Ebru Çapa

Alemin kralı Arto piyasaya Serdar Ortaç suretinde bir döndü pir döndü

27 Aralık 2003
Bu aralar ‘‘yılbaşına üç kala partisi’’ senin, ‘‘yılbaşına beş kala partisi’’ benim, ‘‘Aaa bak Noel Baba uçarak geçiyor partisi’’ senin, ‘‘O Noel Baba değil salak, trafik lambası; kafan iyi, esas uçan sensin yani partisi’’ benim, ‘‘Ama Ren geyiklerini de gördüm partisi’’ senin, ‘‘Hayır bebeğim, o boynuz zannettiğin şeyler de ağaç dalı; hem esas geyiğe sardıran da sensin partisi’’ benim; dön baba dönelim, dolanıp durmaktayız... Bünyeyi alkole bandıra çıkara, beynimizdeki gri hücrelerin tümünü tüketmişiz. İki satırlık bir şey düşünmeye yelteniyoruz, kafayı zorluyoruz, zorluyoruz, tık yok; marş basmıyor. Zihnimizde varoluşçu soru moru kalmamış. Acıklı çocukluk hatıralarıymış, hüzünlü aşk anılarıymış, hak getire. Hiçbir şey hatırlamıyoruz; gamsız İsviçre inekleri kadar mesuduz...

Yine böyle kafayı yastıktan kazımak için spatulaya ihtiyaç duyduğum, akşamdan kaldığım bir sabah, telefonum acı acı çaldı. Ben tabii ‘‘Mıgır Mevzulardan Sorumlu Devlete Uzaktan Bakanı’’ olduğum için, tahmin edebileceğiniz üzre, arayan Başbakan değildi. İhtisasını geyik muhabbeti üzerine yapmış olan, Ordinaryus Profesör Geyikçi bir dostumuz idi.

‘‘Hemmmennn televizyonu aç!’’ diye bağırdı. ‘‘Alemin kralı Arto piyasaya dönmüş! Madonna'yla Britney Spears'in bir duvarın iki tarafında birbirleriyle sevişir gibi yaptıkları klipten apartmalar içeren, bütün TeleVole mankenlerinin rol aldığı acayip bir şey çekmiş. Ben sabah izledim, bir fena oldum. Tesirinden daha yeni yeni kurtuluyorum. Şimdi ekranda VJ'in anonsu var, bir şey kaçırmadın yani. Hadi ben kapatıyorum. Yakala Joe!’’

Normal şartlar altında, ‘‘Hö? Mırk? Hı?’’ benzeri sesler çıkarıp, uykuya dönmem lázım ama demek ki algının kapıları tamamen kapanmamış. Hálá bir nebze işleyen, üstelik seçici bir şekilde işleyen bir algılama mekanizamız varmış. Cümlelerin içinde ‘‘Arto, klip, manken’’ kelimelerinin geçtiğinin ayırdına varınca, yatakta bir zıpkın misali dikilmek farz oldu...

Zap, zap, zap ve işte o: Arto...

‘‘Canım benim, ne çok özlemişim; dur seni gözlerimle şöyle bir içeyim’’ demeye kalmadı; kendimden şüpheye düştüm. Gözlerimi ovuşturup bir daha baktım ve dandik pembe dizi kahramanları gibi kendi kendime konuşmaya başladım: ‘‘Fekat, fekat?.. Nasıl olur? Ben bu filmi daha önce görmüştüm. Ama o klibin başrolünde Serdar Ortaç vardı? Yoksa ezberim hepten mi dağıldı? Serdar Ortaç'ı Arto suretinde görüyor olabilir miyim? Allah'ım kör oldum! Kör oldum! Yok be, kör de olmadım... Ne oldum ben? Şaşı mı oldum? Şuurumu mu yitirdim? İkinci bir şokla, misál, yeni bir Hilal Cebeci klibiyle melekelerime yeniden kavuşabilir miyim?’’

Yok ama yani... Bakıyorum, bakıyorum, tipik bir Serdar Ortaç şarkısı olan Emrin Olur'u seslendiriyor, Ortaç jest ve mimikrisi sergiliyor ama bu bildiğimiz Arto... Klip, Asrın Hatası'nın hemen hemen aynısı ama manken takımında oyuncu değişikliğine gidilmiş. Serdar Ortaç'ın klibinde Ebru Ürün, Deniz Pulaş filan vardı meselá. Buradakilerin yoklamasını alacak olursak, Ebru Destan, Şenay Akay, Nefise Karatay, Doğa Bekleriz, Nigar Talibova, Esra Eron ve Seren Göksel'den mütevellit bir kadro mevcut.

Arto, káh Esra Eron'un bacaklarını omzuna almış, káh bir başka mankenin bacaklarının arasından kafasını uzatmış bir şekilde, aralarda da ‘‘bacaklar omuza’’ pozisyonundan azade bir hálde, enteresan figürler attırarak, her zamanki gibi iddialı sözler terennüm ediyor. Elimi sallasam ellisi, biterse bitsin, bana manita mı yok, pöh, sen de kimsin kızııım türü bir takım sözler işte... Eh, anlayışla karşılamak lázım bir yerde... Öylesi bir manken güruhunun ortasında, insan havaya girebilir háliyle...

Klip şoklamasına maruz kalışımızı müteakip günlerde, Arto'yu muhtelif kanalların, muhtelif programlarında izleme şansına da nail olduk bittabii. Nerede bir hokkabazlık programı, orada kadrolu konuk olarak Arto... Rutin işler; málûm, bu mekanizma böyle işler... Albüm çıktı, şimdilerde promosyon dönemi... Bu durumun daha bir müddet böyle gideceği alenen belli. Al gözüm, esas şimdi seyreyle en hasından geyik muhabbetini...

Velhásıl, özlemişiz Arto'yu. Arto'nun hakkı Arto'ya yani... Bir Arto kolay yetişmiyor arkadaşlar. Bütün Popstar, BBG, Ben Evleniyorum geyiklerini toplasanız, bir Arto eder mi?
Yazının Devamını Oku

Ley ley lümü lümü ley

21 Aralık 2003
Bu aralar hayat bize yol ve yazarlar suretinde göründü... Naçiz muharririniz, geçtiğimiz hafta, 20 küsur kadın gazeteci ve yazarla birlikte Polonezköy'de bir kamptaydı. Üstelik doğuştan hasarlı bünyesi, davranışbilimsel bir takım deneylere maruz kaldı. Ortalığa bağırsaklarımızı döktük, sonra da hiçbir şey olmamış gibi, süfli hayatlarımıza geri döndük.

Travmayı henüz atlatmamışken, bu kez de Eskişehir Tepebaşı Belediyesi 2. Edebiyat Günleri nedeniyle düzenlenen tren seyahatine katılan Doğan Kitap yazarlarıyla birlikte Eskişehir'e gitme şansına erdik, şerefine nail olduk.

İşin mavrası, daha yola çıkmadan başladı. Kimi yazarları trenden atmamı isteyenler mi istersiniz; kimi yazarlara telefon numarasını vermemi isteyenler mi... Geçtiğim her koridorda, birileri arkamdan ‘‘Kara tren gecikir, belki hiç gelmez’’ nakaratını terennüm ediyor. ‘‘Ah o trende ben de olsaydım’’ devşirmelerine değinmiyorum bile...

Hatta komplo teorisyeni bir arkadaşımız, Şark Ekspresi'nde Cinayet kitabına gönderme yapıp, ‘‘Trende Ahmet Ümit de varmış,’’ diye lafa girip envai çeşit tembihte bulundu: ‘‘O kadar yazar bir arada olunca kesin bir cinayet çıkar. Kim ölür bilemem ama Hercule Poirot rolünü Ahmet Ümit'in üstleneceği kesin. Sen ona yakın bir yerlerde otur. Ayrıca Eskişehir'de kar diz boyuymuş, sıkı giyin’’ dedi.

Sağ salim Eskişehir'e vardık, şükür. Kar hakikaten diz boyu ve henüz ortada cinai bir durum yok. Zaten olsaydı da yanmıştık, zira Ahmet Ümit, özel bir meseleden dolayı etkinliğe katılamadı.

Ben Cumhuriyet Ekspresi'nde mevcut olanların tam listesini sayıp dökeyim, siz manzarayı tahayyül etmeye çalışın: Feridun Andaç, Nedim Gürsel, Selim İleri, Cüneyt Özdemir, Duygu Asena, Gülriz Sururi, Tuna Kiremitçi, Sedef Kabaş, Deniz Kavukçuoğlu, Jale Sancak, Başar Başarır, Onur Caymaz, Sahrap Soysal... Bu isimlere bir de, gruba Eskişehir'de katılan Hakan Günday'ı ekleyin; takım tamam...

Yazar dediğiniz insan türünün şişman egolu olanı makbuldur diye bilinir ya hani; vallahi gözümle gördüm, hiç öyle değiller. Tepişmeden, kardeş kardeş oynayabiliyorlar yani birlikte. Hatta trenin yemekli vagonunda kaşık çalarak şarkılar bile söylediler. Tahmin edileceği üzre, repertuarın gözde parçası ‘‘Tren gelir hoş gelir’’ idi. Ben ne hikmetse, sanki türküyü ilk kez duyuyormuşum gibi, ‘‘lümü lümü ley’’ kısmına takıldım. Beynimin içinde binlerce lümü dönüyor; zihnimden ‘‘Lay lom ley filan tamam ama bu lümü ne ola ki? Bir anlamı var mıdır acaba?’’ şeklinde abesle iştigal sorular geçiyor. Bir vagon dolusu yazarla birlikte olmanın enteresan etkileşim tezahürü olsa gerek. Yüzümü kızartıp birkaçına ‘‘Siz yazarsınız, bilirsiniz, lümü'nün bir anlamı var mı?’’ diye bile sordum ama bir yanıt almak mümkün olmadı.

Ekip, Eskişehir'de Belediye Başkanı tarafından karşılandı. Şehir bir nevi açık kampus havasında, ilim irfan merkezi bir yer olduğundan, yazarlara ayrı bir itibar gösteriliyor tahminim.

İlk akşam, Hayal Kahvesi'nde yemek yendi. Trende zaten şahane ağırlanmışız, bir noktadan sonra ahali, tabiri caizse şımarma raddesine ulaştı. Eskişehir Hayal'in şahane bir eğlence kompleksi olduğunu hep duyardık ama bu kadarını beklemiyorduk. Mekan desen şahane, müzik desen gayet başarılı; ortam süper, arkadaşlık süper... Saadetten gözlerimiz doldu.

Bu yazı, cuma günü, Eskişehir'de kaleme alınıyor. Anlayacağınız, etkinlikler hal-i hazırda sürüyor - cumartesi gecesi dönüş yoluna çıkmak üzre tekrar trene binene dek de sürecek- yani bir Reha Muhtar nostaljisiyle ifade edecek olursak: ‘‘Ebru Çapa Eskişehir'den bildiriyor.’’

Aşırı dozda kültür yüklemesinden ya da ego çatışmasından kaynaklanan bir cinnet vakası yaşanmazsa, yani katil ya da maktul durumuna düşmezsek, Allah'ın izniyle pazar sabahı İstanbul'da olacağız.

O gün benimle muhatap olacak insanları şimdiden uyarmak isterim; yüzümdeki ebleh ifadenin gerekçesini sormayınız, bir süre normal hayata avdet etmekte zorlanabilirim. Lümü, lümü, lümü?..

Türkiye'de iyi şeyler oluyor

Geziye katılan edebiyat yazarları arasında, Tuna Kiremitçi, Hakan Günday, Onur Caymaz, Derya Erkenci gibi genç edebiyat yazarlarının da mevcut olması, ‘‘Edebiyat ölmedi, yüreğimde yaşıyor, yaratım yarışında, bayrağı gençler taşıyor’’ şeklinde naif düşüncelere kapılmamızı sağladı. Kendisi, bu tanımlamayı çok uygun bulmasa da -haklıdır da nitekim; hangi yazar kategorize edilmek ister?- ‘‘underground’’ edebiyat dalında zannımızca gayet başarılı eserler kaleme almış olan Hakan Günday, misal Osmangazi Üniversitesi'ndeki sabah söyleşisinde, ‘‘neden’’ ve nasıl yazdığını anlatırken, bir yanıyla yazarlarda görmeye alışkın olduğumuz ‘‘kendini ciddiye alma’’ halini sergilerken, bir yanıyla da bu durumla ve kendisiyle hafif dalgasını geçiyordu. Şahsen fena halde kasıntı bulduğum o ‘‘Ehemmm, yazı; evet o Tanrısal yaratım süreci’’ geyiğinin, ‘‘hafiflemiş’’ bir söylemle dile gelmesinden yana mutluluk duyduk. Ahmet Hamdi Tanpınar filan, yattığı yerde rahat uyusun yani; Türkiye'de iyi şeyler de oluyor. (Bu seyahat bana pek yaramadı sanırım. Bet insan kimliğim tehlikede. Alışkın olmadığı, garip bir kaşıntı musallat oldu bünyeye. Adını koymakta zorlanıyorum. Yoksa umut mu ne?)

Günah keçisi

Yazar söyleşilerinin ilkini Cüneyt Özdemir gerçekleştirdi. Trenin Eskişehir'e vardığı akşam, Hayal Kahvesi'nde düzenlenen söyleşi, etkinliğin en kalabalık ortamına sahne oldu. Cüneyt, Irak'ta embedded gazeteci olarak yaşadığı deneyimlerini anlattığı ‘‘Onlarlaydım Ama Onlarla Değildim’’ adlı kitabına dair bilgiler verdi ve dinleyicilerin sorularını yanıtladı. Sorular, her gazetecinin ezbere bildiği, çalıştığımız yerden geldi: ‘‘N'olucak bu medyanın gidişatı? Memleketi siz batırdınız, hadi şimdi çıkarın. Medyanın sorumluluğu... Medya bizi eğitsin...’’ Ve saire ve saire... Ertesi gün Sedef Kabaş'ın söyleşisinde de benzer sorularla karşılaşınca bir kez daha bizim sektörün durumuyla ilgili derin tefekkürlere daldık. Cüneyt de Sedef de son kertede haklı olarak aynı şeyleri telaffuz ettiler. Devlet suçlu, medya suçlu, peki toplumun hiç mi suçu yok? Peki o beğenmediğimiz partilere kim oy veriyor, o tukaka programların rating'ini kim artırıyor? Tamam, biz günah keçisi olarak anılmaya alıştık artık ama siz de elinizi vicdanınıza koyun. Bütün basın ve medya camiasını sınırdışı etsek, memleket hakikaten kurtulacak mı? İstediğinizi söylediğiniz tarzda 'ciddi haber' bültenleri, sanat programları, belgeseller, şunlar bunlar, ekranda hiç mi yok? Var... Peki siz onları seyrediyor musunuz? Yok...'' Hemen her gazetecinin kaderidir bu. Kafanız işten güçten şişmiş bir halde iki satır ruhunuzu havalandırmaya gidersiniz ve yeni tanıştığınız biri, es kaza medya mensubu olduğunuzu öğrenirse, direkt şikayet fazına geçer: Kötü, pis, kaka medya. Peki ama Allah aşkına biraz da dürüst olalım. Hakikaten okurun ve seyircinin hiç mi suçu yok?
Yazının Devamını Oku

Çelik gibi soğuk klip

20 Aralık 2003
Hani havadan sudan bir muhabbet olacak ama gayet iyi bildiğiniz üzre: Havalar da soğudu... Isının, iki gün içinde 10-15 derece düşeceğini duyduğumuzdan beri, içimiz üşümeden pencereden bakmayı bile beceremiyoruz. Zaten epeyden beridir ruh üşümesinden mustaripiz ya, ‘‘Bir kış ayazı kısmıştı’’ diye diye, betliğin sınırlarını zorlamaktayız; nemrutluktan yana her yeni gün el artırmaktayız...

Pencereden, rüzgár az biraz daha şiddetli eserse kökünden sökülüp uçacakmış intibaı uyandıran, bir o yana bu yana eğilen ağaçları izliyorum. ‘‘Bari’’ dedim, ‘‘bir ilke imza atayım (!), bir kerecik olsun, mevzuya olumlu yanından bakmaya çalışayım.’’ Pencerenin yanına konuşlanmış masalardan birinde çalışan bir cankuşa; ‘‘Bak’’ dedim; ‘‘İnsan yedisinde de yetmişinde de değişebilir. Ben ki içinden 'aslında' kelimesi geçen hiçbir cümleye inanmam, yine de derim ki, ASLINDA 'Ağaç yaşken eğilir' sözünü fazla da ciddiye almamak gerekir. Hayat ve doğa bize gösteriyor ki, kupussskuru, devasa ağaçlar bile, rüzgár sayesinde Asena'dan daha kıvrak figürler attırabiliyor. Demek ki neymiş? Mühim olan saçlarını rüzgára salmak, kendini hayatın akışına bırakmakmış.’’

Cankuş, önünde çözmekte zorlandığı bir logaritma problemi varmış gibi, alnı kırışmış bir şekilde, bilgisayarın ekranına dikmiş gözlerini. Kafasını bile çevirmeden; ‘‘Hmmm’’ dedi.

Ben tabii bunu direkt bir meydana okuma olarak aldım. O konsantrasyon ille ki bozulacak... ‘‘Aaa, çok enteresan’’ diye devam ettim; ‘‘Deniz Seki ve Bayhan, uçan halıyla buraya doğru geliyorlar. Peşlerinde de doru bir ata binmiş Tayyip Erdoğan var; üstelik arkasına da Banu Alkan'ı oturtmuş.’’

Bizimki yine ‘‘Hmmm’’ladı...

Son kurşunumu attım ben de, ne yapayım: ‘‘Sıcak yatak soğuk kadın / Derdin ne anlamadım / Bıktırdın usandırdın / Bırak da git’’ dedim.

Şoklanmış gibi kafasını çevirdi. ‘‘Sen ölümüne falan mı susadın?’’ diye sordu. ‘‘Sensin soğuk... Ayrıca şurda iş yapmaya çalışıyoruz. Sen git...’’

‘‘İşte bu be!’’ dedim. ‘‘Allah razı olsun, sayende bir illüminasyon yaşıyorum. Ömrüm billah Çelik'in müziğinin hikmetine erememiştim. Adam dünyanın en detone şarkıcılarından biri olduğu ve 'öksür öksür diz ipe' şarkılar söyleyip durduğu hálde, ciddi bir fanatik dinleyici kitlesine sahip. Demek ki insanı bir yerinden yakalıyormuş. Baksana seni bile burnunu yapıştırmış olduğun sanal álemden çekti çıkardı. Komadaki insanlar üzerinde de etkili olabilir mi acaba?’’

‘‘Kısa ve net bir şekilde sorayım’’ dedi, ‘‘ne diyorsun abi?!’’

‘‘Çelik Erişçi'nin Bırak Da Git adlı şarkısına çekilen klipten bahsediyorum’’ dedim. ‘‘Kendileri ve zevceleri Buket Saygı Hanımefendi, bildiğin üzre bu aralar bebek bekliyorlar. Hayırlara vesile olmasını umduğumuz bir dönem... Çelik Bey'e evlilik yaramış gibi görünüyor. Onun biliyorsun bir hindi gıdısı vardır hani. Yeni klibinde, suretini balıkçı yaka kazak ve yün bere arasında konuşlandırmış; gıdısını göremiyorsun. Hiper 'cool' bir klip yapmış, serin de ne, çelik gibi soğuk; tam kar havasına uygun... Gerçi şarkı, zannımca her Çelik şarkısı gibi, bir nevi Arap'ın yalellisi ama olsun varsın... Klipte pek ironik bir yaklaşım sergilenmiş. Çelik Bey serzenişli ifadelerle hitap ettiği birine 'Ne olur biraz sus be kadın, bırak da git' filan diyor ama klibin sonunda kameranın burnuna bir alyans dayıyor.’’

‘‘Eee?’’ dedi bizimki...

‘‘Hiç’’ dedim; ‘‘havalar da soğudu...’’
Yazının Devamını Oku

Flört, klipte bir nevi Beatles görünümü arz ediyor

13 Aralık 2003
Televizyonun bulunduğu odadan huşu içinde fırlamış, kahve almak üzere çay ocağına giderken; ‘‘Aynaya baktım pek bi güzel, aynaya baktım pek bi güzel, aynaya baktım, oooh, ne güzel!’’ diye bağırmış bulundum.<br> Koridorda oturmuş dedikodu çevirmekte olan iki cankuş, bir anda susup, bendeki bu özgüven şahlanmasının kerametini sorgularcasına yüzüme baktı. İşte o an farkına vardım, haddini aşan bir coşkuya kapılmış olduğumun.

‘‘Hangi yalancı aynaymış o bakayım?’’ diye sordu meymenetten yana iyiden iyiye nasipsiz olanı. Allah biliyor ya, şevkimin az biraz gazı kaçtı. Doğrudur, nezleli, kırmızı burnum ve mor göz altlarımla filan, özellikle bu aralar, müstesna bir güzellik sergilediğim pek iddia edilemez ama pes yani, bu da böyle dangul dungul insanın suratına çarpılmaz ki!

Yine de omuzlarımı silkip, tavizsiz bir şekilde; ‘‘O senin gözünün betliği güzelim’’ dedim. ‘‘Bir ben var benden içeri ama ah, gönül gözü kapalı olanlar onu nasıl göresi?’’

Bunun üzerine, ben sanki orada yokmuşum gibi aralarında konuşmaya başladılar, iyi mi:

‘‘Ne diyor bu be? Kafiye yapacağım diye eni konu zırvalamaya başladı. Senin demin verdiğin Tylohot'un miyadı dolmuş değildi di mi?’’

‘‘Bilmem ki? Belki ateşi tavana vurmuştur; havale falan geçiriyor olabilir mi?’’

CEMİYETTE PİŞİYORUZ'A TAKILDIM

‘‘Ne yapsanız boş’’ diyerek araya girdim: ‘‘Sizinle bir olmayacağım arkadaşlar. Kulları hoşgörme günümdeyim; yaratandan ötürü... Az biraz sabrederseniz, izah edebilirim. Havale geçirdiğim doğrudur ama bu haftalık standart klip havalem... Flört grubunun 'Cemiyette Pişiyoruz' şarkısına takıldım. Dolayısıyla mutasavvıf bir hálet-i ruhiyeye kapılıp aşka gelmiş olabilirim.’’

Bizim meymenetsizin bir sonraki sorusu, ne yalan söyleyeyim, epey isabetliydi: ‘‘Flört isminde bir grubun tasavvufla ne ilgisi olduğunu da açıklarsan, deli gömleğini kapıp gelmeleri için La Paix'yi aramaktan vazgeçebiliriz belki?’’

‘‘Bilemem,’’ dedim. ‘‘İzanın o kadarı beni aşar. Ve fakat bir yere kadar da haklısın yani. Grubun bir isim sorunsalı ezelden beri var. Bunlar en başta 'Kim Bunlar' ismiyle piyasaya çıkmışlardı. Sonra gruptan birileri ayrıldı, yeni elemanlar eklendi; bir nevi kombinasyon-korelasyon dönemi atlattılar. İsimlerini değiştirdiler, Flört oldular. Anladığım kadarıyla aradaki dönemde tasavvuf felsefesiyle flört etmiş, cemiyetin kısık ateşinde epey bir pişmişler.

ÖZE İNMEK LAZIM MİRİM

Gerçi klipte bir nevi Beatles görünümü arz ediyorlar, bir de albümün tümünü dinlediğinizde grubun MFÖ'den eni konu etkilendiği belli oluyor ama o kadar kusur, kadı kızının grubunda da olur. Albümün ithaf bölümünde mimlenmiş insanlardan bahsediyorlar, bütün şarkıların içinden tasavvufi göndermeler geçiyor diye, ayaklarına mesleri geçirip zikir ayini yapmaları da gerekmiyor. Biraz anlayışlı olmamız gerek, yoksa içinden çıkamayız meselenin. Öze inmek lázım mirim... Özünde albüm de, şarkı da, iyi mi, iyi derim... Her ikinizi de gözlerinizden buseder, müsaadenizle huzurunuzdan ikilemek isterim...’’

Kendini yeterince ifade ettiğine kani, kendinden hoşnut bir insan olarak nihayet sustum ve çay ocağına doğru, döne döne ilerlemeye koyuldum.

Dönüş yolunda, yine önlerinden geçtiğim sırada bana merak etmememi, telefon ettiklerini, az sonra beyazlar giymiş bir takım cici adamların gelip beni götüreceğini, acılarımın dineceğini söylediler gerçi... Mütekamil bir insan olarak, bu sözleri şakaya yormayı tercih ediyorum.

Perdede Elvis sahnede siz

Ölümünün üzerinden 26 yıl geçen Rock'n Roll'un unutulmaz kralı Elvis Presley yeni toplama albümü 2nd To None'la yeniden gündemde. DMC'den çıkan albümde şimdiye kadar hiç duyulmamış şarkısı 'I'm a Roustabout' da Elvis hayranlarıyla buluşuyor. Albümde That's All Right, You Don't Have To Say You Love Me, Blue Suede Shoes, Always On My Mind gibi akıllara kazınan birçok şarkı var. Dünyanın en ünlü DJ'lerinden Oakenfold'un 'Rubberneckin''e yaptığı remix, müthiş bir çalışma.

Albümün çıkmasını fırsat bilen Manhattan Club Türkiye'de ilk defa gerçekleşecek bir Elvis - Karaoke Partisi düzenliyor. Hayranları 18 Aralık'ta Galatasaray'daki Manhattan Club'da yapılacak partide hem Elvis'in onlarca şarkısını dinleyecek, hem de kendileri söyleyecek. Manhattan Club sahnedeki bol pantolonlu, jöleli kabarık saçlı yerli Elvis'lerin sesleriyle inleyecek. Birçok sürpriz sanatçının da olacağı partide katılımcılara sponsorlar tarafından hediyeler de verilecek. Manhattan Club 18 Aralık 21.30 Giriş: 10 milyon TL Öğrenci: 7,5 milyon TL
Yazının Devamını Oku

Aranan Popstar bulunmuştur

7 Aralık 2003
Bundan birkaç yıl önce Neşe Düzel'in bir sosyologla yaptığı, Türk halkının psikolojisini sorgulayan röportajdan çıkan sonuç, yanlış hatırlamıyorsam başlığa taşınmıştı: ‘‘Türk halkı borderline...’’ Tahminen geçen yıllar içinde yaşadığımız toplumsal travmalar neticesinde, psikolojik envanterimize birkaç maraz daha eklenmiştir, ne dersiniz?.. Ben diyeyim paranoid şizofreni, siz deyin nevroz, ben diyeyim histeri, siz deyin sosyopati...

HSBC Genel Müdürü Piraye Antika'nın yaşanan felaketle ilgili beyanatını okudunuz mu? ‘‘Hiçbir zaman aynı insan olmayacağım’’ diyen Antika da felákete yakından tanık olan birçok kişiyle aynı cümleyi kurmuş: ‘‘Önce deprem oluyor sandım.’’

Anlaşılan o ki, 1999'da yaşanan depremin anıları hálá taze, duvarlardan yükselen o öfkeli uğultu, hálá kulaklarda...

Peki deprem mağduru on binlerce insanın bugün ne durumda olduğunu en son ne zaman düşürdünüz aklınıza? Misál, minicik elini Clinton'ın ağzına sokan bebek, şimdilerde dört-beş yaşlarında olmalı. Ruh ve beden sağlığı ne durumdadır acaba?

Geçenlerde gazetelerde yer alan üçüncü sayfa haberlerinden birinde, adamın birinin, ateş istediği kişiyi, üzerinde kibrit ya da çakmak olmadığı için öldürdüğü yazıyordu. Şaşırmıyoruz artık böyle şeylere değil mi? Cinnet toplumunun bireyleri olarak, nicedir kanıksıyoruz bu gibi haberleri.

Düpedüz bir cinnet toplumuyuz, sokakta dolaşan insanların büyük bir oranı patalojik vaka ve bunu dile getirmek, ne hazindir ki málûmu ilan etmek...

Geçen haftanın en büyük bombası neydi peki? Popstar'ın Raj Kapoor'u Bayhan'ın cinayet suçundan hapis yattığı, hapisten çıktıktan sonra da bir başkasını bıçakladığı için hál-i hazırda arandığı çıktı ortaya. Eeee?

Bana sorarsanız, bu ‘‘faça’’ olsa olsa Bayhan'ın imajına cila çeker. Nedir ki yani?

Memlekette sabıkası olmayana kız bile vermeyecekler yakında. TBMM, ilkokuldan hasbelkader mezun olmuş, sabıka dosyası tuğla kalınlığında nice vatan evladı barındırıyor. Cinayet sanığı birçok kişi, tekrar tekrar seçilip dokunulmazlık kılıfına bürünüyor. Bayhan pop yıldızı olmuş çok mu?

Ben kendisine şimdiden, uzun süreceğini tahmin ettiğimiz müzikal kariyerinde başarılar dilerim. Hatta, bu fırsatı kaçırmamasını ve elde ettiği şöhretten daha fazla nemalanmak için politikaya atılmasını da salık veririm. İlk albümünün çıkış parçası olarak da Cengiz İmren'den bir beste istemesini öneririm. Türkiye'nin şimal yıldızına yakışır mı yakışır...


Ah minel aşk!

Aşk dediğiniz ne acayip şey değil mi? İnsana yemediğini yediriyor. Bakınız Seray Sever gibi elit ve kültürlü bir küçükhanımefendi bile, Hakan Altun gibi ‘‘halktan’’ biriyle birlikte olabiliyor. Zooor zanaat... BÜ İktisat mezunu, iyi aile terbiyesi almış bir şöhretten böyle bir hamle bekler misiniz? Şebnem İyinam'ın Radikal gazetesinde Seray Sever ile yaptığı röportaj, sosyal hiyerarşi üzerine derin tefekkürlere dalmamıza ve gülmekten koltuktan düşmemize sebep oldu; Allah da Seray Sever'i güldürsün. Hakan Altun ile yaşadığı ‘‘ilk’’leri sayıp dökerken, şöyle cümleler kuruyor Sever: ‘‘Bana hayatımda kimse yenge dememişti, yenge dediler mesela. Bu tuhaf ama bir yandan da sıcak geldi. Ben insan ayırmam ama ayrık durduğumu da biliyorum galiba. Bir gün Çingenelerle oturup onlarla Çingene dansı da yapabilirim, Afrika'ya gidip onlarla da vakit geçirebilirim. Değişik çevreleri, yerleri ve insanları sevdiğimi biliyorum. Hakan'ın çevresi de acayip güzel, sıcak bir ortamdı. Saygıda kusur olmayan bir ortam. Bana yenge dediler diye gülerek anlattım ona, o da bana burjuvist dedi karşılığında. Ben burjuvist de değilim oysa.’’ Burjuvist olmadığı konusunda yemin etse başı ağrımaz zira terminolojide öyle bir yaratık türü zaten bulunmuyor. Gerçi yine de büyük konuşmayalım; belki Seray Sever, Amazon ormanlarına yaptığı bir ziyarette kabile reisiyle ateş dansı filan yaparken ondan duymuştur.


Sarııı....

Ayıptır söylemesi, Ali Kazma ile Tolga Yüceil'in bir sene boyunca GS'yi adım adım takip ederek çektikleri, el emeği göz nuru film ‘‘Eski Açık Sarı Desene’’nin ham görüntülerini, film vizyona girmeden çoook önce izleme şansımız olmuştu. Onca malzemenin bir filme sığdırılamayacağı belliydi zaten... Kim akıl ettiyse tebrik etmek isteriz; filmden arta kalan görüntüler, şimdilerde Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi'nde sergileniyor. 12 ekran ve bir projeksiyondan oluşan video enstalasyonu ‘‘Geriye Kalan’’ 10 Ocak’a kadar görülebilir. Özellikle GS taraftarlarına hararetle tavsiye edilir.


Ne iş olsa yaparım


Hem aşktan hem TV starlığından konu açılmışken, Ben Evleniyorum vakasından dem vurmadan olmaz. Akvaryum evinden ikincilikle mezun olan çiftin erkek ayağı Kaan Taşdelenler, bir röportajda, evdeyken eski karısının annesinden gelen ve kendisiyle ilgili zehir zemberek ithamlar içeren mektup sayesinde şöhretinin katlandığını söylüyor. ‘‘Amaç evlenmek miydi, yoksa kazanacağınız ün yeterli olacak mıydı?’’ sorusuna verdiği yanıtsa şöyle: ‘‘Ben ünlü olmayı düşünmemiştim, programın bu kadar rağbet göreceği aklıma gelmemişti. Tanınmamız benim farklı düşünmeme neden oldu, meslek değişimi diyebilirim. Turizm mezunuyum, bazı otellerde yiyecek içecek müdürlüğü yaptım fakat şimdi kendimi müziğe atıyorum. Çok iddialı ve güzel bestelerim var, sözü ve müziği bana ait olan. Albüm çıkarmak istiyorum ve sponsor şirket arıyorum. Televizyonda (Nazan'la) birlikte bir şeyler yapabiliriz, her şeyi yapabilirim.’’ Brrrehhhh! Benim Taşdelenler’den bir ricam olacak. Bulursa öyle naif bir şirket, rica ederiz bize de haber versin. Küçük tefek birkaç proje bizde de mevcut yani... Misál, elimizde çok şahane, en gıcırından, uygun fiyata bir Boğaz Köprüsü ve Galata civarında konuşlanmış tarihi bir kule var; Galata Kulesi diyorlar... Satmayı düşünüyoruz; Kaan Bey belki aracı olurlar?
Yazının Devamını Oku

Beat Bazaar ruhuma bir Heidi esenliği saldı

6 Aralık 2003
Elma yeşili bir stüdyoda yanyana oturmuş, 60'larının son demlerini sürdüğünü tahmin ettiğimiz, birbirinden sevimli iki hanımteyze, huşu içinde havalara bakarak, fonda çalan elektronik müziğin akışıyla ahenkli bir şekilde gerdan kırıyor, ayaklarını sallıyor. Diğer kanallarda da dönüyor mu bilmem; ben Selim Demirdelen imzası taşıyan Beat Bazaar'ın klibini Dream TV'de gördüm. Gördüm ve hipnoza girdim. Gayet düz, dingin bir temposu olmasına, insanın gözünü oyalayan fırlama numaralar çekilmemesine rağmen, klibin karşısında çakıldım kaldım. Bittiğinde bizim málûm toplantı odasına dalan bir arkadaş; ‘‘Ne o?’’ diye sordu; ‘‘Kahvene müsekkin falan mı kattılar?’’

O an farkettim ki, yüzümde acayip, gevşek, yayvan bir tebessüm var. İki-üç Xanax birden çakmış, ya da ne bileyim, diyazem iğnesi yemiş gibiyim. Yarım saat önce öfke nöbeti geçiren ben değilmişim gibi, gamsız bir ifadeyle parmağımı emiyorum; hatta mutlu ve besili İsviçre inekleri gibi, parmağımla geviş getiriyorum!

‘‘Ben’’ dedim; ‘‘Galiba tıp tarihinin en süratli bağımlılığına tutuldum. Hemen şu an, bu klibi bir daha izlemek istiyorum. Sonra bir daha... Sonra bir daha... Resmen kafam iyi oldu. Bu saadet hiç bitmesin. Lütfen, lütfen, birilerini ara; önümüzdeki yarım saat içinde bu klibi bir daha görmezsem, mümkünü yok, bugün benden kimse randıman alamaz.’’

‘‘Sen oldun artık, düş dalından’’ dedi cankuş; ‘‘Kızım, kazık kadar kadın oldun. Bu klip müptelası ergen tabiatına bir hál çaresi bulsan diyorum?’’

Normal şartlar altında, böylesi bir atak karşısında, bir laf da ben sokmazsam rahat edemem ama bu kez dağarcığımdaki en şirin ifadeyle kikirdemekle yetindim. Dedim ya, klip şoklamasına maruz kalmışım, eblehçe mesudum; kinayelere takılacak değilim. Hem torun torba sahibi insanlar, Ben Evleniyorum evindeki ‘‘akvaryum insanları’’nın kılı tüyü için kendilerini paralıyorlar; ben bir klibe vurulmuşum çok mu?

Sonradan çıktı kerameti... Klibi izledikten birkaç gün sonra Şafak Ongan'la karşılaştık. ‘‘Abi, sizin kanalda yayınlanan o Beat Bazaar'ın durumu nedir?’’ diye sordum. ‘‘Kafama sardunya saksısı gibi düştü resmen. Habire onu bekler oldum.’’

O anlattı: Meğer, bir yıllık filan bir çalışmaymış ama uzun süre piyasaya düşmemiş. Albümle aynı adı taşıyan Beat Bazaar'ın klibini, profesyonel hayatına tonmaister olarak başlayan, daha sonra uzun yıllar reklam jingle'ları besteleyen, reklam yönetmenliği yapan, Eşkıya filminde yönetmen yardımcılığı görevini ifa etmişliği bulunan Selim Demirdelen'in bizzat kendisi çekmiş.

Klipteki iki hanımefendi, montaj marifetiyle yanyana oturuyor gibi görünüyormuş. Ajanstan çağırılan Pamuk Nine'ler, teker teker stüdyoya alınmış. Kendilerine biraz beklemeleri, yönetmenin az sonra geleceği söylenmiş. Daha sonra, boş stüdyoda Beat Bazaar çalınmaya başlamış ve çekimler gizli yapılmış. Anlayacağınız, Beat Bazaar'ın beat'lerine mırıl mırıl tempo tutan hanımların tepkileri tamamen doğalmış.

Naçizane tavsiyemdir klibi görün. Bununla yetinmeyin, albümden de edinin. Zira Beat Bazaar, Demirdelen'in, bağlama, zurna, bendir gibi otantik enstrümanları, drum'n'bass ve trance tarzı elektronik müzikle harmanladığı, gayet başarılı bir çalışma. Ben ki elektronik müzikten pek hazzetmem; ruhuma abesle iştigál bir Heidi esenliği saldı.

Şimdilik günde iki dozla idare ediyorum ama tabii ki biliyorum; her nevi iptila böyle başlar. Yakında lobotomi geçirmiş bir lahana bebeğe dönmem de kuvvetle muhtemel yani. Peşinen söylüyorum işte; başıma böyle bir şey gelecek olursa, faili Selim Demirdelen'dir; böyle de biline...
Yazının Devamını Oku

Süper misin derdin çok

30 Kasım 2003
İmajına yandığımın dünyası; ne bitmez senfoniymiş!.. Çocuklar Duymasın kadrosunun yaşadıklarının başlıbaşına bir pembe diziye dönüştüğünü iddia etmek herhalde abartıya girmez, öyle değil mi? Mevzu üzerine dönen geyik muhabbeti öylesine uzadı ki, bana üç ayrı TV kanalında, bilmem kaç sezon boyunca izlediğimiz dizinin kendisinden bile uzun sürmüş gibi geliyor.

KERİME NADİR TEFRİKASI

Her Allah'ın günü, Kerime Nadir romanı tefrikasıymışçasına, yayınlanan haberlerden izliyoruz işte... ‘‘N'olucak bu Pınar Altuğ'un 'mundar ettiği' süper-anne imajının akıbeti sorunsalı’’ haftalar boyu değişmez, harlı bir tartışma konusu olarak gündemdeki yerini korudu:

Pınar Altuğ askerdeki kocayı boşadı. Yoksa Pınar Altuğ'un bir sevgilisi mi var? Pınar Altuğ'un sevgilisinin şu, bu, o -sıralayıverin işte 10 küsur isim- olduğu konuşuluyor. Pınar Altuğ'un sevgilisinin adının Tony olduğu açıklık kazandı. Pınar Altuğ bu iddiayı şiddetle inkár etti ve; ‘‘Tony ile ben iki yakın dostuz, elbette sinemaya, yemeğe gideceğiz’’ dedi. Birol Güven; ‘‘Tony ile birlikte çekilmiş resimleri yayınlanırsa Pınar'ın diziyle ilişiğini keserim’’ buyurdu. Pınar Altuğ bir kez daha, bir kez daha Tony ile

-aynı arabada ya da elele ya da diz dize, ya da ne haltsa- fotoğrafçılara yakalandı. Birol Güven, bugün yine, dizinin imaj politikasıyla ilgili kendini eleştiren bir başka yazara cevap verdi. Pınar Altuğ; ‘‘Ben Meltem imajına aykırı bir şey yapmadım. Bir gün öyle bir durum olursa, diziden kendim ayrılırım’’ dedi. Pınar Altuğ ile Tony, bilmem ne kulübünde öpüşürken görüldü.

Ve dananın kuyruğu koptu. Pınar Altuğ diziden kovuldu. Birol Güven ve Pınar Altuğ, ayrılık kararının Pınar Altuğ'a ait olduğunu, konuşup anlaşarak ayrıldıklarını açıkladılar. Birol Güven; ‘‘Bu ahlák değil, imaj meselesidir. Mesela Süleyman'ın (Fıs-fıs İsmail) karısı türbanlı, ona da mankenlerle Laila'ya gidebileceğini ama ortalıkta karısıyla dolaşmaması gerektiğini söyledim’’ dedi. (Biz bu beyanat üzerine iyiden iyiye dumura uğradık!) Ve saire ve saire...

Zavallı sinirsel ve zihinsel sistemimizin link hattı yine çöktü tabii... Kim ne diyor; kim haklı, kim haksız? Ayşe'nin röportajını okuyoruz, eh, Birol Güven de kendi çapında bir yere kadar haklı... Kendimizden pay biçiyor, konuyu kadınlık açısından ele alıyoruz, e bir yere kadar Pınar Altuğ da haklı...

Diyeceksiniz ki; ‘‘Madem bu kadar gevişi getirilmiş bir konu, bari sen bir yerinden bulaşma...’’ Kusura bakmayın da; ‘‘Siz kayıtsız kalabiliyor musunuz?’’ diye sorarım karşılığında.

Bu yazı, konuyla vedalaşıp, ondan ilelebet kurtulmak adına kaleme alınmış, gayet bencil bir metindir, ey kari!

Kendi adıma pes ettim, tarafsızlığımı ilan ediyorum. Yalnız tek bir istirhamım var: Allah aşkına ‘‘imajdan sorumlu milli yapımcı’’ Birol Güven’in, bir sonraki projesinde nispeten daha az ‘‘süper’’ kahramanlar yaratmasını dileriz. Zira dağılmış zihnimizin ve kakofoniden yorgun düşmüş bünyemizin, uzun vadede bir ‘‘süper kahraman stepnesi aranıyor’’ kampanyasını daha kaldırabileceğinden emin değiliz.

TEFLON ANNE

Hatırlarsanız, dizinin ilk başladığı dönemde, seyirciden yöneltilen; ‘‘Havuç 'Kim o?' demeden kapıyı açıyor, çocuklara kötü örnek oluyor’’ nevi abartılı tenkitlerden yana, en çok Güven'in bizatihi kendisi dertliydi. ‘‘Bu ne de olsa bir dizidir. Beni bir senarist olarak mengeneye sokuyorlar, dizinin esprisi kaçacak,’’ diyordu. Peki sonra ne oldu?

Bana sorarsanız, Çocuklar Duymasın'daki ‘‘ideal anne figürü’’ Meltem (nam-ı diğer Bayan Doğru) Türk televizyon tarihinin en vejetaryen, en kolalı, en buruşmaz, en leke tutmaz, en teflon, en esprisiz ve en sıkıcı karakterlerinden biri(ydi). İzlerken insanı can sıkıntısından esneten bir ‘‘süper kahraman...’’ Akmaz kokmaz, yanlış yapmaz. Bir üzerinde M harfi yazılı lateksleriyle pelerini eksik!

Valla zaten imajın süperinin hayrını, bugüne bugün pek az yapımcı görmüştür. Bakınız, Superman'i yeniden çekmeye hazırlanan Warner Bros yapımcıları da yeni bir Clark Kent bulmak konusunda zorlanıyorlar. Christopher Reeve'in yerini doldurmanın mümkün olmadığını düşünen Jude Law ve Josh Hartnett, rolü reddettiler. Son olarak teklif götürülen Brendan Fraser'in ne cevap vereceği de henüz bilinmiyor.

Demek ki neymiş: Latekslerinle pelerinine, imajına mimajına öyle fazla güvenmeyecekmişsin... Zarf ile mazruf örtüşmeyince, bir kaşık suda kıyamet kopabiliyor. Her uçuşun bir yumuşak inişi olamayabiliyor.

Aşk bitti şimdi reklamlar

Sizi bilmem ama bu herhálde benim hayatımın en buruk bayramıydı. Peşpeşe yaşadığımız feláketlerden dolayı ruhumuzu basan kasvet bir yandan; şehri basan sis bir yandan, bünyeyi basan hasretlik ve gurbetlik duygusu bir yandan... Öyle ki, tek bir banka, sigorta şirketi, beyaz eşya, çay, şeker, çikolata reklamını gözlerimiz dolmadan izleyemez olduk. Bu durumun bir nebze cılkı mı çıktı, yoksa duyargalarım bu aralar biraz fazla hassas olduğu için bana mı öyle geliyor? Ne zaman bir reklam kuşağı başlasa, yüreğim kaldırmıyor diye kumandaya davranıp, kanallar arasında zaplar hále geldim. Reklamları geçip, şöyle en ağdalısından bir Türk filmi ya da münasip bir melodram buluyorum. Reklamlara kıyasla, aksiyon filmi ya da komedi skeci gibi geliyor yemin ederim. Eh, böyle ‘‘incelikli’’ tüketim politikalarının güdüldüğü yurdumuzda, aşkın düştüğü hállere ve Ben Evleniyorum gibi programların gördüğü ilgiye de şaşmamalı elbet. İnternet'te karşımıza çıkan bir habere göre, ‘‘günümüzde aşk, cep telefonlarından ve bilgisayarlardan gönderilen, kamyon kıçlarına yapıştırılan çıkartmaları andıran mesajlarla yaşanıyor’’muş. Haberde yer alan örneklerin birkaçı şöyle: ‘‘n Kız dediğin İstanbul gibi olmalı; fethi zor, fatihi bir tane... n Kalbimi verdim ona saklasın diye / Buzdolabına koymuş salak, kokmasın diye...

n Seni ben değil, gözlerim seçti / Onlar sevdi, onlar beğendi / Sen benim değil, onlarınsın / Gittiysen banane, onlar ağlasın...’’ Böyle başa böyle şimşir; böyle döneme böyle aşk; böyle aşka böyle program... Bilmem, neden en başından beri Ben Evleniyorum programıyla ilgili tek bir şey yazmadığımı soranları tatmin eden bir yanıt olmuş mudur?

Seni kim kurtarsın Baba!

‘‘Mutlaka bir şey yapmış olması lázım. Michael Jackson, politik açıdan ne hata işledi?’’ diye sordu geçenlerde bir arkadaş. İnanıyor ki, adam kesinlikle birilerinin tekerine çomak soktu. Yoksa, böyle durup dururken, bir anda üzerine gidilmezdi. Ne denir? Eski güvenlik şefi Robert Wagner'ın Neverland'de çocuk tacizinin onyıllardır sürdüğüne dair, İngiliz News of the World'e vermiş olduğu beyanatlara rağmen, hakikaten de elde henüz Jackson'ın yüzde 100 suçlu olduğunu gösteren bir delil yok. Fakat el insaf yani; Jackson'ın ‘durduk yerde ve bir anda’’ üzerine çullanıldığını söylemek de iyiniyetten öte, bir nevi safdilliğe girer. Jackson'ın yıllar boyu kendisine taciz uygulamakla suçladığı ebeveyninden tutun kız kardeşlerine, hatta yakın dostu Elizabeth Taylor'a kadar herkes aynı şeyi iddia ediyor: ‘‘Michael, ırkçılığın kurbanıdır. Bunlar başına siyahi olduğu için geliyor.’’ Şaka gibi... Bildiğimiz, Michael Jackson bu; hani burun deliklerinden içeri baktığınızda beyninin gri hücrelerini görebildiğiniz, yüzü avuç içlerinden, hatta dişlerinden bile beyaz olan şahsiyet... Onyıllardır her geçen gün, bütün dünyanın gözünün önünde, deliliğe bir adım daha yaklaşan zavallı figür, ağır patolojik vak'a... Artık göz kaçırmadan bakılabilir bir simaya sahip olmadığı için devamlı maskeyle geziyor olmasını şükran ve minnetle karşıladığımız kişi... Bu adam politik olarak ne yanlış yapmış olabilir Allah aşkına? Yıllardır, kamunun gözlerinin önünde, hayvanat bahçesindeki maymunlar ve yedi yaş altı insanlar haricinde herhangi biriyle konuştuğu bile görülmemiş bir zat. Arada bir ‘nur cemalini’ gösterdiğinde de ya yüzüne peçe taktığı, hatta neredeyse burkaya soktuğu çocuklarını yürüyüşe çıkarmış ya da el kadar bebeğini -ki onu, yani üçüncü çocuğunu nasıl edindiği bile başlıbaşına bir muamma- bileğinden tutmuş, otel penceresinden sarkıtıyor oluyor. Bu dava nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, çocuklarının akıbeti, ille ki sakatta yani...

Michael Jackson babalık yapabilecek nitelikte bir insansa, o zaman Eminem de ‘‘Kadın ve Aileden Sorumlu Bakan’’ filan ilan edilsin bari.

Bayram bilançosu

Málûmunuz, geçtiğimiz hafta İstanbul'un üzerine bir kábus gibi çöken terör eylemlerinin neticesinde toplam 61 kayıp verdik. Bunun yanında, Bayram trafiğinde vuku bulan kazalarda ölenlerin sayısı cuma, öğle

saatleri itibarıyla 96 kişiyi buluyordu. İlkinde omurgamızdan sarsıldık, gelin görün ki, ikincisine ne hikmetse hiç şaşırmadık... Tüm bunların yanında, standart bir üçüncü sayfa haberine göre, polisten kaçarken, hırsızlık amacıyla girdiği Bakırköy'deki binanın çatısına çıkan Uğur Ercan'a, aşağıda toplanan ve yedi saatlik operasyonu çerez yiyerek seyreden kalabalık, ‘‘Atla! Atla!’’ şeklinde tezahürat etmiş. Siz de dehşete kapılmıyor musunuz Allah aşkına? Eskiden böyle zamanlarda insanları kan tutardı, şimdilerde vahşeti kanıksamış cinnet vatanımda, neredeyse kan tutan parmağını yalayacak.
Yazının Devamını Oku

Oy oy Emine’m nedir bu orijinallikler?

29 Kasım 2003
Bundan birkaç hafta önce, bizim katta hemen herkesin elinde aynı dosya vardı. Millet birbirine aynı kapağı gösterip, hayretlere gark olmuş bir şekilde, aynı soruyu soruyordu: ‘‘Gördün mü abi? Yerli Eminem çıkmış!’’

Bu Eminem, tahmin edeceğiniz üzre, Emine'm... ‘‘Bizim Emine’’ yani... Emine'm Hanım'ın albümü, hayli enteresan bir sentez; kapağında aynen şöyle yazıyor: ‘‘Emine'm / Oyun Senin / Made in Turkey.’’

Albümün kapağını açtığınızda, pek şenlikli bir girizgáh okuyorsunuz: ‘‘HUUU... Komşular... Duyduk duymadık demeyin! Hele de bu yazı, bu dosya elinizdeyse 'AMAAN, banane YAA! Ben yemeğe gitmeliyim' deyip de ÇEKİP GİTMEYİN. Gitti, geliyor, gelecek derken... İŞTE GELDİ... E-Mİ-NEM... Evet, evet, yanlış okumadınız... RAPÇİ mapçi değil, harbi POPÇU, hem ORİJİNAL, hem TÜRK MALI, hem DİŞİ... Açılın DOSTLAR DÜŞMANLAR... 'YERLİ EMİNE'M' geldi. EMİNE'M, zar atmaya değil, oynamaya hiç değil, 'OYUN SENİN' dediği albümüyle, SESİNE güvenini ortaya koymaya GELDİ...’’

Böyle bir tavır karşısında can mı dayanır; bünyeyi bir kaşıntıdır aldı. Yemedik içmedik, ‘‘Brreh breh breh!’’ nidalarıyla albümü bilgisayara yerleştirdik. CD'nin yapımında modern teknolojinin nimetlerinden yararlanılmış. Diski bilgisayara taktığınızda, albümün açılış parçası olan, Erkin Koray yorumuyla meşhur, Sokak Çocuğu Ali Toprak klásiği Çöpçüler'e çekilmiş klibi izleme olanağı buluyorsunuz.

C. Sünker imzası taşıyan klibin bir kitsch şaheseri olduğu söylenebilir. 80'li yıllar Erol Atar prodüksiyonu şıklığı arzeden bir çalışma. Yıllardır böylesi bir ışıklandırma, dekor, koreografi filan görmüşlüğümüz olmadığı için aldı bizi bir nostalji; hani neredeyse gözlerimiz doldu. 80'lerden sağ çıkabildiğimiz için bir kez daha Allah'ımıza şükrettik.

Ben fakat, esas olarak, sözüyle bestesiyle Emine'm'e ait albümdeki yegáne parça olan Evlenmeden Olmaz'a koptum; büyük bir merakla onun klibini bekliyorum. Sözlerin bir bölümü, ne demek istediğim konusunda fikir verecektir: ‘‘Canımın içi, İnternet'in serserisi / Yalan olsam, dolan olsam / Ah sana nasıl uysam / Aşkta hiç kalmadı ümit / Çetten sabıkalı bizim herif / Kimse kalmadı beni alacak / Benim hálim ne olacak / Eli elime değmedi biraz / Biraz kapris, biraz naz / Bu gidişle evde de kalacaz / Yok anacım, evlenmeden olmaz (...)’’

Anlayacağınız, Emine'm geldi, hoş geldi. Yaratıcılığıyla hayatımıza renk kattığı için kendisini tebrik eder ve álemlerin biricik uzaylı-kovboy-türkücüsü Mustafa Topaloğlu'nun meşhur türküsünden bir devşirmeyle tezahüratı noktalamak isteriz: ‘‘Oy oy Emine'm, nedir bu orijinallikler, nedir bu orijinallikler?’’
Yazının Devamını Oku