Ebru Çapa

Konservatuvar yıllarında folklor oynamışlığı var ‘‘Altyapı’’sı müsait yani

25 Ekim 2003
Cankuşun biriyle toplantı odasındaki televizyonun karşısına konuşlanmışız, öööyle boş boş bakıyoruz. Bu aralar tempomuz ‘‘biraz’’ yoğun. Takatimiz hepten tükenmiş. Öyle ki bünyede az biraz derman olsa, vazifeşinas bir tutumla zaplayacak, müzik kanalı falan arayacağım ama ı-ıh... Kumanda uzakta, masanın ü-hüüü, ta öbür ucunda. O sırada odaya başka bir arkadaş girip kumandaya davrandı. ‘‘Ablalar’’ dedi, ‘‘alláme-i cihan mısınız yoksa şizoid mi?’’

Bir an birbirimize, sonra ona bakıp, Bremen mızıkacıları gibi bir ağızdan, böylesi bir soru karşısında verilebilecek yegáne cevabı verdik: ‘‘Ha?!’’

‘‘Bir önceki hayatınızda Yunan Parlamento üyesiydiniz de hipnoz olayına girip o günlere falan mı döndünüz? Sizde Yunanca var mı ki en ciddi ifadenizi takınmış bunu izliyorsunuz?!’’

Mevzuya ancak o noktada uyanabildik. Meğer ekranda Yunan MEGA kanalı açıkmış, üstelik orada da bir acayip forum programı var. İki köşe yastığı gibi geçmişiz televizyonun karşısına, bakıyoruz, görmüyoruz; duyuyoruz, algılamıyoruz... ‘‘Aptal kutusu’’nun, televizyon için üretilmiş en ideal tabir olduğunu konfirme etmek adına kiralanmış konu mankeni gibiyiz...

Bizim gaddar ve yakışıklı olduğu kadar küstah arkadaş kanalı değiştirdi. ‘‘Ben’’ dedi, ‘‘iyisi mi size bir müzik kanalı açayım tedavi niyetine... İsviçre'de koyunları rahatlatmak için Mozart dinletiyorlarmış, iyi geliyormuş.’’

Muhabbet eni konu hakaretamiz bir tona sardığından, artık gücümüze gitti. Onu muhattap bile kabul etmeden, yanıma döndüm: ‘‘Yahu bu zavallının başına gelenlerden haberi yok. Zihninin tamamen kontrolümüz altında olduğunun farkında değil. Enerjimizi yoğunlaştırıp, onu odaya getirdiğimizden tamamen bihaber... Biz burada adamı parya niyetine kullanıyoruz, oysa kendi iradesiyle davrandığını zannediyor. Yetmezmiş gibi üstüne bir de bilmişlik taslıyor. Pöh...’’

Cankuş pası havada kapıp şık bir hamleyle topa girdi: ‘‘Tabii be! Var ya, bizdeki kudret, bizdeki fors kimsede yok kızım. Düşünce gücüyle TAK, verdik talimatı, ŞAK, anında oldu.’’ (Şimdi gel de burada Tansu Çiller'e olan göz yaşartıcı bağlılığı yüzünden adı Tak-Şak Paşa'ya çıkan Doğan Güreş'i anma. Ne demişti bir zamanların Genelkurmay Başkanı, sonraların DYP milletvekili: ‘‘Benim için bir hanım başbakandan talimat almak hiç sorun değil. O tak diye emrediyor, ben de şak diye yapıyorum.’’)

‘‘Evet, tabii’’ dedi kumandalı sefil müdahil... ‘‘Sanki bugün enerji ve beyin kelimeleri ikinizin adlarıyla aynı cümle içinde geçebilirmiş gibi...’’

Tam bu lafın üzerine VJ hangi şarkıyı anons etti dersiniz?

Evvvet, bildiniz: İzel'in son albümüyle aynı adı taşıyan ‘‘Şak!’’

Ben bunun üzerine ıslıkla Alacakaranlık Kuşağı'nın jenerik müziğini çalmaya başladım. Cankuş ‘‘Ommm, ommm’’ diye sayıklamaya koyuldu. Bizim bilmiş parya da tırsmış olduğunu çaktırmamaya çalışarak kapıya doğru seyirtti. Arkasından seslendik: ‘‘Yarım saat sonra yine geleceksin. TRT 2'de iyi bir film başlıyor. Kanalı değiştirmen lázım.’’

Sonra Tibet'e astral yolculuk yapıp, evi Xanadu'ya dönmüş Mandrake edalarıyla yine ekrana döndük.

İzel, málûm klipte yine arkasına labut misali dizilmiş dört-beş dansçıyla ‘‘teenager-band’’ (ergen grubu mu deseydik?) figürleri attırıyor ya, bu kez paralize olmakta biraz zorlandık. Gayri ihtiyari laflamaya başladık. Klip boyunca aramızda dönen geyik şu şekilde seyretti:

Cankuş: - Ya, üzerime bir 80'ler hafifliği geldi birden. Hayır mıdır, şer midir bilemedim.

Ben: - Endişelenme, şarkıdandır. Ofra Haza'nın, bir zamanlar milli marş sıklığında duyduğumuz şarkısının müziği bir yandan, koreografi bir yandan; olur o kadar...

- Peki ihtisasını ‘‘tap-on’’ listeleri üzerine yapmış bir uzman gazeteci olarak sen bilirsin. İzel'in bu son yıllardaki dans tribi nedir abi?

- Sesinde kinayeli bir ton seziyor olabilir miyim? Senin araştırmacı-taraştırmacı gazetecilik melekelerin sayesinde memleket kurtuldu da biz mi kaçırdık?

- Neyse ne yahu? Hakikaten merak ediyorum. Bu kadın eskiden içli içli şarkılar söylerdi. Şimdilerde Vanilla Ice kıvamında dans edip, şarkı sözleriyle de tavır mavır koyuyor. ‘‘Şak diye keserim, orda kalırsın’’lar, ‘‘hiç çekemem’’ler filan... Ne ayak?

- İki yıldır filan yabancı bir hocadan dans dersleri alıyor. Camianın en iyi dans eden pop starı olmaya ahdetmiş. Hem konservatuvar yıllarında folklor oynamışlığı var. ‘‘Altyapı’’sı müsait yani...

- Ama dans edemiyor?

- O ediyor, sen anlamıyorsun. Yeterince konsantre olmuyorsun çekirge.

- Ha, tamam o zaman... Ya, benim mecalim yok; çok üşendim. Sen şu beyin gücüne davranıp bizimkini getirsene odaya. Herif çıkarken kumandayı bulduğundan daha da uzak bir noktaya bıraktı gitti. Gelsin kanalı değiştirsin. Birazdan Ahmet Çakar'la Reha Muhtar'ın programı başlayacak; güleriz hiç değilse...
Yazının Devamını Oku

Felsefe yapma

19 Ekim 2003
Picus'un son sayısında ‘‘bireysel gelişim kitapları’’ dosya olarak ele alınmış. Leblebi misali satan bu yayınların kerameti sorgulanıyor. Sormuş soruşturmuşlar. ‘Bestseller’’lara dair Mehmet Murat Somer imzalı bir yazı, Doğan Cüceloğlu ile bir söyleşi, sosyolog Ali Akay ve psikiyatr-yazar-yayıncı Cem Mumcu gibi isimlerden alınmış görüşler, çeşitli yayınevleri ve editörlerden edinilmiş birçok bilgi var.

Fena olmamış ama ı-ıh; eksik yani... Hani henüz eskizi bile ortada olmadığı hálde TV programlarına konu olan ‘‘felsefe’’ kitabı ile gündemin yine tepesine bağdaş kuran ‘‘potansiyel filozof’’ Hülya Avşar'dan görüş? Var mı? Yok...

Oysa aktris-şarkıcı-ekonomi gurusu-resim eksperi-dergi genel yayın yönetmeni-tenis yıldızı ve filozofu Avşar'ın bu konuda söyleyeceği sağlam şeyler olduğundan adımız gibi eminiz.

Zira tahminimize göre, kendisinin felsefe kitabı addettiği şey de böyle ‘‘Selülitten korunmanın ve gündemde kalmanın 101 yolu’’ ya da ‘‘Entelektüelleri ajite ve medyayı alet ederek ve bedavadan reklamımı yaptırarak nasıl Hülya Avşar oldum’’ türünden bir ‘‘bireysel gelişim kitabı’’ olacaktır onunki de...

Málûm, bu günlerde, bu topraklarda astrolojiyle astronomi ne kadar karıştırılıyorsa, felsefeyle ‘‘tembel işi bir kitap okuyup müzmin mutsuzluğumdan nasıl yırtarım’’ kitapları da o kadar karıştırılıyor. Ben yine kendi derdime düştüm: Piyasada ‘‘Avşar oltaya taş bağlasa gelecek olan sazan gazeteciler için kendini korumanın ve hanımefendiye kayıtsız kalmanın 2956 yolu’’ isimli bir kılavuz kitap var mıdır acaba?

Hamasetin içinden

Hatırlarsınız, Asmalı Konak'tan çok önceleri, Alpay ile Cansel aşkı vizyondaydı: Kasmalı Konak; azzz sonra.... Demeye çalıştığım şudur ki, Alpay Özalan, şimdiki eşiyle TeleVole kameraları aracılığıyla flört etmeye başlamıştı. Yani herhangi bir emeline ulaşmak adına medyayı kullanma melekesini haiz, kurnaz bir adamdır... Alpay, resmi web sitesinde, günlük bölümünde ifade ettiğine göre, Beckham'a küfretmemiş; hem ‘‘Beckham'ın annesini tanımazmış etmezmiş zaten.’’ (Son derece inandırıcı bir üslup. Zira biliyorsunuz, bizim memlekette kişiler birbirlerinin sülalesine ancak ve ancak tarafların karşılıklı soy sop tanışması durumunda sinkaflı küfürler eder.) Fakat biraz da hamaset edebiyatı lazım: ‘‘Beckham'ın tükürüğü yüzüme gelseydi aldırmazdım. Ama formamdaki ay-yıldıza gelince dayanamadım.’’ Kollarını bedenine yapıştırıp, esas duruşa geçip Ziya Gökalp'ten filan bir dörtlük de okusaymış tam olacakmış! İnsan sinir oluyor. Çünkü The Times'ın Alpay'a gönderme yaptığı ‘‘ayaklı PR kábusu’’ başlığına hak vermeden edemiyor. Yüzde yüz haklı olduğun bir konuda biraz vakar takınsan, biraz akıllı uslu laflar etsen olmuyor mu? Bir dostumuzun birkaç argo kelime sarfettikten sonra söylediği gibi: ‘‘Bir konuda haklı olmak yetmez, haklı kalabilmek önemli.’’
Yazının Devamını Oku

Gözlerinin etrafındaki çizgilerle daha güzel bir Şebnem Ferah

18 Ekim 2003
Şebnem Ferah'ın ikinci albümü ‘‘Artık Kısa Cümleler Kuruyorum’’ ilk piyasaya çıktığında aramızda kinik bakışıyla nam salmış bir dostum; ‘‘Yalana bak!’’ diye girmişti mevzuya; ‘‘Şarkının adı bile utanmasa bir koca satır! Kadın her albümde şarkı sözü niyetine bir Dede Korkut destanı döşeniyor, sonra da artık kısa cümleler kurduğunu söylüyor!’’ Bizim cankuş, kendini sözün şehvetine kaptırdı, kendisi de hayli uzuuun cümleler kurarak, konuştu da konuştu: Şebnem Ferah'ın şahsıyla bir derdi yokmuş ama evde toz alırken söylenemeyecek tipte şarkılar onu bozuyormuş. Pop müzik dediğin biraz lay lay lom olmalıymış canım; sofistikasyonun o kadarı, boyunu aşıyormuş...

Zevk meselesi elbette, tartışılmaz... (Bu da ‘‘Ben hayatta yalan söylemem’’i takiben tarihin yazdığı en büyük ikinci yalan değil midir?) Fakat bir noktada yüzde yüz haklı olduğunu teslim etmek gerekiyor: Şebnem Ferah, hakikaten de ‘‘lay lay lom’’ kategorisinden ele alınabilecek bir müzisyen değil.

Bana sorarsanız, iyi ki de değil...

Kendi adıma, sırf ilk albümü Kadın'daki ‘‘Yağmurlar’’ ve ‘‘Bu Aşk Fazla Sana’’ yüzünden bile nezdimde bir ömürlük kredisi bulunduğunu söyleyebilirim. Tamam, müteakip albümlerde hakikaten ‘‘daha uzun cümleler kurduğu’’ da kabulümüzdür. Eh, Şebnem Ferah kadın gibi kadın, insan gibi insan olduğu için, ne yapsın, uzun ve derin mevzular söz konusu olunca, uzun ve derin şarkılar yapıyor; elden ne gelir...

Ferah'ın, son albümü ‘‘Kelimeler Yetmez’’deki şarkıları ne mene badireler atlattıktan sonra yazdığı cümlemizin malumu... Kendisi sağlam bir abla; büyük acılardan geçmiş (İnsanın peş peşe ablasını ve babasını kaybetmesi, üzerine bir de spekülatif bir aşk acısı yaşaması kolay olmasa gerek. Allah muhafaza; tahayyülü bile zor...), yıkılmamış, ayakta kalmış, zehrini de şarkıları aracılığıyla akıtmayı huy edinmiş bir hatun kişi...

Evine kapandığı, gitar bile çalmadığı, bahçeyle ilgilenip ahşap boyadığı bir dönemde yazmış şarkıları. Bir röportajında ifade ettiği üzre: ‘‘İnsanın bazen kendi hayatını yeniden keşfetmesi gerekiyor. Benim gibi yalnız yaşamaya alışkın biri, sonradan biriyle hayatı paylaşmaya başladığı zaman, geri dönüp tekrar yalnızlığa alışması ilk başlarda zor oluyor. Ben evimdeki bibloyla bile manevi ilişki kuran biriyim. Yeni bir şey aldığımda eskisine üzülürüm. Değer verdiğim birinden ayrıldığımda zorluğu oldu.’’

Albümden klibini çektiği ikinci parça olan ‘‘Gözlerimin Etrafındaki Çizgiler’’ Ferah'ın yaşadığı tecrübelerle daha da olgunlaştığını ve gözlerinin etrafındaki çizgilerle daha da güzelleştiğini konfirme eden bir nevi belge gibi...

‘‘Gözlerimin etrafındaki çizgiler artık belli oluyor / Bütün o çizgiler son bir yılda oldu sana, bana, bize ağlarken / Ben leyla olmuşum kimin umrunda mecnun gitmişken / Bu ne garip bir yangındı böyle; sen söndün ben yanarken / Ruhum iki ucun arasında gezinip duruyor / Bugün zaman akmasın dursun ben içinden geçeceğim / Peki ben neden hálá böyleyim? / Neden hálá geçmişteyim? Belki de ben sana hálá aşığım / İşte tam burda, karşındayım / Ya şimdi tut elimden / Ya da bir daha söz etme özlemekten / Çook çook çoook karışığım zaten.’’

Ne denir? 30'larında, yalnızlığıyla arasındaki sulhünün ezberi dağılmış bir kadın olarak şahsen Şebnem Ferah'ı sevmemek gibi bir lüksüm yok benim. Bizim ‘‘lay lay lom’’ meraklısı arkadaşın sevdiği türden, insanın dimağına, bir yaz günü ayakkabı altına yapışan çiklet misali yapışan nakaratlar üreten şarkıcı bol piyasada.

Ama bir Şebnem Ferah bir daha ne zaman gelir, meçhuldür derim...
Yazının Devamını Oku

Beraber bunaldık biz bu yollarda!

12 Ekim 2003
13 yıldır, 1990'dan beri İstanbul'da yaşıyorum. Eh, kabul edersiniz ki 31 yaşındaki birinin hayatında 13 senenin epey bir hükmü vardır. Ömrün ilk 10 yıllık dilimini şuursuz bir çocukluk evresi addedecek olursak, denilebilir ki kendimi bildiğim dönemin yarıdan fazlasını burada tükettim. (Gerçi ‘‘kendini bilmek’’ gibi ‘‘bilinçli’’ bir yaklaşımın şahsımla aynı cümle içinde geçebilmesi de ziyadesiyle ironik ya, neyse...)

Peki nasıl oluyor da olabiliyor? Yani nasıl oluyor da hálá şaşırabiliyorum? Hálá çıldırabiliyorum? Hálá saçımı başımı yolabiliyorum?

Şehrin bütün karayollarını kazmak için tam da okulların açılacağı, tatilcilerin şehre döneceği, yağmurların başlayacağı, çamurların sağa sola ahenkle sıçrayacağı dönemin bekleneceğini bilmiyor muyduk yani? Bu hep böyle olmuyor mu sanki?

Evet efendim, işbu metin, köstebeklere özel, devasa bir kooperatif şantiyesini andıran, bağrı deline deline eleğe dönmüş şehrin yollarında kafayı yemenin eşiğine gelmiş, cinnetin sınırlarında sek sek oynayan gariban bir müzmin yolcunun isyanıdır.

Oysa ben de herkes kadar antrenmanlıyım yani. 13 yılda, ohooo, ne sıkışık trafiklerde ne sinir harpleri yaşadık, ne küfürler ettik... Gözlerimizin sinirden dolduğu, midemize krampların girdiği oldu; hem çok oldu, hep oldu... Kendisine gün yüzü göstermeyen sevgilisinden ne yapsa vazgeçemeyen, bağımlı tabiatlı zavallılar gibi terennüm ettik durduk: ‘‘Şurası metro kazısı yüzünden takıldığımız yer / Şurası doğal gaz kazısı yüzünden sıkıştığımız yer / Şurası asfalt çalışması yüzünden mıhhh gibi çakıldığımız yer / Buralarda sık sık delirişim ondan... / Beraber daraldık biz bu yollarda / Beraber bekleştik -iki damlacık da olsa- yağan yağmurda / Şimdi trafiğin her tıkanışında / Bana her şey 'o kafa'yı hatırlatıyor...’’ (Hastasıyım bu klişe tabirin: O kafa, ah o kafa!..)

Peki niçin Allah'ım, niçin hálá şaşırıyorum? Salak mıyım? Umutsuz vaka mıyım? Uyumsuz muyum? Yoksa kalıcı bir travmanın izdüşümü müdür bu? Aşamamış bir şuursuz muyum?

Üniversitenin ilk senesinde, tatil için gittiğim İzmir'den dönüyordum. Bir gece yolculuğuydu; sabah, o dönemin ilk vizesine girecektim. O zamanlar memleketin otobüslerinde henüz sigara içmek de serbest... Sabaha kadar muavine cehennem azabı yaşattığım, kahve üzerine kahve söyleyip -yeni başlamışız, hevesliyiz ya- sigara üzerine sigara yaktığım, kitap okuduğum, karanlığa gözlerimi dikip, Allah bilir incir çekirdeğini doldurmaz neler neler düşündüğüm seferlerin ilki... Otobüs İstanbul'a sabah 07:30'da varacak, benim sınav 11:00'de; içim rahat...

Ekspres sefer olduğu için, yedi buçuk saatte İzmir'den İstanbul'a vardık varmasına... Fakat o da ne? Köprüde tamirat başlamış; trafik felç... Üç buçuk saatte karşıya geçemedik. Bu sayede ilk vizesini kaçırmayı başarmış tescilli bir sersem olarak, daha ilk dönemde okulda haklı bir ün edindim. Daha sonraları bu konudaki performansımı istikrarlı bir şekilde geliştirdim, üstelik bunu tamamen iradi bir şekilde yaptım; ayrı...

Geçtiğimiz hafta, Boğaziçi Üniversitesi'ne gitmek üzere yine yollardaydım. Bu yıl 140. yaşını dolduran üniversitede düzenlenen etkinlikler kapsamında, ezelden ebede hastası olduğumuz yönetmen Costa Gavras konuk ediliyordu. Kendilerini dünya gözüyle görecek, basın toplantısı ve söyleşiye katılacak, naçizane birkaç soru soracaktık.

14:30'daki basın toplantısına girdik girmesine... Gittik, gördük, gazeteye döndük, haberi geçtik... Akabinde, bu kez söyleşiyi izlemek amacıyla tekrar BÜ'ye doğru yola koyulduk. Gelin görün ki, 18:00'de başlayan söyleşinin ancak kuyruğunu yakalamak mümkün olabildi. Zira İkitelli-Etiler mesafesini ancak üç buçuk saatte katedebildiğimiz için, kampuse vardığımızda saat 20:00 küsurdu...

Ahhh belálı İstanbul, üniversiteden geçeli çok oluyor; şu trafiğinden mezun olmak nasip olacak mı bir gün?

Fes başıma, fes başıma fesine kurban olayım

Nasıl standart bir geyiktir bilirsiniz. Yurt dışı turnesinden, gezisinden, vs.’den gelen hemen her sanatçı, bürokrat, vs, faltaşı gibi açılmış gözlerle, hayretlere garkolmuş, dehşetlere kapılmış hállerde anlatır hani: ‘‘Batı'da çok yanlış tanınıyoruz. Benim Avrupai bir görünüme sahip olmama çok şaşırdılar. Orada Türkler'i hálá çarşaflı ve fesli zannediyorlar.’’ Bak sen Allah'ın işine! Neden acaba? Bir yabancıyla röportaj söz konusuysa yanına fes, nargile türü ‘‘görsel ekipman’’ almayı katiyetle ihmal etmeyen ‘‘tam teçhizatlı’’ medya mensupları yüzünden olabilir mi dersiniz? Memlekete yeni bir teknik direktör ya da yabancı bir müzisyen, aktör filan mı geldi; tak kafasına bir fes, tutuştur eline nargilenin marpucunu, çek fotoğrafını, resim altına döşen baba döşen: ‘‘Bilmem kim, Türkiye için şunu dedi, bunu dedi... Boğaz'a bayıldı, Turkish kebaplara doyamadı, rakıyı acı buldu, vs, vs...’’ Yine de hayat safi klişeden ibaret değil çok şükür. Arada bir Christoph Daum gibi ‘‘mızıkçı oyunbozan’’lar da çıkabiliyor. Daum, ziyadesiyle enteresan bir adam. Burada geçirdiği onca yılın getirisi olsa gerek, bizi artık bizden iyi tanıyor mübarek! Kolaysa tufaya getir... Fotoğrafını çekmek için kafasına fes geçirmeye çalışan gazeteciyi nasıl reddetti geçen hafta: ‘‘Atatürk'ün yasakladığı bir şeyi ben takmam.’’ Ben bu olayın üzerine şöyle fikr-i takip içeren bir haber bekledim ama çıkmadı: ‘‘Daum, çoğu mankenimizin aksine TBMM'nin açılışı ile Atatürk'ün doğum ve ölüm tarihlerini de biliyor. Türk'ün fendi, Alman'ı yendi. Alman teknik direktörü resmen asimile ettik!’’

Envanter tutmayı bilmiyor!

İlk andan beri ‘‘naif ve kırılgan yıldız’’ Gwyneth Paltrow'da bir sazanlık sezer dururuz, boşuna değilmiş. Oltaya taş bağlasanız gelecek yani; o kıvam... Paltrow, ABC'de Diane Sawyer'ın sunduğu ‘‘Prime Time’’ programında gelmiş geçmiş ilişkilerine dair yöneltilen soruları yanıtlıyor: Brad Pitt ile ilişkilerinin bitmesinden kendisi sorumluymuş... Buraya kadarı iyi, tamam, güzel... Gelin görün ki, Jeniffer Lopez ile düğünlerinin tarihi sinek hikáyesine dönen Ben Affleck ile yaşamış olduğu ilişkiye dair öyle bir gaf yapıyor ki Paltrow, Oscar aldığında yaptığı salya sümük teşekkür konuşmasına bile gülünçlükte rahmet okutur. İki yıl süren birliktelikleri boyunca bir kez bile hayatının geri kalanını Affleck ile paylaşmayı düşünmediğini söyleyen Paltrow'un konuyla ilgili izahatına buyrun: ‘‘Değer yargılarımızın çok farklı olduğunu düşünüyorum. Meselá o sadece film artistleri, pop şarkıcılarıyla çıkar, bense... Her neyse...’’ Kadın neyse ki mevzuyu en azından ‘‘her neyse’’de kesebilmiş. O sırada aşk hayatı gözlerinin önünden bir ‘‘film şeridi’’ gibi geçmiş olsa gerek. Takdir edersiniz ki Brad Pitt ile Ben Affleck de kaportacı, broker filan değiller yani! Eh, Paltrow'un hál-i hazırda birlikte olduğu kişinin, Coldplay'in solisti Chris Martin olduğu da hesaba katılınca ‘‘yıldız manita envanteri’’ tastamam tutuyor.

Gözyaşı, şok açıklamalar, eşek şakaları, histeri, hezeyan; azz sonra!

Mazohist tabiatlı bir magazin müptelası olarak ağlamak geliyor içimden. Zira kaçan balık büyük. Bir program atlamışım ki, Medrano Sirki yanında amatör kumpanya kalır. Neymiş meğer bu Mahmut Tuncer; böylesi bir talk show dehası nasıl olmuş da bugüne dek görmezden gelinmiş... Haberlerini okumuşsunuzdur, hatta belki programı da izlemişsinizdir. (Sizi ballı şeyler sizi!) Daha önce yanılmıyorsam Muazzez Ersoy'un sunduğu bir programdı; şimdilerde kendileri devralmışlar: TGRT'de yayınlanan Eyvan'ın bu sezonki ilk konuğu olan İbrahim Tatlıses'i üç kurbanlık koyunla karşılayan Tuncer, ikinci konuğu Seda Sayan'ı da havai fişek gösterisiyle karşılamış. Kulise gidene kadar, Sayan'ın ayaklarına kırmızı gül yaprakları dökülmüş. Program başladıktan sonra Sayan'ın hayatının zor yılları barkovizyonda ekrana gelmiş. Annesinin anlattıklarını dinleyen Sayan, gözyaşlarına boğulmuş. Sayan, ağlaması dinince, Cüce Ferhat'ı bir leğen içinde yıkayarak herkesi kahkahaya boğmuş. (Boğulan boğulana!) Yetmemiş, uzun süredir birlikte olduğu Gökhan Şükür ile imam nikahlı olduklarına dair dedikoduları da ‘‘Her şeyi yaptırmış olabilirim. Evlenmiş bile olabilirim’’ şeklinde yanıtlamış!!! Program akışına bakar mısınız? Kurbanlık koyunlar, kan revan, şaşaa, gözyaşı, amele muhabbeti-eşek şakası, dedikodu medikodu; azzz sonra! Var ya, kalıbımı basarım, bu program üçüncü haftaya kalmaz, ratingde tavan yapar. Hatta bu formatta tek bir program seyirciyi kesmez, yarın-öbür gün, başka kanallarda taklitlerine de rastlarız: ‘‘En Hakiki Eyvan’’ ya da ne bileyim ‘‘Öz Histeri Eyvan...’’
Yazının Devamını Oku

Muhteşem dönüşlerin kadını bir nevi ölümsüz mevlevi...

11 Ekim 2003
İnsan, ilişkilerini eskite eskite, ilişkileriyle birlikte kendisi de eskiye eskiye büyüdükçe, eskide kalmış şeyler niyeyse gözüne, olduğundan bile kıymetli görünüyor. ‘‘Bu buram buram klişe kokan ahkámı niye kestin’’ diye soracaksınız. Ben de diyeceğim ki: Neredeyse çocuk yaşta, uzun kirpikli, elá-nehir gözlü bir çocuğa aşık olmuştum. (Vardır ya hani, her zaman ıslak bakan gözler; insana güldüğü zamanlarda bile hüzünlü bir ifade katan...) Orta ikiye geçtiğim senenin yazıydı... Geceleri el ayak çekildikten sonra Çeşme'deki evin balkonunda; damardan Sezen Aksu şarkılarını teybe koyar, boyumu aşan bir kahrın koynuna bırakırdım kendimi: ‘‘Sen de benim kadar gerçekleri görüyorsun / Beraber olamayız benim gibi biliyorsun / Bir başka dünyanın insanısın yavrucağım / Sen kendi dünyanın toprağında büyüyorsun...’’ Ve daha niceleri...

Annem, bir sonraki yaza kalmadan onu unutacağımı garanti etmişti. Sonra üniversitenin ikinci senesinde, obsesif olduğumu hesaba katmadığı için özür dilemek zorunda kaldı!

Şimdi diyeceksiniz ki; ‘‘Bize ne senin süfli ve küflü aşk acılarından?’’ Demeyin ablaya öyle, yazıktır... Bizim de var herhálde bir yerlerde akıtılması gereken birkaç dirhem zehrimiz... Sezen Aksu, 20'lerini geride bırakmış her kadını yüreğinden, ciğerinden vurması garantili bir şarkı yapmış, hafif tertip hezeyan geçirmeyelim mi yani?

Kraliçe döndü málûm. Üstelik eski şarkılarını hatırlatan bir albümle, yine bir döndü, pir döndü... (Yapıyor kendileri böyle şeyler. Sezen Aksu: Muhteşem dönüşlerin kadını; bir nevi ölümsüz mevlevi...)

Günlerdir burnumun direğinde bir sızı, kursağımda bir düğüm, Farkındayım'ın klibine rastlama umuduyla, şuursuz bir çekirge misali zaplayıp duruyorum. Olsun o kadar...

Van'ın Gevaş'ında çekilmiş, rengáhenk bir klip. Ve kaç yaşına gelirse gelsin, yüzündeki o kız çocuğu ifadesini muhafaza eden Sezen... Ve başlar başlamaz insanın gözünü dolduran, damardan -artık serum mu desek, zehir mi- bir şarkı...

‘‘Ne yapsan olmuyor gözüm / Terk etmiyor bizi hüzün / Bir macera yaşamak dediğin / Küçük zamanlar harmanı / Sevildiğin, üzüldüğün / Hatırlamaktan ibaret / Hatıralar nihayet / Tesellisi çok zor sözün...’’

Sonracığıma, ne diyordum? Unutmaya çalıştım o çocuğu uzuuun seneler. Bazı bazı unuttum, sonra yine hatırladım. Sonra başkalarına aşık oldum. Ne zaman ilişkiler bitti, onu yine hatırladım. Sonra yine unuttum; yine hatırladım...

‘‘Ne gemiler yaktım / Ne gemiler yaktım / O kadar yandı ki canım / Sonunda karşıdan baktım / Ne göreyim / Kendime yıldızlardan daha uzaktım...’’

Bir nasır dönemi, sonra yine o bildik acı... Çizgiroman diliyle ifade etmek gerekirse: Hay bin kunduz! Geçmiyor kardeşim... İnsanın ilk aşkında nasıl acımışsa, sanki aşk dediğin aynı fay hattında nükseden, yıkıcı bir depremmiş gibi, diğer aşkları da benzer şekillerde yakıyor canını... Biri bitiyor, bitti sanıyorsun, sonra bir yenisi gelip, ciğerini sil baştan kavuruyor. Çifte kavrulmuş fıstık tadında bir kadınsın ya, artık canın yanmaz sanıyorsun, sonra elbette ki kendi salaklığına bir kez daha şaşıyorsun. Bitmeler bilmeyen, pis, leş, kısır bir döngü...

‘‘Kendini seçemiyorsun / Bırakıp kaçamıyorsun / Yazmadığın bir hikáyede / Uzun ya da kısa vadede / Az biraz keşfediyorsun / Öteki olabilmeyi / Yerine koyabilmeyi / Geride durabilmeyi öğreniyorsun...’’

Tutmayın, isyan edesim geldi: Bu ne be?! İnsanoğlu Ay'a adam yolladı, gen haritasını çözdü, şunu icat etti, bunu bilmem ne yaptı. Bir ergenlik sivilcelerine çare bulamadılar, bir de bu aşk denen illete... Nedir yahu bu ‘‘müebbet muhabbet?’’ Kanun hükmünde bir kararla aşkın tedavülden kaldırılması için, ‘‘Ezik Halka’’ rumuzlu bir dilekçe yazacak bir merci arıyor bu deli gönül.

‘‘Bu kızı yeniden büyütmeliyim / Kor ateşlerde yürütmeliyim / Değirmenlerde öğütmeliyim / Farkındayım, farkındayım / Kazanmalı, kaybetmeliyim / Aşk uğruna harbetmeliyim / Bu kızı yeniden büyütmeliyim / Farkındayım, farkındayım...’’

Ay, yine bir fena oldum; yine o kursak ve düğüm durumları... Müsaadenizle, yazıya münasip bir fiyonk atamadan, sessizce uzayacağım. İşim gücüm var. Eski günlüklerimi okuyup, eski aşklarımı ve göçmüş dostlarımı yád edip kanlı ve hicranlı gözyaşları dökmem gerekiyor.

Evet, evet, lobotomiye ihtiyacım var; farkındayım, farkındayım...
Yazının Devamını Oku

Haydi hep beraber gülüyoruz: Ehehehehe...

5 Ekim 2003
Ne zaman adı geçse aynı şeyi söylerim. Zannımca Levent Kırca'nın meslek hayatı boyunca patlattığı yegáne kalifiye ‘‘espri’’, geçtiğimiz yıllarda girdiği ‘‘ölüm orucu’’ydu. Hatırlayacaksınız, programının bir bölümü yüzünden kanal kapatma cezası veren RTÜK'ü protesto etmek için, bir sabah kahvaltısından sonra ölüm orucuna girdiğini açıklamış, öğlen yemeğine beş kala da ‘‘halkın ısrarları’’ sonucu, bu kararından vazgeçmişti Kırca...

Eksik olmasın, sayesinde epey gülmüştük...

Gerçi karı-koca kavgalarını sergilemek için basın toplantısı düzenlediklerinde, medya şehadetinde boşanacaklarını açıkladıklarında da az gülmemiştik ama yine de ben o şerrrefli ‘‘eylem’’in üzerine gül, şaka, parodi falan koklamam yani...

Markası Halk olan gofretlerin reklamını yapmak için seçilen isim olmasına şaşmamalı Kırca'nın yani... Böyle de halkına kurban, mütevazı biridir yani...

Dilerseniz, Kırca'nın ne denli mütevazı bir ‘‘halk adamı’’ olduğunun altını çizmek için, eski bir röportajında söylediklerinden birebir alıntılayalım: ‘‘Halk olmak, mütevazı yaşamayı gerektirir. Tevazu benim için esastır. Çocuklukta yaşadıklarımdan dolayı bugün çok yaratıcıyım. Yazı dilim çok kuvvetlidir. İlkokuldayken kompozisyon yarışmalarında hep birinci olurdum. 'Olacak O Kadar' 15 yıldır bir numara. Guinness Rekorları'na girecek bir tarih bu. Türkiye'nin en eski şöhretlerinden biriyim. O yıllardaki şöhretim hiç eksilmedi. Ben bu ülkede hep ilkleri yaptım ve zora karşı savaştım. Türkiye'ye mizahı yerleştirdim. Polisi ve askeri hicvetmek, sosyal sorunlardan bahsetmek benim sayemde mümkün oldu. Kimse bilmez ama depremden hemen sonra İzmit Yuvacık bölgesine 800 kişilik bir ilkokul yaptırdık. Benden geriye bu kalsın. Tevazuyu asla elden bırakmadım. Halkın tam bir velinimetim olduğunu düşünüyorum. Bu ülkenin toprağı nasıl Nazım Hikmet'i, Aziz Nesin'i, Yaşar Kemal'i, Aşık Veysel'i yarattıysa, beni de öyle var etti.’’

Takdir edersiniz ki, böyle bir tevazu görülmemiştir.

Levent Kırca, geçenlerde eksik olmasın, yine halkın gönlüne taht kurmuş bir sanatçımız olan Seda Sayan'ın sabah programına katıldı málûm...

Orada da ‘‘espri anlayışını’’ konuşturmaktan geri durmadı; şahane belágatını biz gariban halkla paylaştı; yine eksik olmasın:

S.S.: Levent Abi, devamlı göğüslerime bakıyorsun. Abimsin diye bir şey demiyorum.

L.K.: Bakılmayacak gibi değil ki, hepsi ortada... İster istemez gözüm kayıyor.

S.S.: Güzel olmuş değil mi? Biraz küçüldüler.

L.K.: İyi olmuş, iyi...

S.S.: Abi, sen hiç Oya Abla'ya el kaldırdın mı?

L.K.: Evet, sadece el kaldırmadım!

Haydi hep beraber gülüyoruz: Ehehehehe...


Ünsal Oskay


Milliyet gazetesinin Can Dündar'ın yönetimindeki popüler kültür eki Popüler Kültür yayınlandı. Hararetle tavsiye edilir. Tamamen subjektif bir perspektifle, en hoş taraflarından biri, sayfalar arasında Ünsal Oskay'ı görmekti. ‘‘Bir Söyle Bin İşit’’ başlığı altındaki, stabil olacağını tahmin ettiğimiz bölümün ilk konusu, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın ‘‘bıçkın’’ tabiatı... Ünsal Oskay, bir álemdir; alláme-i cihandır... Türkiye'nin en yetkin sosyologlarındandır. Saz elindeyken lafa Burçin Orhon'un elmacık kemiklerinden girer, Gogol'ün ‘‘Ölü Canlar’’ından çıkar; sanayi devriminden devam eder, futbol geyiğine bağlar... Marmara Üniversitesi'ndeki üç saati bulan blok derslerini ağzı açık bir şekilde izleyebilmek adına, bırakmış olduğu fakültedeki derslerini dışarıdan takip etmiş biri olarak söylüyorum: Ünsal Oskay, ‘‘Bilen Bey’’dir. Erdoğan'ın bıçkınlığı üzerine Oskay'ın yaptığı tahlillerden küçük bir kısma buyrun: ‘‘Erdoğan, ABD Başkanı'yla yan yana geldiğinde bıçkınlık filan yapamıyor çünkü yanında onun bıçkınlığını nakseden bir şey var. En bıçkın edayı takınsa bile bu bir parodi olur. Erdoğan'ın bıçkınlığı YÖK üyeleri ile rektörlere bağırıp çağırdığında, kendi taraftarlarının hoşuna gidiyor. Ne de olsa bu 'itilip kakılmış' insanlar yıllardan beri bu dünyada kendilerine bir yer kapmaya çalışıyorlar. Başarılı da oluyorlar. Kayseri'de soba yapan emayeye geçiyor, bir diğeri bakkal dükkanından lahmacun zinciri kuruyor. İbrahim Tatlıses, dün ameleyken, bugün her şeyin patronu. Kalbimizin de...’’


Hababam debabam çirkef

Allah bari ‘‘Neşeli Günler’’ serisini korusun; Adile Naşit yattığı yerde rahat uyusun! Haberi almışsınızdır: Aylar-yıllardır spekülasyon konusu olan, her an çekimlerine başlanması beklenen Hababam Sınıfı'nın yeni versiyonu ‘‘Hababam Sınıfı Forevır’’ın akıbeti, (Forevır'a dikkat çekmeye gerek var mıdır? Sormayın, espri, paçalardan akıyor!) yapımcı Ferdi Eğilmez (Peki soyadına dikkat çekmeye gerek var mıdır?) ile eski sınıfın ‘‘Damat Ferit'i Tarık Akan'ın arasında çıkan bir tartışmadan dolayı yine muallakta... Rıfat Ilgaz, Hababam Sınıfı'nı ‘‘başına musallat olmuş bir lánet’’ addederken belki de haklıdır. Düşünsenize, sen otur ömrünü koskoca bir külliyat döşenmekle geçir; sonra da adın en çok bir ‘‘haylaz’’ film serisiyle anılsın... Neyse... Şimdi de olan şu... Tarık Akan demiş ki: ‘‘Böylesine klasikleşmiş bir filmi ikinci kez çekmek yanlış. Amaç sadece para kazanmak ama para her şey demek değildir.’’ Akan'ı ‘‘yaşlandığı için gereksiz açıklamalar yapmakla suçlayan’’ Eğilmez de iddia ediyor ki: ‘‘Film için kendisine de rol teklif ettim. Çok yüksek ücret istedi ve 'Tarkan gibi popüler bir isim olursa oynarım' gibi garip isteklerde bulundu. Bizi çekemediğinden böyle konuşuyor.’’ Bense ağlamak istiyorum. Yok mudur bizim kuşak için nispeten ‘‘masum’’ kalabilecek herhangi bir hikáye? Söz ne ara bitti? Bu ‘‘cover’’ modası yüzünden mundar olmayacak, pespaye, çirkef bir laf dalaşı sonucu beter olmayacak bir kemik yok mudur?


Alem buysa kral Sergen


Bizim literatür sever ya hani ‘‘Türkiye'nin Madonna'sı’’, ‘‘Yerli Larry King’’ geyiklerini... Her şeyi ve herkesi ille ki birine ya da bir şeye benzetir; dışarlıklı bir benzeri yoksa da hiçbir şeye benzetemez ve bu konuda fena ‘‘benzetir...’’ Mustafa Sandal, yerli Enrique Iglesias'dır; Nez, yerli Shakira'dır... İyi o zaman; álem buysa, Sergen de yerli Maradona'dır! Ya da ne bileyim; futbolun Amadeus Mozart'ıdır... Varsa başka bir teşbihiniz, alalım?.. Fakat, bugüne bugün, ister ganyan mevzuları olsun, ister hál-i hazırda üç gece kulübüne sahip olması; hovardalığı ve zamparalığı; sayısız sefer meslek hayatının bitmişliğine dair kanaate varılmış, üzerine sayısız ahkám kesilmiş bir ‘‘orijinal kabiliyet’’ olarak geçtiğimiz hafta Sergen Yalçın, yine o málûm tabirle ‘‘klasını konuşturdu’. O göbek ve o yetenek, soluğu yettiğince konuşsun isteriz...
Yazının Devamını Oku

Hop hop lolipop

4 Ekim 2003
‘‘O Sahilde Bu Sahilde’’nin ortalığı kasıp kavurduğu, her köşeden ‘‘O sahildeee, bu sahildeeee,’’ nidalarının yükseldiği günler daha dünmüş gibi geliyor. Oysa ki ohooo, Ebru Yaşar'ın müthiş çıkışının üzerinden yıllar, albümler, imajlar ve estetik operasyonlar geçti. Bu süreçte, İbrahim Tatlıses'in kanatlarının altında iyice palazlanıp yıldız mertebesine ulaştı Ebru Yaşar.

Aleme eni konu ısındı, oyunun kurallarını öğrendi, vs...

Bakınız, misál, ilk çıktığı dönemlerde kendisiyle yapılmış bir röportajda, imajına dair şu sözleri sarfetmişti: ‘‘Kendimde kusurlu bulduğum bir yer var. Ama söylersem dikkatleri o yöne çekerim. O yüzden söylemeyeceğim. Ancak genel olarak kendimi beğeniyorum. Estetik ameliyat yaptırmak ayıp değil. Herkes, hatta hiç çalışmayan ev kızları bile estetik ameliyat yaptırıyor artık. Mesela ben ev kızı olan kuzenimin burnunu ameliyat ettirdim. Ama bende öyle bir cesaret yok. Henüz 22 yaşındayım. Biraz daha büyüyünce belki de olurum.’’

Hepimizin bildiği gibi, ‘‘biraz daha büyüyünce’’ cesaretini topladı Yaşar... En son ‘‘Seni Anan Benim İçin Doğurmuş’’un klibinde gördüğümüz, zannımızca gayet karakteristik ve güzel olan burnunu küçülttürdü, yalan olmasın ama tahminen göğüslerine silikon takviyesi yaptırdı, seksi kıyafetler kuşandı. Yaşının çok üzerinde göstermesine neden olan bir imaja büründü.

Yaş kemale erdiğinden midir nedir, şimdilerdeyse daha ‘‘genç’’ bir görünüm sergilemeye karar vermiş durumda. Son albümünün Tatlıses ile birlikte yaptığı basın tanıtımlarında esasta tişört ve kot pantolonla dolaşan genç bir kız olduğunu, bu albümle özüne döndüğünü anlatıyordu.

Nitekim albümün çıkış parçası ‘‘Aşkımız Buraya Kadar’’ın klibinde de şirin mi şirin, cici mi cici, ‘‘hop hop lolipop’’ bir hál söz konusu...

Klibi tahmin edeceğiniz üzre, İbrahim Tatlıses çekmiş. Ebru Yaşar, zaten málûm, ‘‘İdobay Ailesi’’nin en sadık elemanlarından biri. Öyle bir aidiyet duygusuna sahip ki, vakti zamanında Raks'tan gelen 750 bin dolarlık teklifi de; ‘‘Trilyonlar verseler bile İdobay'dan bir yere gitmem; İbrahim Bey'e vefa borcum var’’ diyerek reddetmişti.

Arada bir albümlerle ya da Yaşar'ın sevgilileriyle ilgili bir anlaşmazlık söz konusu oldu mu, İbrahim Ağabey'inden fırçasını yiyor, medyanın şahadetinde özürünü diliyor Yaşar; böylece gül gibi geçinip gitmeye devam ediyorlar. Edepli bir mürit olduğu için de İbrahim Tatlıses tarafından ödüllendirilmeyi hakkediyor elbet.

Seni Anan Benim İçin Doğurmuş'un klibinde ‘‘esas oğlan’’ı canlandırarak destek verdiği Yaşar'ın bu klibinde Tatlıses'i görmek nasip olmuyor gerçi... Yine de klip baştan sona bir Tatlıses klásiği sayılabilir.

Yaşar, sis basılmış bir stüdyoya salınarak giriyor. Sonra birden film kopuyor. Ekranda bir yazı okuyoruz: ‘‘Olmadı baştan...’’ Az sonra, daha kendinden emin bir ifade ve başka bir kıyafetle yine stüdyoya giriyor Ebru Yaşar. Ve başlıyor, arkasındaki dansçılarla birlikte ‘‘enteresan’’ figürler attırmaya. Tam ‘‘Aşkımız buraya kadar’’ dediği bölümde meselá, iki elinin işaret parmaklarıyla tam önünü göstererek kalça kıvırıyor... Hani sanki aşk koşmuş koşmuş, tam o noktaya geldiğinde motoru yakmışçasına...

Klibin sonunda, sadece yönetmenin değil, sanat yönetmeninin de Tatlıses olduğunu okuyoruz. Ki, belirtmelerine bile gerek yok esasında. Klip, buram buram ‘‘Tatlıses esprisi’’ kokuyor. Öyle ki, koreografinin bile ona ait olduğu fikrine kapılıyor insan... Bir Aydemir Akbaş eksik, o kadar yani...

Ne denir? Tanrı İdobay Ailesinin tüm fertlerini analı babalı büyütsün.
Yazının Devamını Oku

Ne zaman ki çocuk okula gitti, kafalara balyoz indi

28 Eylül 2003
Geçtiğimiz hafta, medya taammüdi bir cinayet teşebbüsünde bulundu. Çok şükür ki ortada bir ceset yok ama yedi yaşında, güneş saçlı, deniz gözlü bir çocuğun geleceği ağır yaralı... Çocukların masumiyetine dair anlatılan masallara inananlardan mısınız bilmem; ben konu üzerine yoğun hindi mesaisi vermiş biri olarak kararımı çok önceleri verdim: Kesinlikle değilim...

Affınıza sığınarak, laga lugasız iddia ederim: Çocuklar masum filan değildirler; sadece yetişkinlere göre daha ‘‘saf’’tırlar. Ki, o saflık, çoğu zaman çocukların yetişkinlerden daha acımasız, daha çiğ, daha keskin saldırılarda bulunmasına vesile olur; izleri ömür boyu silinmeyen, derin yaralara sebebiyet verir.

Doğrudur, yetişkinler daha hesapçı, daha çıkarcı, daha hin, daha sinsidir. Tam da bu sebeplerden, yetişkinlerin birbirlerine ettikleri kötülüklerin tahrip gücü, çocuklarınkiyle boy ölçüşemez.

Bir işyeri düşünün: Dedikodular, hıyanetler, al gülüm ver gülüm hesapları, hep perde arkasından yürütülür. Yani hiçbir kulak dolması dedikodu, hiçbir ‘‘defo’’ insanın yüzüne parmak doğrultarak yüksek sesle, suratına karşı dile getirilmez. Kimsenin annesinin ne mal olduğu, körlüğü topallığı, kelliği fodulluğu, milliyeti tabiyeti, hakaretámiz bir şekilde yüzüne vurulmaz.

Bir de ilkokul sınıfı tahayyül edin: Dışlanan, topluca atılan dayaklara maruz kalan, itilen kakılan çocukları; sınıfın ‘‘çürük elma’’larını... O yıllarda yaşadıkları travmalar nedeniyle ömrünün geri kalanında bir daha iflah olamayanları...

Radikal gazetesi, geçtiğimiz haftanın en önemli gündem kahramanı olan HIV taşıyıcısı Y.O.'nun adını sanını ve kameraya doğru gülüm gülüm güldüğü bir fotoğrafını alenen birinci sayfadan bastı. Hafsalamız almıyor ama öyle düşünülmüş olsa gerek - kendi çapında bir ‘‘güya gazetecilik başarısına’’ imza attı; iyi halt etti... Yaşadığı bu vahametler silsilesini hiçbir şekilde hak etmemiş, hayatı daha bebekken devlet eliyle riske atılmış bir çocuğun hayatını iyiden iyiye kararttı.

O çocuğun zor mu zor geçeceği şimdiden belli hayatında yaşayacağı kötü ne varsa, vebali biraz da onların, yazı işlerinin, yöneticilerin, haberde emeği geçenlerin boynunadır bundan böyle...

10 yıllar önce çözülmüş olması gereken bir mevzunun gündeme gelmesine vesile olduğu için var olmaktan dolayı ‘‘suçlu’’dur Y.O. elbet; ayrı... Bizde işler, böyle işler; insanı çoğu kez geriden şişler...

Dünyada HIV virüsünün, AIDS hastalığının varlığından ilk kez haberdar oluyoruz ya, bugüne dek bu konuda düşünmeye gerek yoktu. Ne zaman ki çocuk okula gitti, kafalara balyoz indi, o zaman düşüneceğiz. Lacilerini çekmiş bütün o büyük ve pos bıyık adamlar çıkıp tepeden ve kocaman, esasta incir çekirdeğini doldurmayan ahkámlar kesecekler; memleketi, sağlık ve eğitim sistemini kurtaracaklar: ‘‘Çocuğun ailesi haklıdır, ama yani o okula çocuklarını gönderen veliler de haklıdır; şöyle olmalıdır, böyle olmalıdır...’’

Dır, dır, dırrr...

Kimse kusura kalmasın ama tam bu noktada bir klişeye başvurmak lázım: Sistemin bizatihi kendisi suçludur. Bir çocuk daha, herkesin nedense bir başkasının omzunda yükseldiğini sandığı ‘‘o kafa’’nın marifeti neticesinde linç mağdurudur.

Allah bilir, yine Allah nasip eder -ki inşaallah eder- de Y.O. reşit olacağı günleri görebilirse, ‘‘o meşhur kafa’’ o çocuktan kendisine oy vermesini, kendi yaptığı gazeteyi para basıp almasını da ister.

Dileriz kardeşimiz, o günleri görür ve varsa eğer bir günahı, o günahını bile koklatmaz...


Enid Blyton kim ola?


Madonna ortaya bir kaşık su koysun da üzerine dalgalı bir fırtına kopmasın, olacak iş mi? Baksanıza, kadın okyanuslar ötesindeki cennet vatanımızda bile bir tartışma yaratmayı, güncel medyayla kitabevi yayıncılarını birbirine düşürmeyi başardı. Sol yayınların dergáhı olarak bilinen İletişim Yayınları'nın Madonna'nın yazdığı ‘‘İngiliz Gülleri’’ni basması, İslami kanattan yazarlar tarafından eleştirildi, İletişim Yayınları'nın yöneticileri kendini savundu, vs...

Kitap -bizdeki satışı ne olacak şimdiden bilinmez ama- İngiltere'de piyasaya sürüldüğü ilk gün sadece 8 bin 270 adet sattı. Buna rağmen, denilebilir ki, Madonna'nın sayfa sayfa çıplak fotoğraflarının yer aldığı ‘‘Sex’’ kitabı bile böylesine, bu derece geyik malzemesi olmamıştı. The Sunday Times'da yer alan bir habere göre, Madonna geçtiğimiz hafta artık evli barklı ve İngiliz sosyetesi mensubu bir anne olarak kaleme aldığı kitabının basın tanıtımı için bir çay partisi düzenlemiş. (Very hijyenik!) Partiye katılan gazetecilerden biri, ‘‘yazara’’ mültefit bir soru yöneltmiş: ‘‘Yeni Enid Blyton olarak tanınmak nasıl bir duygu?’’ Belli ki hayatında Gizli Yediler ya da Afacan Beşler serisinden bir kitap okumamış olan Madonna'nın yanıtı, edebiyat tarihinin en ünlü çocuk kitabı yazarlarından birini tanımadığını ayan beyan koymuş ortaya: ‘‘Enid Blyton mu? O kim?’’ Bunun üzerine ‘‘Afacan Beşler'in (Famous Five) yazarı’’ yanıtını vermiş soruyu soran gazeteci. Madonna kaşlarını kaldırıp şaşkın şaşkın bakmış: ‘‘İyi midir bari?’’ Bu diyaloğun üzerine gevişi getirilen ve ‘‘cahil cüreti’’ üzerine dönen muhabbeti artık tahmin edersiniz...


Sen de mi Karizma?

Yanlış anlamıştık, ‘‘bizi tahrik etme niyetinde değildi’’ (I Didn't Mean to Turn You On) ama ne var ki adam da ‘‘kesinlikle karşı koyulmaz’’ (Simply Irresistable) biriydi. Batı piyasası daha suya ‘‘bu’’ derken, o şimdilerde klásik statüsüne ulaşmış video klipleri çekmekteydi. 15 yaşında başladığı ve 30 yılı aşkın sürdürdüğü müzik kariyerinde, olağanüstü bir vokal, pek çok enstrümanı virtüöz kıvamında konuşturan bir müzisyen, kabiliyetli bir yapımcı, pek çok farklı janrdan unutulmaz birçok şarkının yazarı ve araştırmaktan bıkmayan bir müzikolog olarak şanını yürüttü. Müzik dünyasının en karizmatik, en stil sahibi, en hoş centilmenlerinden Robert Palmer, geçtiğimiz Cuma, Paris'te, 54 yaşında, ‘‘gençliğine doyamadan’’ bu álemden göçtü. Biz de ona henüz doyamamıştık. Şimdi artık melodisinden ud geçen o muhteşem şarkısındaki gibi: ‘‘Telefonu denedim ama ne fayda? / Sana ulaşamayacağımı biliyorum.’’ Öyle yani: Artık ‘‘onu her gün biraz daha fazla arzulayacağız.’’ (Want You More)


Yanar döner diziler

Buyrun burdan yakın: Bursa Büyükşehir Belediyesi İtfaiye Dairesi'nin yaptığı araştırmaya göre, ev yangınlarının yüzde 80'i, dizilerin yayınlandığı saatlerde çıkıyormuş; iyi mi! Anlayacağınız ‘‘Şekerim ateşte yemeğim var’’ zihniyeti güden kadınların yerini, ‘‘Ayyy, Özcan Deniz'e (Pardon, Seymen Ağa olacaktı!) yanıyorum, bitiyorum; avlusunda, yollarında kül olayım’’ mentalitesi güden, ekran karşısında paralize olmuş bir şekilde yemeği memeği unutan kadınlar almış yani... Buymuş sebep... Akşam yemeğini ocakta unutup komşuya dizi kahramanlarına dair ‘fantezi-tik’ görüşlerini beyan etmeye giden ev kadınlarıymış yani... Asmalı Konak, senaryo icabı yanarken, gerçek hayatta kaç hane tutuşmuştur acep?
Yazının Devamını Oku