Ebru Çapa

Çok işimiz var, çoook...

23 Kasım 2003
O meşum tarihte, 20 Kasım günü, bölge gazeteleri için başlatılan uygulama dolayısıyla, 'il velisi' olduğum Muğla'daydım. Dışarıda pırıl pırıl bir gökyüzü, latif mi latif bir hava... Vali ile görüşmek için Özel Kalem odasında bekliyoruz. Telefon çaldı; Istanbul'dan bir dost, titreyen, hıçkırıklı bir sesle nerede ve nasıl olduğumu soruyor. ‘Muğla'dayım,’ dedim, ‘N'oluyor, neyin var? Sakin ol abi, niye ağlıyorsun?’ Sonra gün boyu telefon hiç susmadı. Ve konuştuğum herkes, bila istisna ağlıyordu.

İçime garip bir vicdan azabı çöreklendi. Mümkünatı olsa, koşa-yüze İstanbul'a gideceğim ama naçar düşmüşüm. Cuma akşamına kadar bunun imkan ve ihtimali yok. Orada olmamın herhangi bir şey değiştirmeyeceğini gayet iyi biliyorum. Ama anlatılır gibi bir his değil ki bu; izahatı yok...

Birkaç kişi, ‘Aman’ diyor, ‘burası çok fena. Sen bari imkanın varsa, birkaç gün daha orada kalmaya bak. Bayramda gelirsin. Gerçi bayramda da ortam pek tekin olmayabilir. Kalabalık malabalık...’

‘Delirdin galiba?’ diyorum ben de, ne diyeyim...

İstanbul'a kalkacak uçağın saatlerini sayıyorum. Bir sürü iş var yapacak... Havaalanı'na iner inmez doğru Beyoğlu'na gidilecek. Sonra cenazeler var katılacak... Başsağlıkları dilenecek, vakur durulacak, sessiz gözyaşları akıtılacak, dualar edilecek... Sonra ertesi gün yine Beyoğlu'na gidilecek. Balık Pazarı’nın resim gibi, tablo gibi tezgahları arasında dolanılacak, o güzelim rayiha içe çekilecek...

Sonra ertesi gün işe gidilecek, sonra çıkışta yine Beyoğlu'na... Arkadaşlarla müdavim kahvesinde oturulacak, laflayıp, şakalaşıp, zorla da olsa, ağız dolusu gülünecek.

Ertesi gün yine, ertesi gün yine...

Çok iş var... Hayata devam edilecek...

‘Kalabalık yerlere gitme’ diyor kimileri... ‘Ha, tamam, oldu,’ diyorum ben de; ‘Tabii, tabii...’

Trafiğe de çıkmayalım o vakit. Kafamıza balkon malkon düşebilir; ara sokaklarda da dolanmayalım o zaman...

Kapkaç saldırısına uğrayabiliriz; iyisi mi hepten sokağa çıkmayalım o zaman. Hatta takımının galibiyetine sevinen fanatik bir şehir magandasının serseri kurşununa hedef olabiliriz; balkona bile çıkmayalım o zaman...

Zaten pek evcil biri olduğum söylenemez, bundan böyle uyumaktan ziyade herhangi bir şey için eve giren ne olsun.

Ölümden öte köy yok. Peki korkudan beter bir ölüm var mı? Her gün korkudan öleceğime, dolduysa vade, bir kez ölürüm, o olur...

Bir yáren, başkasından duyduğu bir cümleyi aktardı telefonda: ‘Türk halkı her şeyi, en kötü şeyleri bile unutmaya muktedirdir.’

Sevinsek mi, üzülsek mi?... Gülsek mi, ağlasak mı?

Lepistes belleğine, yani balık hafızasına sahip olduğu için yakınıp duran, kendiyle dalga geçen Türk milleti...

Doğrudur belki de... Belki de bu hakikaten bir kabiliyettir. İhtiyaçtan dolayı, hayatta kalma güdüsüyle geliştirilmiş bir kabiliyet... Acı, acı üstüne... Bunca acıyla ne yapılır?

Doğrudur belki de... Türk milleti pek çok şeyi unutmaya muhtaçtır...

Cuma 21.30, Bodrum-İstanbul, TK 293... Az kaldı...

İstanbul'a varınca çok iş var yapılacak...

Unutulmayacak... Ama unutmuş gibi yaşanacak...


İstesem...


Bizde onyılların en büyük felaketinin yaşandığı sıralarda, 88Bush -ki bildiğiniz üzre dünya medeniyetinin 'güya' liderinin isminin önüne sıfat olarak eklemlenen bu sayı, onun IQ derecesidir- Londra'da, pişekarı Blair ile birlikte İngiliz basınının huzurundaydı.

Edi ve Büdü, yan yana dikilmiş, akıllara ziyan bir pişkinlikle AIDS ile ilgili icraatlarından, bağımsız Irak için ne mene kahramanlıklar sergilediklerinden filan bahsediyorlardı. (Bu arada dışarıda on binler, savaş karşıtı protesto eylemleri düzenliyor, üzerinde Bush'un çirkin karikatürlerinin yer aldığı sinkaflı pankartlar açıyorlarmış ne gam...) Zira tüm bu terör örgütlerini vaktiyle besleyip büyüten, silah tacirleri nemalansın diye okyanuslar ötesindeki toprakların düzenine çomak sokan kaka adamlar uzaydan geliyor. Bush ve Blair eksik olmasınlar, bu arada Türkiye'ye taziyelerini iletmekten de geri kalmadılar. Büyük biraderler lütfetti ya, sevindirik olduk, şeref duyduk.

Bildiğiniz üzre, Bush'un İngiltere ziyareti için alınan güvenlik önlemleri, paranoyanın sınırlarını zorluyordu. Gelin görün ki, Daily Mirror gazetesi muhabiri Ryan Perry, iki ay önce sarayın güvenlik birimlerini kandırmayı ve içeriye uşak kadrosundan sızmayı başarmıştı, aylardır Buckingham Sarayı'nın koridorlarında, yatak odalarında, yemek salonlarında fink atıyordu. Perry'nin yayınlanan haberde kurduğu bir cümle özellikle dikkat çekiciydi: 'İstesem Başkan'ı rahatlıkla vurabilirdim.'

Bu cümle acaba Bush'un terörün hep başkalarının canını alan bir belá olmadığını, Baba II'de Michael Carleone'nin, bir suikast planıyla ilgili söylediği gibi 'Herkese, Başkan'a bile ulaşılabileceğini' idrak etmesini sağlamış mıdır?


Kör dövüşü


Sevinmiştik oysa... Daha doğrusu, utanmasak, neredeyse sevinir gibi olmuştuk. Marazdan hayır doğabilirmiş gibi bir hissiyata kapılmıştık. Öyle ya, devlet erkanı, sinagoglardaki patlamaların ardından, şimdiye dek görülmemiş bir sağduyuyla, her zamanki kekeme-geveze belagatından uzak açıklamalarla, vakur, akılcı, sıcak bir yaklaşım sergilemişti. Uzun sürmeyecekti elbet... İktidar ve muhalefet parti liderleri, atışmak için daha uygun bir zaman ve zemin kollasalar, doğalarına ihanet etmiş olurlardı değil mi? Bu işler böyledir, politika yapmak için her tür fırsat mutlak suretle değerlendirilmelidir, değil mi? Zemin top oynamaya müsait değil mi? Memleket mahşer yerine dönmüş, bir hafta içinde peş peşe tarifsiz acılar yaşanmış. Bizimkiler ne yapıyor? Müzmin muhalif Deniz Baykal, her zamanki gibi, başkalarının acılarından, postlarından kendine prim çıkarmaya çalışıyor. Başbakan, basın toplantısında kaşları burnuna düşmüş, şakaklarındaki damarlar çıkmış bir şekilde, yanıt bábında zılgıt çekiyor. Her zamanki gibi, iki satırlık metanet, sağduyu görmek isteyen vatandaş, ekran karşısında ya sabır çekiyor.
Yazının Devamını Oku

Yağmur yağıyor, seller akıyor romans kızı camdan bakıyor

22 Kasım 2003
Bir yandan gafil avlayan soğuklar, bir yandan bir acayip işleyen havalandırma sistemi; bu kış, bizim Akıllı Bina'ya zalim bastırdı. Beşinci katın sakinleri, yani bizim tayfa, sonbahar geldi mi sapır sapır dökülen sivrisinekler misali, peş peşe yere serilmekte... İki kırmızı burunlu, süngüsü düşmüş, sefil ve süfli tip, pencerenin yanında dikilmiş, dışarıyı izliyoruz. Gri, puslu bir gök; saçmasapan bir yağmur...

‘‘Bari’’ dedim, ‘‘Yağan da yağmur gibi yağmur olsa... Çocukken ağzımızı leblebi tozuyla doldurup 'Yusuf' demeye çalıştığımızda püskürttüğümüz o aptal, tükürüklü püsürüklere benziyor.’’

Hava muhalefeti yetmiyormuş gibi, bizim kankanın da muhalefet edeceği tuttu. (Ki bu da pek şaşırtıcı bir durum değil esasında. Allah biliyor ya, zaten müzmin muhaliftir; kendisi de dahil olmak üzre, her şeye ve herkese karşıdır eksik olmasın... Yön mefhumu da hafif noksan olduğu için ben kendisine, ‘‘Yalnız yolu tarif edeceksiniz, ben karşının taksisiyim’’ tavrı güden şoförlerden aldığım ‘‘ilham’’la ‘‘Karşının Ablası’’ şeklinde hitap ediyorum, mültifonksiyonel oluyor...)

‘‘Nesini beğenmedin yağmurun?’’ diye sordu melül melül. ‘‘Romantik romantik yağıyor işte...’’ O anda arkadaşlığımızı bir kez daha gözden geçirmeye karar verdim. Dağarcığımdaki en pis bakışımı atıp; ‘‘Sen’’ dedim ‘‘kötü, kötü, kötü bir insansın. Hele ki bir yáren, kesinlikle değilsin. Aşık olduğun hálde bana söylemiyorsun, öyle mi? Bu mudur senin dostluktan, diyalogdan, iletişimden, paylaşımdan anladığın?’’

‘‘Ne aşkı be? Kim kaybetmiş de biz bulacağız aşkı?’’ diye müdafaaya geçti, az önce yağmurla ilgili o acayip ‘‘Romantik romantik yağıyor işte’’ cümlesini kuran o değilmiş gibi.

‘‘Kardeşim’’ dedim, ‘‘Şu acayip sıvasız binalar diyarı İkitelli'nin üzerine dökülen asitli sulara bakıp da romantik bir yan bulabilen birinin ya katarakt olması lázım, ya da aşık. Bunun başka bir izahatı olamaz.’’

Damarına basmış olacağım; şöyle bir gözlerini yuvarlayıp ‘‘Allah ıslah etsin, yazık...’’ dedi ve uzaklaştı. Ben belki bir damla romantizm yakalarım umuduyla, bir süre daha yağmuru izledim. Baktım, baktım, baktım; ı-ıh... E, bu durumda ne yapsın nasırlı gönül?

Kalktım, gribal enfeksiyondan mustarip bedenimi TV'nin bulunduğu odaya sürükleyip, hani belki çivi çiviyi söker diye, bünyeye bir miktar da klibal enfeksiyon zerketmeye karar verdim.

Açar açmaz ne göreyim; Funda Arar'ın Sevda Yanığı adlı şarkısının klibi... Bardaktan boşalırcasına yağan suni bir yağmur, daha önce de yanılmıyorsam MFÖ'nün ‘‘Bu Sabah Yağmur Var İstanbul'da’’sında ve Nilüfer'in ‘‘Çok Uzaklarda’’sında kullanılan, ‘‘rol aldığı’’ kliplerin adedi hesaba katılınca, başlı başına bir şöhret sayılabilecek olan o siyah, eski Amerikan otomobil... Onun içinde oturup, hülyalı bakışlarla, şemsiyeli kız çocuklarının, saat taşıyan yaşlı adamların filan önünden geçen Funda Arar, araba durduktan sonra, elinde siyah bir şemsiye, üzerinde turuncu bir palto, bir sürü siyah şemsiyeli ve siyah paltolu adamın arasında yürümeye başlıyor. Klibin sonunda şemsiye kalabalığını tepeden görüyoruz; Funda Arar şemsiyesini kapatıyor ve yukarıya, izleyiciye doğru bakıyor: ‘‘Aşkı sandıklara kaldırdım / Üstüne yükler yükledim / Kimseler girmesin diye / Kilitlerime kilitler ekledim...’’

‘‘Kalabalıklar içinde yalnızım mesajları, ‘‘bırak güneş içeri girsin’’ yakarışları, vs... Pek mánálı göndermeler yani... Karşının Ablası'nı çağırdım. ‘‘Bak güzelim’’ dedim, ‘‘aranan Romantik Yağışlı Yağmur bulunmuştur. Nah-a budur... Romantik yağmur dediğin, öyle İkitelli'ye yağmaz, yağsa yağsa kliplere yağar. Yoksa yağmur dediğin nedir ki? Çıldırtıcı bir trafik, bol çamur ve ıslak çoraplar... Mümkünse ben almayayım; ama yani sana ıslak ve titrek romans hayatında başarılar dilerim.’’

SKANDALI MIKANDALI YOK GARİBİN

Bütün bu laf salatası boyunca bir kez bile gözlerini ekrandan ayırıp suratıma bakmayan Karşının Ablası, kafasını ağııır ağır bana çevirip, bir Kızılderili Şefi vakarıyla; ‘‘Bu kim?’’ diye sordu.

‘‘Funda Arar’’ dedim. ‘‘Senden romantik olmasın, romantik ve güzel şarkılar seslendiren, sesi de kendisi de güzel bir hatun kişidir kendisi. Mütevazı bir profil çizer. Muhtemelen bu yüzden yıldız mertebesine yükselememiş, dolayısıyla şahsınız tarafından tanınma şerefine nail olamamıştır. Skandalı mıkandalı yok garibin.’’

Bizimki baktı, baktı, baktı... ‘‘Sevdim, hakikaten romantikmiş’’ dedi.

Sefil kadın! Var ya, o aşık değilse, ben de albino bir zenciyim... Neyse canım, yakında çıkar o yanığın kokusu elbet. O zaman gözyaşlarıyla ıslatmak için bir omuz aradığında, ben biliyorum yapacağımı. ‘‘Bak çok romantik bir şarkı vardır eskilerden’’ diyeceğim. ‘‘I'll Do My Crying In The Rain / Yağmurun Altında Ağlayacağım. Sen iyisi mi git derdini yağmura anlat. Hem gururlu ablasın ya; bu sayede ağladığını da kimse fark etmez...’’
Yazının Devamını Oku

Medeni háller

16 Kasım 2003
Haberi okumuşsunuzdur: Fiji Adaları'ndaki Nubutautau kabilesi, düzenledikleri bir ayinle, Londra Misyonerler Örgütü'ne bağlı Thomas Baker adlı İngiliz misyonerin akrabalarından özür diledi. Sebep, atalarının 136 yıl önce, Thomas Baker'ı yemiş olması! Ai Sorotabu isimli barışma töreninde, Avustralya'dan gelen 11 akrabaya 100 nadir balinanın dişlerinin yanı sıra Baker'dan kalan incil, tarak ve botlarının tabanı da iade edilmiş. Nubutautau'lular, Baker'ı 21 Temmuz 1867'de, kabile şefini küçümseyici harekette bulunduğu için pişirmişler. Ancak ne kadar çabalasalar da Baker'ın botlarını yemeyi başaramamışlar, botların tabanları boğazlarından geçmemiş, iyi mi!

Buyrun işte; medeniyetse medeniyet... Sorarım size, şimdiye dek bir sığır ya da tavuk çiftliğine gidip de danalardan, tavuklardan özür dilemişliğiniz var mıdır?

Hatta iddia ediyorum ki Nubutautau'lu arkadaşlar, medeniyetten ve zarafetten yana sözümona muasır medeniyetlerin topuna rahmet okutur. Duble medeniler yani... Aynen öyle...

Yamyam toplumları, ‘‘medeni’’ toplumlar tarafından niçin aşağılanır, ben kendi adıma anlayabilmiş değilim zira. Adamların birini öldürürken, karnını da doyurmak gibi belli, aleni ve kesinlikle mákûl bir amacı oluyor; fena mı? Saygıdeğer bir yaklaşım bence.

Yani sen okyanuslar ötesinden kalkıp, ismini cismini bilmediğin topraklara git, onlara kendi kültürünü empoze etmeye çalış, yetmiyormuş gibi bir de kibirli bir tavır güt, koskoca şefi aşağıla. Adamlar en azından lütfetmiş de yemişler Baker'ı... Zannımca misyonerin sülalesinin minnet bile duyması lázım kabile halkına. Neresinden baksanız, durumda bir iştiha, ağız tadı, lezzet söz konusu; bir nevi şereftir yani. ‘‘Bu herifin kaba etini ağzıma bile sürmem kardeşim’’ de diyebilirlerdi. Fakat adamlar tamah etmişler, misyonerin etinden, butundan, hatta botundan bile faydalanmışlar.

Dünyanın kendilerini hiiiç alákadar etmeyen yerlerine gidip, yok petrolüydü, yok doğal kaynaklarıydı, gasp edebilmek için nafile savaşlar çıkaran, bu ‘‘uğur’’da hiçbir ‘‘fedakárlıktan’’ (O fedakárlığı yapmak, o ‘‘şerefli’’ mertebelere ulaşmak da ne hikmetse hep ‘‘sıradan’’ vatandaşların çocuklarına nasip olur; ayrı... El şeyiyle hovardalık kolaydır elbet.) ve harcamadan kaçınmayan ‘‘medeni kültürler’’ de bari telef ettikleri halkları yese de işledikleri cinayetler bir fayda sağlasa.

Dünya'nın Nubutautau'dan öğreneceği çoook şey var azizim. Resmi bir davetiye yollamak suretiyle Dünya'nın bu ‘‘muasır’’ yanına birkaç misyoner yollamaları sağlanabilir mi acaba?

Ha Fahrettin ha Cüneyt; kodu mu oturtur valla!

Cüneyt Arkın'a hastayım; gerçekten... Bundan yıllar önce, kendisiyle röportaj yaparken, paralize olmuş tavşan gibi kalakalmıştım. Bu dediğim hayatımda bir onun karşısında başıma geldi, bir de Sezen Aksu'nun; öyle söyleyeyim... Arkın, geçtiğimiz hafta AKP'nin kendisine belediye seçimleri için adaylık teklifi götürme ihtimaliyle gündemdeydi. Fakat sonradan AKP işinin yattığını duyduk. Sorun ne dersiniz? Cüneyt Arkın'ın esas isminin Fahrettin Cüreklibatur olması! Seçmenler, bu isimle aday olacak Cüneyt Arkın'ın ‘‘İstanbul'u Kurtaracak Adam’’ olduğuna uyanamayabilirmiş. İyi de bu adaylar, melekelerine göre mi seçiliyor, yoksa salt ‘‘vitrin mankeni’’ bábında mı? Hem insan korkmaz mı yahu? Ya Cüneyt Arkın partiye beyaz eşya mağazası muamelesi çekip, ‘‘Nihiaaaa-hoyyytttt!’’ nidalarıyla ve uçan tekmelerle girişirse? Ha Cüneyt atmış, ha Fahrettin, tahminen tekmesi acıtır yani.

Bir oryantalizm kopması ki, az daha ortalığı kesif baharat kokusu basacak

Málûmunuz olduğu üzre, Sertab Erener'in İngilizce single'ı ‘‘Here I Am’’ için çekilen klip, Kırkpınar camiasını birbirine düşürdü. Pehlivanların cinsel meta olarak kullanılmasına itiraz edenler, ata sporunun aşağılandığını iddia edenler, her tür reklam iyidir mantığından yola çıkıp ellerine sağlık diyenler... Klip, bu kez hamamda, had safhada oryantalist bir yaklaşımla çekilmiş. Buğulu bir atmosferde, sereserpe uzanmış bir grup güzel kadın, ortada güreş tutan iki pehlivanı izliyor. O deli zırvası tabirle ‘‘seviyeli bir erotizm’’ söz konusu yani... (Pek ‘‘kolalı’’ bir toplumuz ya, sarfedilen her üç kelimenin biri düzey, öbürü seviye, üçüncüsünü de uyarına göre koyverin gitsin: Düzeyli ıvır, seviyeli zıvır... ) Neyse ya... Bizim kimi cankuşlarla esas kafamıza takılan, Sertab Erener'in yaklaşımı... ‘‘Everyway That I Can’’in klibi haremde, ‘‘Here I Am’’in klibi hamamda geçiyor. Bir oryantalizm kopması ki, zorlasalar ortalığı kesif bir baharat kokusu basacak, nargile dumanından göz gözü görmeyecek. Bizim bildiğimiz oryantalist bakış, Batılılar'da olur. Yani Batılı gözüyle Doğu'ya bakmaktır, gördüğünü bir Batılı'nın yorumuyla ifade etmektir. Diyelim ki Sertab Erener pek çoğumuz gibi kendi ülkesinde asimile olmuş, memleket gerçeklerine yabancılaşmış biri. Böylesi ‘‘espri’’lerden haz duyuyor. İyi, peki de, o zaman Erener'in Eurovision'u kazandıktan sonra MTV'ye verdiği röportajda, stüdyoya döner filan gelmesi üzerine attığı tribe ne demeli? Bu ne perhiz, bu ne döner abi?..
Yazının Devamını Oku

Devlet bakanı vokalistli şarkıcı

15 Kasım 2003
Tüzmen kardeşlerin ebeveynine buradan selam ve saygılarımı yollamak isterim. Oğullarını çocukken neyle besleyip büyütmüşler bilemiyorum ama The Tüzmen Brothers'daki medeni cesaret, öyle her vatan evladında bulunabilecek türden değil. Hakikaten değil... Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen'in kendiyle barışık ve maceracı tabiatı zaten hepimizin málûmu... Scuba brövesi olan, kelebek stil yüzen, en çekinceli zamanlarda en olmadık ülkeleri ziyaret eden, berberde saçını kestirirken röportaj verebilen bir şahsiyet... (Berberde röportaj vermenin medeni cesaretle ne ilgisi var demeyin Allah aşkına. Tepenizdeki saçlar en komik şekillerde bir oraya bir buraya taranırken, kucağınıza öbek öbek kıl-tüy dökülürken, memleket ahvali üzerine ayağı yere basan kelámlarda bulunmak pek kolay olmasa gerek!)

Sahne hayatında sadece soyadını kullanmayı tercih eden küçük birader Tüzmen, ‘‘Takma Kafana Koçum’’ adlı şarkısına çektiği kliple, zamanlama duygusu ve espri anlayışı gibi konularda, ağabeyinden geri kalmadığını cümle áleme gösteriyor.

Anladığımız kadarıyla Tüzmen kardeşlerin birbirlerine karşı gıpta uyandıran bir bağlılıkları var. Tüzmen, ağabeyine olan hayranlığını sık sık dile getiriyor. Bunun yanında, ağabeyi de kendisini çok seviyor olsa gerek ki, şarkısında vokal yaparak kardeşine destek veriyor. Destek deyip geçmeyin. Burada kapı gibi devlet desteği söz konusu.

Şöyle bir düşünün bakalım, álemde Devlet Bakanı vokalisti olan kaç şarkıcı sayabileceksiniz? Var mı? Yok...

Ben fakat, klibi görünce derin bir iç geçirdim. ‘‘Keşke’’ dedim içimden, ‘‘Kürşad Tüzmen klipte de rol alsaymış.’’ O zaman mevzu var ya, bambaşka bir boyut kazanırmış.

Zira görenler görmeyenlere anlatsın, Tüzmen'in klibi muhtemelen Dallas'da, Ewing'lerin sığır çiftliğinde filan çekilmiş. Bir takım mutlu kovboylar, (mankensiz klip çekilemeyeceği için kalabalığın içinde cowgirl'ler de mevcut elbet!) saman öbekleri arasında square-dance (Amerikan köylülerinin dandik halk dansı) icra edip, kol kola girerek ve kahkahalar atarak dön baba dönüp, çitlerden mitlerden atlıyorlar. Bu arada aşk şarkısı olduğunu tahmin ettiğimiz bir parça icra ediliyor. Tüzmen kameraya bakıp dudaklarını ısırarak başını sallarken, gaipten bir yerden Kürşad Tüzmen'in sesi geliyor: ‘‘Takma kafana koçum!’’

Gülmekten karnımıza kramp girdiği, hafif tertip de zihinsel dumura uğradığımız için doğru düşünemiyor olabiliriz, dolayısıyla yorum getirirken de bir miktar çekiniyoruz ama sanırım burada Saddam'a yönelik ciddi bir mesaj var.

Alem bilsin yani, Türkiye bu savaşta nerede duruyor; o hesap... Koskoca Devlet Bakanı'nın kardeşi çektiği klipte vahşi batı motifleri kullanıyorsa, vardır elbet bir hikmeti, değil mi ya?

En ufak bir kinayede bulunmadan, samimiyetle dilerim ki Allah da Tüzmen Bros'u güldürsün. Ve yani, bunun tadı damağımızda kaldı, acilen bir ikinci klip çekilsin. Zira arkadaşlarla ikinci klibin muhtemel ismi üzerine bahse tutuştuk. Ben diyeyim ‘‘Sam Amca'nın bir çiftliği var’’ siz deyin ‘‘Bufaloyu saldım çayıra...’’
Yazının Devamını Oku

Memleketimden vitrin manzaraları

9 Kasım 2003
Siz de kimi zaman, insan denilen mahlukat için, çim misali topraktan bitmenin daha hayırlı bir üreme şekli olabileceğini düşünürsünüz? Belki bu sayede, bizim gibi ülkelerde tamamen çarpık ve sapkın şekilde nükseden namus obsesyonundan kaynaklanan marazlar da nispeten azalırdı. Tamam, memlekette iffet polisliğine soyunmak için arada ille ki kan bağı aranmaz, ayrı... Ama yani, tahmin etmiyorum mini etek giydi, el ele tutuştu diye mahalle ortasında komşu kızını kurşuna dizecek babayiğit -ya da psikopat- oranının bu denli yüksek olduğunu...

Aile içi şiddetin vardığı dehşet boyutu sizin de gözünüzü korkutmuyor mu? Babalar kızlarını pidelerle zehirliyor, uykularında kurşuna diziyorlar. Namus çok mühim mevzu. Titreşime hassas bomba gibi, kan çıkmazsa, para etmiyor.

Misal, geçen hafta Küçükçekmece'de rap yıldızı Eminem'in resimlerinin basılı olduğu tişörtler satan 21 yaşındaki işportacı Turan Gümüş, ‘‘Eminem'e geeel!’’ diye bağırmanın bedelini, annesinin ismi Emine olan ve o sırada tesadüfen yoldan geçen 19 yaşındaki Dilaver Akbulut'un çıkardığı arbedede, Emine Hanım'ın oğlunu bacağından bıçakladıktan sonra, onun Rıdvan adlı arkadaşı tarafından öldürülerek ödedi.

Bunun yanında, her gün yeni bir ensest haberi patlıyor. Toplu tecavüzlerin hatırı sayılır bir kısmı, namus bekçisi ‘‘önemli’’ şahıslar tarafından işleniyor.

Ahlák kumkuması necip milletimizin namus mefhumu, bir yandan böyle de ahláksız ve sahtekár olabiliyor...

Fakat bizde zaten adettendir değil mi? Kol kırılır, yen içinde kalır, değil mi? Sorbonne mezunu Prof.'larımız öyle diyo: ‘‘Tecavüze maruz kalan kızların hayatı, mütecavizle evlendirilerek kurtarılır.’’ (Adalet Bakanlığı Danışmanı Prof. Doğan Soyaslan.)

Bizim iddialı olduğumuz alan, vitrindir... Okumuş olmalısınız: Balmumu Heykel Müzesi'ndeki aslına uygun olan 1,68 m'lik Atatürk heykelinin boyu, vatandaşların itirazları üzerine 12 cm uzatılıp 1,80 m'ye getirildi. Eksik olmasınlar SAYELERİNDE Atatürk'ün başı göğe erdi!

Buna da şükür. Allah muhafaza, Mustafa Kemal, misál Churchill gibi kel ve kilolu olsa, heykele liposuction uygulanıp saç da ekilebilirdi!

Yine mi lolo?

Bir klişe hastası olmama rağmen bana bile fenalık geldi. Yok mu Hande Ataizi'nin bir yakını, kovulduğu ya da sona ermiş her projesinin ardından attığı ‘‘Bir ben var benden içeru, aha işte yine onu keşfedesim geldi’’ tiradlarının biraz gülünç kaçtığı konusunda kendisini uyarsın?

Ataizi yine buyurmuş: ‘‘Artık 30'lu yaşlarımdayım ve olgunlaştım. 20'li yaşlarda bar kapılarında şortla dans edecek kadar özgürdüm ama şimdi çok değiştim. Bundan böyle soyunmak ve öpüşmek yok. Bu kadar çok film çekilmesine rağmen kötü işler yapılıyor. Bence izleyicilerden bir talep de yok. Artık yalnızca işimle gündeme gelmek istiyorum. Çok iyi derecede İngilizcem vardı. Şimdi kendime ikinci dil olarak Fransızca'yı seçtim. Artık hayatı daha farklı algılıyorum. Ne parada ne pulda gözüm var. 'Estağfurullah Yokuşu' adlı diziyi geçen hafta bitirdik. Gelecek olan yeni tekliflere açığım, bundan sonra işimde ince eleyip sık dokuyacağım.’’

Benim de ayıptır söylemesi çok iyi derecede İngilizcem var. Fakat Magazince'min üzerine tanımam; ikinci anadilim desem, yeridir yani... Dilerseniz, bu lisan üzerinde ne denli yetkin olduğumu size Hande Ataizi'nin cümlelerini, düz Türkçe'ye çevirerek kanıtlayabilirim.

Ataizi esasta diyor ki: ‘‘Yine işsiz düştük. Her türlü cukkası sağlam projeye ya da alternatif sosyetik sevgiliye açığım. Bulana kadar, ne dil olsa dökerim... Hele bir başlayalım, gerisi Allah kerim!’’
Yazının Devamını Oku

Teşbihte hata olurmuş meğer

2 Kasım 2003
Tam olarak derdi nedir bilemiyorum ama -daha doğrusu bir tahminim var da dile getirmek adab-ı muaşerete uymaz- Erman Toroğlu'nun kadınların rahim yoluyla ilgili ciddi bir meselesi olduğu muhakkak... Muhtelif kadın derneklerini ayağa kaldıran yazısında ne dediği cümlemizin málûmu: ‘‘Bakirelik yalnız bayanda mı olur? Mesela hakemin bakiresi olmaz mı? Yani bozulmamış bir hakem?’’ (Hakikaten merak ediyorsa, cevaplayalım: Hayır efendim, olmaz. Erkeğin ‘‘bozulmamış’’ına bakir derler... Ancak kızlar bakire olur ki onlara da ‘‘bozulduklarında’’ kadın denir, ‘‘bağyan’’ değil!) Bu şahane ifadesi, bana Nuriye Akman'ın Toroğlu'yla yaptığı eski bir röportajı hatırlattı. Orada da benzer bir ‘‘bozulma’’ mevzuu dönüyordu:

N.A.: Neden bu kadar karıştırmayı seviyorsunuz?

E.T.:
Başkaları da biliyor benim kadar ama söylemiyorlar; çünkü hamileler. Onların bir kısmı Futbol Federasyonu'ndan hamile, bir kısmı gazetelerden hamile, bir kısmı kulüplerden hamile, bir kısmı da işten dolayı hamile...

N.A.: Sizi kimse iğfal etmedi mi yani?

E.T.:
Ben hamile değilim. Belki ticaretle uğraştım ondan. Şu anda devletle de iş yapmıyorum.

Toroğlu gibi bir errrkeğin, erkeklere dair söylemi ne hikmetse -ya da tipik olarak mı deseydik- tamamen dişilerin cinselliği üzerine kurulu. Gebelik, kadınlık gibi şeyleri hakaretamiz bir şekilde, bu derece sık diline dolayarak, bir taşla iki kuş vurmaya, hem söz konusu adamları, hem de topyekûn kadın cinsini aşağılamaya mı çalışıyor, yoksa esas olarak bir sonraki hayatında -ya da belki bunda?- kadın olmak mı istiyor, anlayan beri gelsin... Freud hayatta olsaydı ve Toroğlu'yu tanısaydı, penis kıskançlığının (penis envy) yanı sıra yeni bir terim geliştirebilirdi belki: Vajina kıskançlığı...


Kendin pişir kendin ye


Eski dansöz, yeni yazar Sibel Gökçe'nin yemeyip içmeyip -pardon yiyerek ve içerek- TÜYAP Kitap Fuarı'na yetiştirdiği dördüncü edebi eseri ‘‘Erkekleri Pişirme Yöntemleri’’ gündeme bir manav tezgahı dolusu domates, biber, patlıcan ve hıyar düşmesini sağlamış bulunuyor. Ne denir, eline sağlık; ayrıca afiyet olsun... Erkekleri ‘‘çorbalık, balık, kabuklu ve kabuksuzlar, etler, garnitürler, hamur işleri ve tatlılar’’ şeklinde kategorize eden Gökçe, ‘‘salata’’ türlerine benzettiği şöhretli isimlerin bir kısmıyla birlikte olduğunu ifade etmekten de geri kalmıyor: ‘‘Yeterince tok, doygun bir kadınım. Kitabımda bahsi geçen erkek türlerinin hepsini yedim.’’ Özcan Deniz ile birlikte olmuş, diğer ünlülerle ise: ‘‘Ayaküstü belki öpüşmüşüzdür, belki çimdiklemiştir beni.’’ Gökçe, kitabını ‘‘dokunduracak, kızdıracak, bazılarını da kaşındıracak’’ bir ‘‘eser’’ olarak tanımlıyor. Yemin etse başı ağrımaz. Benim mesela, fena hálde uyuzumu kaşındırdı... Kaşına kaşına bünyeye ilham geldi, Sibel Gökçe isminde yeni bir salata tarifi buldum. Gökçe tarifi beğenirse, 20-30 baskı yapacağı şimdiden belli olan kitabının ileriki genişletilmiş edisyonlarında kullanmayı düşünebilir belki: ‘‘Geniş bir tabağın içine bolca salatalık turşusu konulur . Üzerine bir demet medya maydanozu kıyılır. Bir miktar keçiboynuzu eklendikten sonra, karışımın üzerine eski kaşar rendelenir. Son olarak bolca zeytinyağı ve keskin sirke dökülür. Pek yenilir yutulur bir halt olmadığı için, ekmekle servis edilmesinde fayda vardır.’’
Yazının Devamını Oku

Yok mudur bu kadının sevgisini hak edecek

1 Kasım 2003
‘‘Bazı şarkılarımı ben bile acıdan dinleyemiyorum.’’ Böyle diyor Yıldız Tilbe, Can Dündar'ın geçen haftaki Popüler Kültür ekinde kaleme aldığı portre-röportajda... Daha önce de bir başka söyleşide, insanlar intihara teşebbüs etmesin diye çoğu şarkısını çöpe attığını dile getirmişti. Bu sözler başka birinin ağzından çıksa, abarttığını düşünürsünüz. Fakat beyanatın sahibi Yıldız Tilbe olunca, insan tırsıyor... Olur olur; aşk acısından bedbaht düşülen bir dönemde, aşırı dozda damardan Yıldız Tilbe şarkısı, insanı álemden göçtürebilir.

Türkiye'nin Yıldız'ı, şarkılarının niçin bu denli sevildiğini Can Dündar'a şöyle izah ediyor: ‘‘İnsanlar ulaşamadıkları şeylerin hasretini çekiyorlar. Benim gibi sevilmeyi özlüyorlar. Sevgiyi bulamıyorlar. Çaresizlikten acılı şarkılarla avunuyorlar.’’

Can Dündar; ‘‘Sevilmiyor musun gerçekten?’’ diye soruyor bunun üzerine. El cevap: ‘‘Sevenim çok tabii... Ama duygusal anlamda yalnızım. Zamanında çok sevdim ama hiç sevilmedim. Sevmeyi bilmiyor insanlar ya da yanlış seviyorlar. Sinirimi bozuyorlar. O yüzden bundan sonra sevmem. Hiç hálim yok valla. 40'ıma yaklaştım artık. Kimseyle uğraşamam. Onlar beni sevsin. Göstersinler bakayım sevmek nasıl olurmuş. Bir göreyim, ondan sonra ben biliyorum ne yapacağımı.’’

Lao-Tzu'nun vakt-i zamanında buyurmuş olduğuna göre: ‘‘Birisi tarafından derinden sevilmek insana güç, birisini derinden sevmek ise cesaret kazandırır.’’

Yıldız Tilbe gerçi artık sevmeye niyeti olmadığını söylüyor ama inkarın da faydası yok: O hem güçlü, hem de cesur bir kadın. Ve nasıl sevilesi... Hani hard-heteroseksüel bir kadın olmasam, bir koşu gidip, dizlerimin üzerine çöküp dest-i izdivacına talip olacağım...

Çabuk Olalım Aşkım'ın klibinde hele, öyle güzel, öyle hülyalı bir háli var ki... Dans etmeye başladı mı her uzvu ayrı yörüngede devinen o değil sanki... Daha doğrusu, o deli kız ne kadar şen şakrak ve hoş bir şeyse, bu da o derece hüzünlü ve buğulu bir kadın.

Kendimden geçtim, Yıldız Tilbe'nin derdine düştüm yani: Yok mudur memlekette böyle bir kadını hakkıyla sevecek adam gibi bir adam? Gitsin, önünde diz çöksün, onun sözleriyle ona ilan-ı aşk etsin: ‘‘Seni seven kalbim sana / Deli oluyor anlasana / Sana dayanamıyorum / İnan ki sensiz mutlu olamıyorum.’’
Yazının Devamını Oku

Görmemişin Naomi’si...

26 Ekim 2003
Sene 1999... Abdullah Öcalan'ın İtalya'da ev hapsinde tutulduğu, Türkiye'ye teslim edilmediği dönem... Ankara'nın gündemine bomba düşmüş. Dakika başı yeni bir söylenti çıkıyor... Gerilim had safhada... Millet sokaklarda İtalyan kıravatları kesip İtalyan malı beyaz eşya falan yakıyor. Mal bulmuş medya

Aynı günlerde Ankara'da bir mücevher firmasının açılışı var. Tanıtım için topmodel Claudia Schiffer getirilmiş. Genelde bu gibi davetlerden pek hazzetmememize rağmen, işten güçten iyice bezmiş olduğumuz için aynı dergide çalışan bir arkadaşımla; ‘‘Tebdili mekanda fayda vardır, -soluyacağımız Ankara havası bile olsa- havamız değişir. Gidelim bari’’ dedik, kalktık gittik. Açılışın gerçekleşeceği akşam, otelin lobisine bir indik ki, oooy oy! Otel, duvardan duvara medya mensubu kaynıyor. Ben diyeyim Çin ordusu, siz deyin karınca sürüsü... Magazincisi, ekonomicisi, televizyoncusu, gazetecisi, dergicisi, muhabiri, fotoğrafçısı, editörü, şusu, busu... Arayabileceğiniz her boy, tür ve modelden sürüyle medyum mevcut. Kolunuzu sallasanız kameraya çarpıyor. Uzattığımın farkındayım ama anlatılır gibi bir kalabalık değildi. Fobik olmayan adamı klostrofobik yapar yani; öyle travmatik bir kıvam...

Gözlerimiz faltaşı, sersem sersem bakınırken, yanımıza iki televizyon muhabiri yaklaştı. Aksanlı bir İngilizce'yle bir şey soracaklarını söylediler. ‘‘Demin birine sorduk, o söyledi ama biz pek inanamıyoruz. Hakikaten herkes Claudia Schiffer için mi burada?’’

‘‘Evet’’ dedik; ‘‘Hicap duyuyoruz ama biz de öyleyiz. Buradaki herkes öyle...’’

‘‘Biz hariç...’’ dediler. İtalyan RAI kanalının muhabirleriymişler; Apo ile ilgili gelişmeleri takip etmeye, Ankara'nın nabzını tutmaya gelmişler. Böylesi bir dönemde, böylesi bir medya kalabalığının, böylesine sade suya tirit bir mevzuya kilitlenmiş olabileceğini hafsalaları almadığı için tekrar tekrar soruyordu adamcağızlar: ‘‘Hepsi mi Claudia için burada? Hakikaten hepsi mi?’’

O sırada Claudia'nın arz-ı endam eyleyeceği etkinliğe doğru akmaya başladı medya. Ezilme tehlikesi söz konusu olduğu için, akıntıya kapılıp biz de ilerledik, sohbet sona erdi.

Açılışta, kadının yüzünde beliren dehşet ifadesini bugün gibi hatırlarım. Belki siz de anımsıyorsunuzdur; üç gün filan tüm haber bültenlerinde ‘‘mühim’’ mevzu olmuştu.

VATAN MİLLET SİLİSTRE

O gün kesin kanaat getirdim ki, böyle bir sürü psikolojisiyle, orasından burasından çekiştire çekiştire insan bile öldürülebilir. Ve evet, kamera basbayağı silah işlevi görebilir.

Bunu müteakip havalimanlarında yaşanan mutad Naomi Campbell geldi, Cameron Diaz gitti, Boy George geldiği gibi gitti hengámeleri de hepimizin málûmu... Sonra bir de kalkıp; ‘‘Türkler'e hakaret etti. Bakalım bir daha hangi yüzle buralara gelecek’’ edebiyatına yazılınıyor. Her mevzuda olduğu gibi bunda da vatan-millet hamasetine sarılıyor. E, pes...

Şimdi kalkıp da Naomi Campbell'in avukatlığına soyunacak değilim elbette ama insan kendini onun yerine koyunca, yine de bir fena oluyor. Tamam, Campbell belki iki gülücük atsa, yürüse gitse mevzu kapanacak. Tamam, kadının kaprisli olduğu sadece bizim değil, dünyanın málûmu... Tamam, sözleşme şartlarına uymamış da olabilir; taraflar kozlarını mahkemede paylaşır, o olur...

Fakat, biz de itiraf edelim yani: Görmemişin dünya starı olmuş, tutmuş kafasına kamera geçirmiş... Bu kadarına adıyla sanıyla, basbayağı taciz denir.


Adonis bile kıskanır!


İktidarın seksapeli tartışılmaz. Takdir edersiniz ki Turgut Özal, Mesut Yılmaz gibi adamların ‘‘en seksi erkek’’ listelerinde yer alması, servi boyları, yakışıklı endamlarından ziyade, muktedir bir pozisyonda olmalarından kaynaklanır. Gelin görün ki bendeniz yine de kronik dumurdan mustaribim; ısrarla şaşırıyorum... Kemal Derviş'in Deniz Baykal'ı ima ederek sarfettiği -ki bunu söyleyen de gayet janti bir adam olan Derviş yani- ‘‘Yakışıklılıkla bu işler yürümez’’ cümlesine Baykal'dan gelen tepkiye ne dersiniz? ‘‘Ben artık yakışıklı değilim.’’ Zira biliyorsunuz, bundan birkaç yıl önce Rudolph Valentino idi kendisi! Tüm hayatı boyunca bimbo muamelesi görüp de yaşlandığında güzelliğinden ‘‘kurtulduğuna’’ sevinen artiz eskisi cümlesi kurmuş mübarek! Baykal'ın Derviş'in gözüne pek ‘‘yakışıklı’’ görünmesine neden olan CHP kurultayındaki elde edeceği baştan belli olan mutlak zafer olabilir mi acaba? Málûm, bölüne bölüne eriyip giden solun derdi gücü kendiyle. CHP içinde iktidar sahibi olması, Baykal'ın ‘‘ilah’’ gibi yakışıklı sayılmasına yetebiliyor onlar için. Hükümette sözü olmuş, olmamış, toplumda hükmü varmış, yokmuş, kimin umrunda? Tombul yanaklı, yumuk gözlü, orta yaşlarını çoktan geride bırakmış bir adamın ‘‘genç ve yakışıklı’’ addedilmesi başka nasıl açıklanabilir? Gerçi bir daha düşününce, hayatımda Baykal'ın gözüme güzel göründüğü bir fotoğraf karesi de yok değil. Eşiyle mutfağa girip palamut pişirirken görüntülendiği bir resimdi. Politikayı ‘‘kesin’’ olarak bırakmış, asla dönmeyi düşünmediğini açıklamıştı. O artık torunlarının dedesi, Olcay Hanım'ın kocası ve palamut yahnisi üstadı olacaktı. Bakın o resimde hiç değilse, mákûl bir görünümü ve belágatı vardı hakikaten...


Hülya/KayaBeniffer’e karşı


Gel de Stephen King’e hak verme.

Adamın eni konu kafası bozulmuş biliyorsunuz. ‘Beniffer’ şeklinde tanımlıyor dünyanın gündemini en lüzumsuz şekilde, buna rağmen en yoğun şekilde meşgul eden çiftini?

Bilin bakalım bu mühiiiim konunun mühiiim cümlesinin, mühiiim kahramanları, özneleri kimler:

a) Okan Bayülgen - Deniz Seki ya da Cansu Dere

b) Jennifer Lopez - Ben Affleck

c) Reha Muhtar - Nilüfer

d) Hülya Afşar - Kaya Çilingiroğlu

e) Jennifer Lopez - Puff Daddy

f) Rahşan ve Bülent

g) Madonna ile Britney Spears

h) Jennifer Lopez ve kimse kim
Yazının Devamını Oku