma dönersem yine bir takım sorunlar çıkar ve bu kez kendimi bu kadar rahat tedavi edemem. Bu yüzden hayır!’’

Bu muhabbetin üzerinden Yine Yalnızım adlı bir albüm ve bir boşanma davası geçti. Tüzün, şimdilerde yine birlikte çalıştığı sevgilisi Engin Gürel ve Kırmızı albümüne özel, bol dekolteli kırmızı elbiseleri ve kırmızının tonlarında pop parçalarıyla huzurlarımızda...

Belki de esas mesele, Tüzün'ün değişimlerinden ziyade bu ‘‘asla ve kat'a’’ iddiasındadır. Hayat, ‘‘Eureka, eureka! Özümü keşfettim; bundan böyle ben buyum’’ iddiasına pabuç bırakmayacak derecede ‘‘dönek’’tir... Hem kimbilir, belki sonunda o da bu gerçeğe uyanmıştır. e-kolay.net'te yayınlanan bir röportajı hanımefendinin bir daha asla, ‘‘asla’’ demeyeceğine dair sinyaller içeriyor. Tüzün; ‘‘Tarz değiştirmek istikrarsızlık mı?’’ sorusuna şöyle yanıt veriyor: ‘‘Bence değil. Bazıları öyle diyor. Sıradan olmak çok kötü bir şey. Sürekli aynı yemeği yemek gibi... ’’ Amaan, neyse ne yahu... Mevzu bu denli ‘‘dönüşken’’ olunca zaten olmayan ezberim, iyiden iyiye dağıldı... İyisi mi yine ‘‘özdeyiş’’lerin insafına sığınalım: ‘‘Nereye dönersen dön, kıçın (ki, başlıkta popon olarak anılmıştır) hep arkandadır!’’
Yazının Devamını Oku

Pantolonlu muhalefet

21 Eylül 2003
Bundan yıllar önce, Harper's Bazaar dergisinde, Attila İlhan ile yapılmış bir röportaj yer almıştı. Ağırlıklı olarak kadın-erkek meselelerinden dem vurulan söyleşide İlhan'ın sarf ettiği bir cümle, özellikle ‘‘bir kısım medya’’nın ilgisine mazhar olmuştu. Özetle; ‘‘Amerikan Kız Kolejleri'nden mezun kadınlar mutlu evlilik yapamaz’’ diyordu Kaptan ve meálen şöyle devam ediyordu: ‘‘Zira Türk erkekleri, bu tip bir anlayışla uyum sağlayamaz, özgürlük ve eşitlik iddiasındaki kadınları kaldıramaz. Türkiye'de hayat, bu kadınlara öğretildiği gibi işlemiyor.’’

O sıralarda çalışmakta olduğum Esquire dergisi, konunun üzerine zıpladı háliyle. Yönetim kıs kıs gülerek beni bir nevi emir kulu ve İzmir Amerikan Lisesi'nin yalnızca kız koleji olarak eğitim verdiği dönemlerinin bir mezunu olduğumdan, Attila İlhan'ın üzerine saldı.

Geçmiş zaman; 20'lerimin başları... O zamanlar serde nispeten gençlik ve iki cins arasındaki uzlaşıma dair ebleh umutlar olduğu için, bu tespite karşı ciddi itirazım vardı. Attila İlhan gibi bir alláme-i cihanın karşısında oturduğumu filan göz ardı edip, konu üzerine, pabuç kadar bir dille, iyi niyetli ve gerzek ahkámlar kesmiştim.

ADAM DEDİĞİN İDARE İSTER!

Tabii ki her büyük konuştuğumda başıma geldiği üzre, yıllar içinde o kopasıca dilimi hınçla ısırmama neden olan muhtelif tecrübeler yaşadım. Olmam dediğim ne varsa oldum, yapmam dediğim ne varsa, yaptım... Yine de eşyanın doğasına karşı koyamadım. Nihayetinde tıpış tıpış, şairin dediğine geldim...

Misal, başlarda benimle güya büyük aşka düşen, gelin görün ki, geçen yıllar içinde o aşık olduğu kadını değiştirmek adına elinden geleni ardına koymayan, buna direnmemi de niyeyse hayret ve küskünlükle karşılayan bir eski sevgili, ilişkimizin son dönemlerinde bana şöyle sormuştu: ‘‘Yahu sen ne biçim kadınsın? Annen sana adam idare etmeyi hiç mi öğretmedi?’’

Bazı aydınlanma anları vardır hani; bin yıldır tanıdığınızı zannettiğiniz birini ilk kez görür gibi olursunuz. Öyle bir andı... Onun bu isyanı karşısında ağzım hayretten bir karış açılmış, öyle de kalmıştı... Kazık kadar, sevgi ve saygı duyduğum bir adamın, ‘‘idare edilme’’ye ihtiyaç duymasına, üstelik bunu bu derece rahat bir şekilde, hiç utanmadan ifade edebilmesine akıl yürütmekten acizdim zira... ‘‘Adam olsan da idare edilmene gerek kalmasa olmuyor mu?’’ diye sormuştum. O da benim ‘‘burnu düşse yerden kaldırmayan’ biri olduğuma dair bilmem kaçıncı diskurunu çekmişti.

Ama zaten o da ilişkimizin ta başlarında söylemişti: Bizim bir noktada uzlaşmamız imkánsızdı... Zira aramızda antagonist çelişkiler vardı; çıkarlarımız, varlık bilincimiz, doğamız örtüşmüyordu.

Geçenlerde, bir dönem Sabah'ta birlikte çalıştığımız Sinan Akyüz'ün, piyasaya çıktığı ilk iki günde üç baskı yapan yeni kitabı ‘‘Etekli İktidar’’ geçti elime. Sinan'ın kitabı, onun tabiriyle ‘‘Haklarını sürekli genişleten kadınları ve köşeye sıkıştırılmış erkekleri anlatıyor’’. Arkadaşımız sıkı bir ‘‘erkek hakları savunucusu...’’ Kadınlar tarafından kullanılan, aldatılan, oyuna getirilen ‘‘zavallı erkekler’’ adına hayıflanıyor, söyleniyor, dalgasını geçiyor ve sair...

FEMİNİZMİN ETTİKLERİ

Kitap, Hıncal Uluç'a ithaf edilmiş. Uluç, konu üzerindeki ‘‘fikir’’leri málum bir şahsiyet. Yazdığı önsözde, feminizmin ilişkileri nereye getirdiğine dair, şahsen ömrü billah hafsalamın alamayacağı kelámlar ediyor: ‘‘Bakın dünyada hızla patlayan eşcinsel ilişkilerin altında feminizm yatıyor. Erkekçe'yi çıkardığım yıllardan başlayarak yakından izledim, gelişmeleri. Feminizm, 'Kadın hakları, özgürlüğü ve eşitliği' diye ortaya çıktı. Bu çıkışı iki buluş destekledi: Vibratör ve doğum kontrol hapları... Feministler 'orgazm hakları'nı vibratörler çözdüler ve doğum kontrol hapları ile de cinselliği fena hálde özgürleştirdiler. Bunun kadına yansıyan yanı şu oldu: Erkekle daha fazla ve daha özgür ilişki. Ama orgazm için erkeğe muhtaç olmama. Vibratör kadın eşcinselliğini körüklerken, doğum kontrol hapı ile daha sık ve daha sonuna kadar ilişkiler, erkeği korkutmaya başladı. 'Tak fişi, bitir işi, dön arkanı, yak sigaranı' sistemine alışmış erkek şimdi 'Benim de orgazm olma hakkım var' diyen kadın karşısında ezilmeye, giderek onu tatmin edememekten korkmaya başladı ve kendi cinsine yöneldi. Feminizmin kadın erkek ilişkilerine getirdiği en önemli gelişme budur.’’

Valla, bu söylemin benim lûgatımdaki adı, düpedüz bağnazlıktır. Ne olacaktı yani? Kadınlar tatmin olmayıverecekler, erkekler ürkmeye ve komplekse kapılmaya gerek kalmadan ‘‘takıp takılabilecekler’’ ve bu sayede iki cins arasındaki alışveriş ‘‘sağlıklı’’ bir şekilde sürecek; eşcinsellik gibi ‘‘vahim’’ bir ‘‘tercih!’’te böylesi bir ‘‘patlama’’ yaşanmayacak. Erkeklik ve kadınlık ‘‘şeref’’i kurtulacak; ‘‘tukaka’’ eşcinseller de edebe gelecek, hetero hetero yaşayacak. Nasıl cinsel ayrımcı, maşist ve rasist bir mentaliteyse, dünyayı kurtaracak. Biz mefta, siz hem sağ, hem selámet...

Derim ki, gidin ötede bayılın birader... ‘‘Mutlu(ymuş gibi yapan) izdivaç’’lar da sizlerin olsun. Biz kendi yolumuzda çok şükür idare edip gidiyoruz.

Sizi üç maymunu oynamaktan hazzeden ‘‘mülayim’’ kadınlar idare etsin... Biz varlığımızı, o ulu varlığınıza armağan etmeyi, reddediyoruz.


S.O.S.

Bizim sokakta işler iyiden iyiye çığrından çıktı. Beyoğlu, İmam Adnan Sokak'tan söz ediyorum... Haberi okumuşsunuzdur, gazeteci-yazar Şafak Pavey ve arkadaşları, neredeyse 60 farklı mekánın bulunduğu, yaya trafiğinin had safhada yoğun olduğu daracık bir sokak olan İmam Adnan'da, korsan otoparkçıların saldırısına uğradı. Kudurmuş haydutlar, yedi yıl önce İsviçre'de geçirdiği tren kazasında bir kolunu ve bacağını kaybeden Pavey'i protezleri çıkmasına rağmen yerde de tekmelemeye devam ettiler. Bu arada olaya müdahale etmeye çalışan gazeteci Erdinç Ergenç ve arkadaşları da dayaktan nasiplerini aldılar. Benim işte ve uykuda geçmeyen vaktimin büyük bir kısmı bu sokakta geçer. Şimdiye dek çaldırdığım cüzdanın, cep telefonunun, paranın ve sairenin ederini de saymadım, sayamadım. Buna rağmen, durumun vahameti, hiç böylesi vahşi boyutlara varmamıştı. Elini kolunu sallayarak fink atan eşkıyalar, kafanıza silahı dayayıp, elinizde tuttuğunuz cep telefonunu alenen ‘‘rica’’ edebiliyor artık. Bunun yanında, İstiklál Caddesi'nde devriye gezen polis timlerinin, her gün belli bir oranda artan sayısı da neredeyse siviller kadar kalabalık. Peki bu terör ortamı, nasıl oluyor da olabiliyor? ‘‘Olur böyle vakalar, Türk polisi yakalar’ zihniyeti uyuyor mu?


Erimdir, yapar!

Şimdi de maço biraderler için ‘‘iyi haberler:’’ Hovardalık müessesesinde çapkınlığın boyutunu pişkinlik noktasına vardırmış, işi zanaate dökmüş, başının bağlı olduğu dönemlerde Demet Şener, Deniz Akkaya, Ayşe Hatun Önal gibi ‘‘top’’ isimlerle yaşadığı ilişkilerle ünlü majör playboy Erdal Acar'ın güya olgun ve had safhada ‘‘haddini bilen’’ eşi Emel (Yıldırım) Acar, geçtiğimiz hafta Haftalık dergisine verdiği röportajda, málûm mentalite adına şiir gibi (!) konuşmuş: ‘‘Ben eşime sonsuz güveniyorum. Ama karşı taraftan böyle bir şey geliyorsa, o kadınlar evli bir adamla bunu yaşıyorsa, ben eşime kızmam! Eşimde suç bulmam. Suçu karşı tarafta bulurum. Bize hiçbir şey olmaz. Aynı şekilde evliliğimiz devam eder. Sonuçta eşim de yakışıklı bir insan yani! Hemen her kadının isteyebileceği tarzda bir adam. Bir kadın ne isterse hepsi Erdal'da var. (...) Benim eşim sonuçta çok yakışıklı. Benim yanımda bile bakıyorlar. Ben bütün o bakmaları kıskançlık yapsam, kafaya taksam, şu an benim Bakırköy'de akıl hastanesinde olmam lazım! (...) Eskiden 'Evli değil ki o insan' diyorlardı. Evli değildi ama evli hayatı yaşayan iki çocuklu bir babaydı. Durum böyleyken, Erdal'dan bir şey bekliyorsa, onun seviyesi bu kadar! Evlendikten sonra çıkan haberler içinse şunu söyleyebilirim; eğer bu insan kendine yakıştırabiliyorsa, Türkiye'de evli bir adamla beraber olan kadına ne denildiğini siz de biliyorsunuz! Bu yüzden bence bu insanlar basit ve acınacak háldeler. Bana bir şey olmuyor, eşim erkektir, ona da bir şey olmaz. Olan karşıdaki zavallılara oluyor. Bu insanlar bunu hazmedebiliyorlarsa, hayata bakış şekli, küçüklüğüdür.’’ Feminizmin varsa bir kötü yanı, nedir biliyor musunuz? Ne zaman kalkıp da ‘‘o errril kafa’’ hakkında atıp tutacak olsanız, sonunda dönüp dolaşıp, o çeşit bünyelere bu gazları veren başka kadınlara kızarken buluyorsunuz kendinizi.
Yazının Devamını Oku

Uyuz olur insan gayri ihtiyari

20 Eylül 2003
İyi güzel de, kadının taş gibi şarkıları var onları ne yapacağız?Bizim kuşak, kendine ve birbirine karşı acımasızdır; başta kendini, sonra da en yakınındakileri yorar... Nerede hasbelkader kendimize benzeyen bir mahlukat görsek, dişlerimiz uzamaya başlar: Atıl, ısır ve kopar!Hani uzak yakın bir alákamız, herhangi bir benzerliğimiz bulunduğundan değil ama dahili olduğum bir neslin tipik bir sembol bireyi sayıldığından, kendi kafamda Özlem Tekin'i epey ısırmışımdır.Tekin'i, Şebnem Ferah'ın da üyesi olduğu, kadın rocker'lardan oluşan Volvox grubu ile Kemancı'da konser verdiği günlerden beri izlerim. Gelin görün ki, piyasaya, yani ‘‘büyük pazar’’a düştüğü günlerden beri bir nebze gıcığım vardır. Zira málûm, isimle ve şöhretle birlikte gevezeliğin boyutları da büyür ve bizim kuşağın ettiği kelámlar her zaman ipe sapa gelmeyebilir.Şu ‘‘Ben süper marjinalimdir; bizim aile de zaten hiper entelektüel ve marjinaldir; beni tam bir rocker olarak büyüttüler... Bakın zaten saçlarım da bir gün şu renk, bir gün bu renk... Hem dövmelerim de var, piercinglerim de; benim kadar uçuk kaçık sevgililerim ve dahi ona buna saldıran bir Pittbull'um bile’’ hállerinden söz ediyorum: Efendim füzyon mutfağından çakarım, sushi'ye bayılırım; bu aralar yogaya ve kick-box'a merak saldım; sonracığıma Hint kültürü çok enteresan; evin dekorasyonunu da minimalden feng shui'ye devşirdim, sonra o da demode olunca bilmem neye göre düzenledim; zaten bütün arkadaşlarım da ünlü; biz var ya biz, álemlerde akar kokar, ultra geyik çevirir, kimseleri takmaz, kafamıza göre takılır, mega eğleniriz ve falan ve filan ve feşmekan...Farklı versiyonlarıyla hemen hepimizin sattığı birtakım pozlar ve bunların vücuda ve dile gelmiş háli olarak, bir günah keçisi olarak, Özlem Tekin...Av sahasında, menzil dahilinde salınıp duran keklik gibi... Uyuz olur insan gayri ihtiyari...İyi güzel de, kadının bir yandan da taş gibi şarkıları var. Onları ne yapacağız?Dolayısıyleeeeee, uzun süre düşündüm; ‘‘Özlem Tekin'in sevmek için ne lázım?’’ diye... Buldum sonunda yanıtı: Zaman...Öyle valla, zaman lázımmış... Ne kadar direnirseniz direnin, şarkının biri, eğer iyiyse, sizi bir gün bir yerde yakalarmış...‘‘Dağları Deldim’’in basketbol sahasında çekilmiş olan ilk klibini bilir misiniz? Güzeldir... Tekin, söz konusu stilse, kopartmada madalya hak edecek bir şekilde, kameraya doğru Van Damme figürleri attırarak şarkıyı terennüm eder: ‘‘Görgülü, bilgili olsun, zengin olsun diye hiiiç işim olmaz / Benim keyfim yerinde / Magazin malı güllü dallı motorlar gibi / Koca aramıyorum ki oğlum ben / Bu şarkılar niye? / Aşk için aaaşk! / Bende sapına kadar var, o ayrı / Ama bil, kesip atamam / Sen olmasan da unutamam ben bu aşkı / Dağları deldim tek başıma / Çölleri aştım bir tek ben / Erleri yendim kız başıma / Sende yıkılmam!’’Bu sözün bittiği, muharririn pes ettiği, havlu attığı noktadır. Çoğu zaman ‘‘Erkek dediğinin en iyisini Taksim Meydanı'nda, darağacında sallayacaksın, bak bir daha yapıyorlar mı!’’ mentalitesinde bir kadının, ki evet, o benim, bu sözlere kayıtsız kalmak gibi bir lüksü olamıyor maalesef...Şimdilerde Tekin'in, aynı şarkının remix versiyonuna çektiği, turne dokümanteri tadındaki klibi dolanıyor müzik kanallarında.Ayşegül dizisi gibi: Özlem sahnede... Özlem turne otobüsünde... Özlem müzisyen arkadaşlarıyla kuliste... Özlem kendisi gibi ‘‘marjinal’’ kankalarıyla orada burada...Hani şarkı bu kadar güzel olmasa, gıcık olmak adına yine aportta bekliyoruz ama aaaah ah...
Yazının Devamını Oku

Yavrukurt ruhu bizim neyimize?

14 Eylül 2003
Vah bize vahlar bize! Günlerdir kendi kendime söyleniyorum: ‘‘Gelmişsin 31'ine, ergen yavru kurt mentalitesi senin neyine kızııım? Dikil bakalım şu köşeye tek ayak... Ömrün geri kalanında yapılacak ve yapılmayacaklar listesinin her cümlesi sil baştan, yüzer defa sıralanacak!’’ Neymiş: Bundan sonra vazifeşinaslık ve sefahat ile işgüzárlık ve sersemlik karıştırılmayacak. Festival kamp alanlarında, çadırlarda madırlarda kalınmayacak. Edepli edepli konserler izlenecek, muhabbetler edilecek, sonunda uzun da olsa yolu göze alıp uyumaya eve gidilecek...

Baştan saralım: Geçtiğimiz hafta vuku bulan ‘‘Festivaller Savaşı’’nda oportünist şansımıza Rock'n Coke ‘‘izlengeçliği’’ düştü. Kimi tanışlar tarafından ‘‘Pis emperyalist, sefil kapitalist, müzik uğruna ruhunu büyük biradere satmış müptezel oportünist’’ ve benzeri ağır ithamlara maruz kalmış olmama rağmen hálimden hoşnuttum. Düşünsenize: Özellikle ergenliğini 80'lerde geçirmiş birinin kaçırmayı göze alamayacağı yerli-yabancı nice yetkin müzisyen...

Üstelik kim -ki buna ben de dahilim- ne derse desin, memleket tarihinin gördüğü en iyi festival organizasyonlarından biri... Kimi aksaklıklara, hayli paranoyak bir güvenlik sistemine ve hava muhalefetine rağmen, iyi tasarlanmış, tıkır tıkır yürümüş, başarılı bir girişim...

Gelin görün ki, bazı şeyler bizden geçmiş artık. Hepi topu iki gün, iki gece süren festivalden, bir nevi ‘‘lay lay lom gazisi’’ olarak çıktım.

Şöyle ki: İlk günün konserleri ve DJ session'ları bittikten sonra, ahir ömründe bir kez bile çadırda gecelememiş bir şehir faresi olarak kamp alanını aramaya koyuldum. Baktım ki gün boyunca defaten olduğu üzre kamp alanının yeri YİNE değişmiş, hapı yutmuş olduğumun idrakına vardım. Zira beni olduğum yerde şöyle bir döndürün, kendi evimin yolunu bulamam; yön mefhumum o derece, bir nevi káşif kalibresinde gelişkindir yani...

Organizasyon fazlasıyla ‘‘organize’’ olduğu için, es kaza görevlilere bir şey sormaya kalktınız mı, gitmeniz gereken yere üç koruma ve bir mihmandar eşliğinde ilerliyorsunuz. E, iyi, güzel; yola düştük. Festival kampı dediğiniz, 250 dönümlük bir alan ve öğrenmenin sonu yok. Nitekim ben de güzergáhımız üzerindeki mekánlardan birinin personel yemekhanesi olduğunu ve personelin akşam yemeğinde bezelye yediğini, yere devrilen kazandan dökülmüş bezelyelere basıp, dandik kovboy filmlerindeki yumruk yiyen figüranlar misali uçup, bezelyelerin üzerine düşünce anladım. (Aşçıya özel not: Hani müşkülpesentlik etmiş gibi olmayayım ama salçayı biraz fazla kaçırmışsınız!)

Anlayacağınız sabahı, çantam çorba içmeye gitmiş bir arkadaşın arabasında olduğu için, içine su girmiş, tepesine yağmur yağan bir çadırın içinde, üzerimde yemek suyuna bandırılmış, buram buram bezelye kokan kıyafetlerim, uyku tulumu ve battaniye olduğu hálde, soğuktan iliklerim titreyerek ettim. Ertesi sabah uyandığımda sağ kolum tutmuyordu. Pazartesi bir zombi edasıyla işe geldim. Salı ve çarşamba ise bünye iflas etti; yatağa düştüm...

Bunun yanında iyi şeyler olmadı mı; oldu elbet... Geri kalan ne varsa süper, hiper, ultra, mega idi... Küçük Amerika lisanıyla; ‘‘Wow anasına sayın seyirciler!’’ nidasını hak eden bir etkinlikti: Performanslar istisnasız şahaneydi. Arkadaşlarla laflamak, her cins insandan oluşan kalabalığı gözlemek eğlenceliydi.

Sonracıma festivalin sunucusu, canım cankuşum Ayça Şen ile V.I.P. kulisine girmek nasip oldu. Echo & The Bunnymen'in ‘‘serin’’ elemanlarıyla aynı masaya oturup muhabbet koyduk. Sugababes'in patates üyelerinden pop yıldızı oluyorsa, kendimizin de pekálá 900'lü hat sahibi olabilecek derecede alımlı olduğuna kanaat getirip, özgüvenimize hormonlu bir muamele çektik. Geyiği harladıkça harladık, karnımızı tuta tuta, ağız dolusu güldük.

İyiydi yani... Ortam süper, arkadaşlık süperdi yani... Bizim zaten ihtiyar doğmuş ve kendi evrimi içinde epeyce kocamış bünyeler olmamız, kimsenin suçu değil yani...

Beni 80'ler yorgunu beniii! Kellenin yarısını kaplayan ak saçlarından utanmaz, haddini bilmezsen olacağı budur: Ateşin yükselmiş, regresyon tavana vurmuş bir şekilde girersin battaniyenin altına, ahlaya vahlaya, anneni istediğine dair ağlaya sızlaya, televizyonda Heidi'yi, Vikingler'i falan izlersin... Tabii, tabii, biz de gün gelecek büyüyeceğiz inşallah!

Hayati önemde not: Evet anne, bir sürü ilaç alıyorum. Evet anne, sıkı giyiniyorum ve bol uyuyorum. Hayır anne, hakikaten gelmene gerek yok.
Yazının Devamını Oku

Alem arabesk olmuş abi!

13 Eylül 2003
İnsan ister istemez bir yafta yemeye, dar bir çerçeveye hapsolmayagörsün; vay háline!.. Öyledir yani; ‘‘bir kısım dinleyici’’nin nezdinde ‘‘bir kısım sanatçı’’nın imajı, hayati ehemmiyet arz eder. Üzerine tartışma, haşa, yürütülemez...

Kimileri, ideolojik bakış açısıyla değerlendiği bir sanatçının müziği hakkında yaptığınız yoruma bozulur. Kimileri, müziğini sevdiği sanatçının yaşam tarzına dair iki kelám ettiğinizde darılır. Kimileri zaten fanatiktir; sevdikleri sanatçı mutlak koşulda dokunulmazdır. Ya da kimileri zaten önyargılıdır; seçkinci dünyasında ve seçmiş olduğu, kendine láyık gördüğü medyumda, ‘‘o gibi zevatın’’ ismini cismini görmek istemez, yok saymayı yeğler...

Peki ama her tür müziğin aynı potada eritildiği bir ülkede, arabeskin, popun, cazın, rock'ın adını koyabilmek mümkün müdür günümüzde Allah aşkına? Musa Eroğlu'nun distorted elektro gitar ve saz sololarıyla kaydettiği türküleri içeren son albümüne ne diyeceksiniz peki? Arif Sağ'ın klásik müzik orkestrasıyla albüm yapmasına? Anjelika Akbar'ın Bach L'Oriental'in tanıtım konserlerinde Asena ile sahneye çıkmasına? Memlekette Mercan Dede ile konser vermemiş hemen hemen kimsenin kalmamasına?

Vallahi dinlediğiniz müziğe bir kıstas koyabiliyorsanız, tebrik ederim; ne mutlu size... Zira benim şablonlarım hafif dağılmış vaziyette.

Misál arabeskin Müslüm Baba’sının, son zamanlardaki hakikatli çıkışlarını esasta bir Nilüfer klásiği olarak bilinen Son Pişmanlık olsun, Teoman şarkısı Paramparça olsun, daha önce ‘‘pop’’ tarzında değerlendirilen şarkılarla yaptığını görmezden gelemeyiz herhalde?

Müslüm Gürses, son olarak, bir Sezen Aksu-Tarkan ortak yapımı olan, daha önce Tarkan tarafından seslendirilen -gerçi söz konusu hálet-i ruhiyeyse, Tarkan'ın seslendirdiği zamanlarda da gayet arabesk bir ruh taşıyan- İkimizin Yerine ile klip Top 10 listelerinde dolanıyor bu aralar.

Bildiğiniz Müslüm Baba yorumlarından, bildiğiniz Müslüm Baba kliplerinden biri... Yalnız bu kez görüntüler, dekor olarak kullanılan kazıklar ve saman çöplerinden dolayı hayli ‘‘dikenli...’’

Klibin bir kısmı, ‘‘bilenler derneği’’nden bir arkadaşımızın tahminine göre Sülüklü Göl'ün kıyısında çekilmiş Müslüm Gürses görüntülerinden oluşuyor. Sudan yükselen sivri ağaç gövdeleri önünde -Ata Demirer'in kulakları çınlasın- málûm el-kol hareketleri ve acılı ifadesiyle Müslüm Baba... (Kimilerinin iddiasına göre, mekánın bir balık çiftliği ya da dalyan olma ihtimali de varmış... Ben ne desem boş...)

Klibin geri kalanında ‘‘sahne’’ taşınıyor. Artık orası bir hara mıdır, mandıra yemliği midir, samanlık mıdır, ahır mıdır, bilinmez... Fabrika ambarı görünümlü, her yerde saman balyalarının asılı olduğu içmekánda, bu kez üzerinde kırmızı ekose gömlekle, yani daha renkli ve ‘‘spor’’ bir gardırop politikasıyla, ancak yüz ifadesindeki acı dozajında bir fark olmaksızın, şarkının ikinci bölümünü söylüyor Müslüm Gürses...

Araya giren kesik kesik sahnelerde de, belli ki ‘‘sarmısaklasak da mı ayrılsak, sarmısaklamasak da mı ayrılsak’’ muallaklarında genç bir çifti, dağ başlarında, su kenarlarında ‘‘hüzünlü hüzünlü takılırken’’ izliyoruz.

Ama şarkı tabii ki pop parçası. Böyle bir ‘pop dinamizmi’ Müslüm Baba'ya uymaz; öyle değil mi?

Hakikaten merakımdan sormak isterim: Nedir şimdi bu şarkının janrı? Müslüm Gürses'in kulvarı?..

Varsa keskin bir makasla biçip ayırabileceğiniz münasip bir yeri, açıklarsanız, minnettar kalırım. Yok, sizin de ezberiniz benim kadar şaşmış vaziyetteyse: Sen üzülme, gülüm, incinme / Canımın içi, iki gözüm, sakın küsme / Bana hediye bırak bütün kederleri / Ben ağlarım ikimizin yerine...
Yazının Devamını Oku

Adsız Arabesk Ruhlular Derneği

7 Eylül 2003
Bugün işe gelirken, radyoda ismi Şokomel Hanım mıdır, Çok Emel Hanım mıdır, Şok Emel Hanım mıdır anlayamadığım bir DJ konuşuyordu: ‘‘Şimdi Ege ve Akdeniz'dekiler gülecek ama üzerimde hem tişört, hem kazak, hem mont, hem de çorap var.’’ Bravo vallahi, sağlamcı bir hanımefendiymiş... Bendeniz üzerimde bir merserize kazak, çorap morap hakgetire, hem bedenen, hem de ruhen, hem de nasıl üşüyorum; bir battaniye bulsam altına kıvrılıp depresyon uykularına yatacağım, o kıvam... Pencereyi açıp, kafamı bir köpek yavrusu gibi dışarı uzattım. Dün bütün gün yağan yağmur dinmiş ama tepede kara-gri, puslu bulutlar, vızır vızır bir rüzgár...

Aşksa bitti, gülse hiç dermedik

İstanbul'da hoyrat bir eylül basmış her yanı; İzmir kalmış kursağımda, yutkunmak ne mümkün... Gözlerim doldu ama ağlama özürlüyüz ya, o iki damla tuzlu su, mümkünátı yok; göz çeperlerinden yanaklara düşmüyor.

E, ne yapayım ben de? İşe gelir gelmez bir koşu standart ilacıma sarıldım. Bilgisayara bir Ahmet Kaya diski yerleştirip kendimi ağdalı bir arabeskin kucağına bıraktım. Olsa bir ‘‘Adsız Arabesk Ruhlular Derneği’’ gidip yazılacağım ama nerdeee?.. Ah bir olsa, yeminle gideceğim, kürsüye çıkıp hüngür böğür anlatacağım: ‘‘Merhaba ben Ebru Çapa. Alkışlarınız için teşekkür ederim. Bakın itiraf ediyorum: Genelde başta acid jazz olmak üzere, caz, soul, blues, rock tarzı, farklı türlerde müzikler dinlerim ama bünyeyi ne zaman aşk, hüzün ve kasvet bassa, damardan Ahmet Kaya albümlerinden medet umarım.’’ O kunt adamın o koyu sesiyle ve ağız dolusu bir hüzün ve öfkeyle söylediği sözlere kulak kabartırım:

‘‘Bozar mı sandın acılar / Beláya atlar giderim / Kurşun gibi, mavzer gibi, dağ gibi patlar giderim...’’ İyi, peki baba, gidelim de; insan kendi tarihinden nasıl kalkıp gider, nereye gider?.. Lobotomi geçirmeden mümkün müdür böyle bir firar?

İzmir'den döner dönmez, aşkın ağır tarihçesinden bir suret belirdi. Saçma sorular düştü zihne peşi sıra: Geyik literatüründe, bitmiş ilişkilerden tanıdık simalara ‘‘ex aşkım’’ denildiğini, doktorların da kurtaramadıkları, kaybettikleri hastalar için ‘‘ex oldu’’ tabirini kullandıklarını filan düşünüyorum. Ex olmuş, yani eski, yani hatta sabık sıfatını kazanmış biriyle, bir ilişki hortlatmak mümkün müdür? O hortlaktan kifayet beklemek ne mene bir işgüzárlık, ne derece ebleh bir iyiniyettir? Böyle ıvır zıvır, kolaysa bir yerinden kıvır mevzular...

Kulağımın içinde Ahmet Kaya: ‘‘Vakit tamam, seni terk ediyorum / Bütün alışkanlıklardan öteye / Yorumsuz bir hayatı seçiyorum / Doymadım inan, kanmadım sevgiye / Korkulu geceleri sayar gibi / Birdenbire bir yıldız kayar gibi / Ellerim kurtulacak ellerinden / Bir kuru dal ağaçtan kopar gibi / Aşksa bitti, gülse hiç dermedik / Bul kendini kuytularda, hadi dal / Seninle bir bütün olabilirdik / Hoşçakal canımın içi hoşçakal / Hoşçakal gözümün nuru hoşçakal...’’ Al benden de o kadar: Hoşçakal, hodbin sevgilim; hoş çakalım, hoşçakal...

Sonunda baktım güneş açar gibi gibi... Hem serde Kova burcu mensupluğu var ya, garibin ekmeği umut ya, daha pastırma yazları gelecek ya... Çıkardım Ahmet Kaya'yı, yerine yerleştirdim mi Eminem'i... İndirdim mi hüzün dükkánın kepenklerini...

Bir acayip, acılı, eförik, esrik rüyaydı; geçti...

Not 1: Geçtiğimiz haftanın yazılarını, Çeşme'den, ortaokul dönem ödevi nostaljisi yaşayarak yolladım. Kalem ve káğıtla yazarak ve faks çekerek... Klavyeyi liseden beri 10 parmak ‘‘tokmaklayan’’ biri olarak koca şehirde bir F klavye için ruhumu şeytana satabilirdim ama ara-tara, basiret bağlanmış; bir türlü bulamadım. Bu arada idrak ettim ki ben uzun zamandır ne günlük ya da uzun uzadıya not tutuyor, ne de aşk-dost mektubu yazıyormuşum. El yazısı dönmüş doktor reçetesine; oku okuyabilirsen... Demem odur ki: Dizgiden kaynaklanan kimi tashihler ve bilincin hilebaz oyunları neticesinde sürçen lapsuslara dair özür dilerim.

Not 2: Tashih ya da lapsus demişken, bunun bir de sersemlik boyutu var: Yalanım yok, hakikaten üzüldüm. Geçen hafta hakkında yazdığım Seyhan Soylu'nun adını, Seyhan Sapmaz olarak yazmışım! Yetmemiş, bunun yanında, anlaşılan o ki, endazenin, yani kinayenin ölçüsünü kaçırmışım. Vakt-i zamanında aramızda geçen mıgırdan bir muhabbeti kaleme aldığım ve anlaşılan o ki, bunu doğru ifade edemediğim için, yanlış anlaşılmaya yol açmışım. Soylu'ya tanıdıklar telefon açıp sormuş; ‘‘Ne o muhabbet tellalığına mı başladın?’’ diye... Haşa, demek isterim. Benim yazdıklarımdan çıkıyorsa böyle bir sonuç, benim ayıbımdır; böyle biline...


Bırak şu konuşanı, bak şu koşana!

‘‘Ben demiştim tayfası’’nın gözü aydın; kınalar yaksınlar... Tarihi değiştirenler, genellikle eleştiriden kendine nema çıkaranlar yerine icraatte bulunanlar, poposunu kaldırıp konuları her neyse, o konuda bir şey ‘‘yapanlar’’ oluyor genelde ama ne gam... O mermerden ahkámlar yine de kesilecek elbet... Bilirler onlar, bir önceki hayatlarında kadın oldukları için, regl ne mene muayyen bir dönemdir, insanın iflahını keser mi, kesmez mi, o durumda 1500 metre koşulur mu, koşulursa nasıl koşulmalıdır ve saire... Evet abiler; Süreyya Ayhan Dünya ikincisi oldu. Tarihe bir ilk olarak düşen bir başarı. Keser mi bizleri? Kesmez elbet... Bize şampiyonluk yakışır... Hem zaten biliyorsunuz, kadın tembel, kadın ukálá, kadın Selamsız Bandosu, kadın aşüfte... Kapı kulluğu yapmıyor, aşkını savunma gereği duymuyor, antrenman ve yarış programını ‘‘büyük birader’’lerine sormadan ayarlıyor. Linç yakışır ona, linç... Öyleyse vurun kahpeye... Az önce Süreyya Ayhan, Brüksel Grand Prix’sinde 3.55.34 ile yeni bir Türkiye rekoru kırdı ve yarışmayı birinci bitirdi. Siz durduğunuz yerden kadını deşmeye çalışırken, o bu konuda ‘‘biraz’’ koştu. Tabii, tabii, bakın şu hayatın gidişine -hay bin kunduz!- yine dediğinize geldik. Haklısınız, biliyoruz, en iyisini, en doğrusunu ve her bir şeyi siz bilirsiniz; evvelden de söylemiştiniz...


Muhabbetin içinden...

Bir alışveriş merkezinde düzenlenen minder sohbetine katılan Asuman Krause'ye sohbete katılan ‘‘hayran’’lardan biri soruyor: ‘‘Bugüne kadar kaç erkekle beraber oldun?’’ Habere göre ‘‘bozulduğunu belli etmemeye çalışan’’ Krause yanıtlıyor: ‘‘Dört, beş; hadi seni kırmayalım, altı olsun...’’ Muhabbetin ardından etrafında toplanan gazetecilere isyan ediyor: ‘‘Böyle ters sorular sorulunca 'Seni ilgilendirmez' diyemiyorsun. Ondan sonra 'Bu manken kaprisli, şımarık' diyorlar. Elimden geldiği kadarıyla soruları cevaplamaya çalıştım ama böyle sorular sormak çok ayıp.’’ Hiç olur mu? ‘‘Muhabbet a la Turca’’nın esası bu: Ayıbın yolları kayıp! Daha önce de dile getirmiştim: Ne zaman bu gibi bir mevzu gündeme gelse, Hakkı Devrim ile TV programına başlayacağı ilk dönem yaptığımız bir röportajda söylediklerini hatırlıyorum. ‘‘Kendimi bu programa hazırlamak için sordum, soruşturdum, bol bol da düşündüm’’ demişti Devrim; ‘‘Türk usulü sohbetin ne mene bir şey olduğu üzerine...’’ Vardığı sonuç neydi dersiniz: ‘‘Diyelim ki Haydarpaşa'dan trene bindin ve karşındaki yolcuyla havadan sudan konuşmaya başladın. Daha Göztepe'ye gelmeden, adamın yaşını, mesleğini, siyasi görüşünü, medeni hálini, evliyse çocuğu olup olmadığını, çocuğu yoksa kusurun karısında mı kendisinde mi olduğunu öğrenirsin.’’ Temelde fütursuz bir teklifsizlik var anlayacağınız. Krause hele ki bir manken olarak ‘‘minder muhabbeti’’ne katılmakla yine iyi cesaret göstermiş yani...
Yazının Devamını Oku

Onu bunu bilmem ama bu CEZA iyi bişi

6 Eylül 2003
‘‘Yo! Türkçe sözlü rap olmuyo aaabi! Bizim dil, rap müziğe yakışmıyo my maaan!’’ düşüncesi güden rap ‘‘müzik sever-ama-anlamaz’’larını, geçtiğimiz yıl hem en iyi rap şarkısı, hem en iyi rap albümü, hem de en iyi rap sanatçısı dalında kazandığı ödüllerle, Türk hip hop áleminin en iyisi olduğunu kanıtlamış bulunan CEZA'ya ve onun şahane parçası Med Cezir'e davet etmek isterim. Albümün neredeyse bir yıllık olduğunu biliyorum fakat naçiz şahsıma, albümle aynı adı taşıyan parça Med Cezir'in klibini izlemek, daha yeni nasip oldu. Olabiliyor bazen, hem kekeme hem geveze müzik kanalı ortamlarında böyle kayıplar; n'apalım, buna da şükür... Geç olsun, güç olmasın...

Nasıl desem? ‘‘Adamlar yapmışlar aaabi’’ ve dahi ‘‘Türkiye'de de iyi şeyler oluyor.’’ Oluyor muymuş; oluyormuş vallahi: Misál; arslan gibi Türkçe sözlü rap ve seyirlik, gayet şık bir klip... Olabiliyormuş...

‘‘Şair olmak isteyen bir gezgin / Yaşama hevesi kalmamış bir bezgin...’’

Bu dizelerle başlıyor Med Cezir... Sarı sepya nostaljik çocukluk hálleri, rengáhenk doğa manzaraları (Sapsarı çiçek tarlaları, masmavi gökyüzü, yeşil, yeşil, yeşil...) ve siyah-beyaz bir kumar masasının karanlık, öfkeli, kasvetli ortamı arasında gidip gelen görüntüler eşliğinde CEZA, gayet lirik, gayet politik, gayet akıcı ve şairane döktürüyor:

‘‘Nargilenin dumanına benzer hayallerim / Sadece beni zehirler ve uçup gider / Kafileler gibidir insanlar / Bazen seni seyreder giderler / Herkes kendine paha biçmiş / Kendine karşılıksız bir çek / Emeklerim dostluktan yana / Ama olmuyor! / Anneme sordum, niçin böyle? / Ama baktım o da ağlıyor...’’

Memleketin rap müzik meraklısı insan kaynamadığı málûm. Dolayısıyla CEZA'yı tanımayanlar olabilir diye, dem vurmakta fayda var. Kendini Boğaz'dan, daha doğrusu onun tabiriyle Bosphorus'dan gelen bir MC olarak tanımlayan, 1977, Üsküdar doğumlu bir rapper CEZA. Nam-ı diğer, yani a.k.a., ÖLÜMCÜL KAFİYECİ anlamına gelen FATAL RHYMER... (Bildiğiniz üzre rap müzikle iştigál eden şahsiyetlerde böyle doymalar bilmeyen bir müstear isim iştahı oluyor! Her biri, uçurtma kuyruğu gibi bir-üç-beş uzayan lákaplar taşıyor. Örnek: Esas ismi Marsal Mathers olan, Slim Shady adıyla da tanınan, bunların yanında esas şöhretini Eminem adıyla edinen malûm yıldız!)

CEZA, ilk olarak Türkiye'nin en ünlü DJ'lerinden Dr. Fuchs ile '98 yılında kurduğu Nefret isimli grupla adını duyurmuştu. Birlikte Meclis-i Ala İstanbul ve Anahtar isminde iki albüm yapıp, yerli rap müziğin Türkiye'de gördüğü ilgi göz önünde bulundurulunca, hakikaten takdir-e şayan bir başarı elde etmişlerdi. O albümler, bugün hálá satıyor. Ki, zaten Med Cezir ile ilk solo albümünü yapmış olan CEZA'nın da solo çalışmalardan dolayı Nefret'ten ayrılmak gibi bir niyeti bulunmuyor.

Dilerseniz bırakalım CEZA, derdini, resmi web sitesinde ifade ettiği şekliyle, kendi sözleriyle anlatsın:

‘‘Bazı geri zekalıların Amerikan emperyalizmi sandıkları rap, bende yoğrularak size ulaşıyor. Tabii dik kafalı, sabit fikirli öküzler, bakış açısı dar olan bu insanların anlayamayacağı dilden. Dilim kılıç gibidir. Kendilerini savunduklarında radikal zanneden, aslında beyinsiz olan bu insanlara tarihten örnekler vermenin bilmemne 'izm' olmadığını, gerçekleri söylemenin bilmemne 'izm'lerle etiketlenmeyeceğini öğretmek gerek. Sonuçta benim anlattığım her şey, mantıklı düşünebilen toplumumuzda her bireyin anlayabileceği ve doğruluk payları yüksek, genel problem ve olaylar. Sanatsal olarak bunları yansıtmak, her şeyin legal yolla (albüm, konser, basın, vs.) olması, dürüstçe söylemler ve bunlarla binlerce dinleyiciye ulaşmak, destek görmek, büyük bir manevi haz vermekte. Amaç ünlü ya da zengin olmak değil...’’

O da olur, ne diyelim... Zannetmiyorum yani, ünlü ya da zengin olmaya da ciddi bir itirazı olacağını...

Fakat neresinden baksanız, enteresan bir adam CEZA. Meslek lisesi mezunu, uzun yıllar, rap müzisyenliğinin yanı sıra elektrik işçiliğiyle iştigál etmiş, sayaç okuyarak hayatını kazanmış bir genç adam. Bu sebepten olsa gerek, rap müziğin anavatanı ABD'den müzisyenler söz konusu olduğunda, sadece kız meselelerinden, seksten, ve görmemişlik derecesinde paradan bahseden, boyunlarında ve parmaklarında kaya gibi pırlantalarla, altınlarla, son model arabalarla ve her bir yeri oynayan, neredeyse çıplak dansçı kızlarla dolu klipler çeken Batı Yakası (West Coast) rapper'larından ziyade, nispeten politik söylemi olan, Dünya meseleleri üzerine kafa yoran Doğu Yakası (East Coast) müzisyenlerine yakın hissettiğini söylüyor kendini. (Batı yakası takımının kliplerindeki abartı málûm, bizde de uzun yıllar ilgiyle izlenen Evli ve Çocuklu dizisine espri malzemesi bile olmuştu. Evin babası Al Bundy, mastürbasyon yapmak istediğinde bu klipleri izliyordu!)

Adamımızın meselesi var yani; kendisiyle, sosyeteyle, ülkesinin ve Dünya'nın gidişatıyla, sistemle, insanlıkla... Ve ‘‘álemin kralı benim’’ diyecek derecede de iddialı, her rap sanatçısı gibi... Nakaratta dediği gibi: ‘‘Kanadımı kırdılar uçamadım anne / Savaşa soktular koşturdum / Kalbini açmayan herkesin aklına / Eğriyi doğruyu ben soktum / Sonbaharda dökülen yapraktım / İlkbaharda geri geldim ben / Aileme dostuma selamlar olsun / Gökkuşağındaki bir rengim ben / (nakarat) Yağmur sonrası güneşim ben...’’

Valla onu bunu bilmem ama adamım; kesinlikle ‘‘iyi bişi’’şin sen!
Yazının Devamını Oku

Yaz günü, ıslak klipler bir nevi yükselen değer

30 Ağustos 2003
Ayıptır söylemesi ‘‘bu satırların yazarı’’ hali hazırda Çeşme'de bulunuyor. Dolayısıyla gözüm deniz, kumsal haricinde pek bir şey görmüyor. Yine de hormonlu vazife bilinciyle müzik kanalları arasında zıpladığımda -yaptım yani yapmadım değil!- bu konuda yalnız olmadığımı idrak ettim. Malum yaz sezonu, ıslak klipler bir nevi yükselen değer... O şarkıcı, bu türkücü, öbür kimliği ve mesleği meçhul şahıs; álem olmuş leb-i derya...

Bunu genellikle bornoz pazarlama harikası Petek Dinçöz yapar. Daha önce de muhtelif seferler belirttim: Arasanız tarasanız Petek Dinçöz'ün bünyeyi -yağmur olsun, şelale olsun, deniz olsun- suya bandırmadığı bir klibini zor bulursunuz.

Herhalde ki iş yapıyor, hanımefendinin formülü klibal bir enfeksiyon olarak tüm camiaya bulaşmış.

Misal; Davut Güloğlu'nun Katula Katula'sı... Güloğlu, tamamen sübjektif bir kanaatle şahsını katıla katıla güldüren klipte, denizin ‘‘nur inmiş’’ bir yerinden doğuyor. Akabinde de kolları parmaklarına dek uzanan pek afilli bir kazak ve kot pantolonla o su öbeği senin, bu kumsal benim, dalgaları, su birikintilerini tokatlaya yumruklaya, kendi tabiriyle yeni bir ‘‘sound’’ içeren (Karadeniz türküsü üzeri cıs-tak ritimler) parçasını söylüyor.

Sonra mesela podyumların sahnelere ilk transferlerinden Demet Akalın var. Akalın, İbrahim Kutluay'ın annesine -ki bir zamanlar malumunuz kayınvalide namzetiydi- selam yolladığı ‘‘Senin Anan Güzel Mi’’nin üzerinden yeterince -fazlasıyla- zaman geçmiş olduğunu idrak etmiş olacak ki yeni bir şarkı yapmış. E, malum, arada bir göğüs dekoltesinin hálá ‘‘taş gibi’’ olduğunu áleme göstermekte fayda var! Dolayısıyla şöyle deniz toplu, bikinili bir sahil klibi piyasayı artırır: ‘‘Ben sevdanın yollarında yürüdüm/Çok yürüdüm.’’ Yemin etse başı ağrımaz yani...

Sadece ‘‘piyasa’’ zatlar mı? Orjinal Altyazılı (Orijinal değil nedense, orjinal) albümüyle haklı bir beğeni kazanan Feridun Düzağaç, nam-ı diğer F. D. de albümün çıkış parçasını deniz kenarında bir kliple ‘‘vaftiz etmiş...’’ Uzun saçlı, ince uzun siluetiyle ve depresyondan sıyırmış bakışlarıyla terennüm ediyor: ‘‘Ben kısaca F. D. /Ama sen bana uzun uzun 'seni seviyorum' de...’’

Denizdir bu: Her tür depresyona birebir yani... İyottu, suydu, yosundu; her kanayan yaraya ilaç gibi yazılabilir... Kişi kendinden bilir işi... Benim bet ruhum bile hasbelkader kendini toparladı ya, cümlenize ummanlar dilerim...
Yazının Devamını Oku