İmana gelme, imana dönme mevsimi...

Mayıs, hoşgeldin...

Efendimiz; hoşgeldiniz...

Ne özlemişiz seni, pardon, sümme haşa, saygıda kusur etmeyelim: SİZİ, ne özlemişiz...

Öyle ki her şey, tüm mevzuat birbirine karışmış; fikrin saçları, Seren Serengil’in yoksunluk dönemindeki hál (!) misali düğüm düğüm olmuş, birbirine dolanmış.

Özlemin konusunu bile unutmuşuz. Hasretliğin nesnesi şöyle dursun, öznesini yitirmişiz...

Latif suretinizden bir nebze lûtfettiğiniz, bize kendinizi hatırlattığınız için müteşekkiriz...

İçindeymişik, yeşilmişik, sazmışık; şiirmişik, şiirmişiz:

Şairin vaktiyle buyurduğu gibiymişiz:

‘Biz bütün kış hep bu baş ağrıları / Camlar açıldıkça bu sefer de dışardan / Eve gelip gidenler bilmeden çoğalttı / Hep oydu dumandı küllenen dudaklarda / Gaztecinin postacının kapılardan attığı. / Hattá gece yarıları koltukların altı / Ve tüttükçe sindi kapalı aşlara is / Karardı ak tuzlar neden dumandı / Hattá öksüz aşkları siz ne zaman kurtardınız / Oysa bütün varınız belki onlardı. / Hattá mayıs başları kentler üstünde / Hatırlayacaksınız o azgın bulutları / Tek tük odunlar, kalıntı kömürler / Sürüp giden soğuklar, çekmeyen borulardı. / Benim gibi iseniz bilirsiniz nedir kır / Her baharda bitkinim ormanlardan / Ama gittim ne getirdim kolay mı / Evlerin arınması dumanlardan.’ *

Aaaah, kusura kalmayın, bünye mutlandığında saçmalıyor.

İki satır güneş ışını, biraz çayır, biraz çimen, iki çöp bahar dalı, birkaç damla deniz gördük, burnumuza iyot ve yosun koktu; anında şımardık. Bu zırva sevincimiz ondan...

Mayıs gelmeyegörsün ömür, sanki üzerinde sıkı ve ince çalışılmış bir dönem ödeviymiş gibi, temize çekiliyor.

Tebdil-i mekan, tebdil-i kıyafet, tebdil-i ahvál, tebdil-i ıvır, tebdil-i kıvır, tebdil-i hayat...

Biliyorum, bilmez değilim; romans edebiyatıydı, pastoral senfonilerdi, günümüzde pek hükmü yoktur; öf yani, fena hálde bayat...

Ama yine de işte: Şükür ki o demler yine huzura geldi.

‘Bok yeme otur’ döneminin bittiği o dönem bu dönem yanisi... Şimdilerde ‘hadi kalk gidelim’ dönemi...

Kendini bırakabilme, kendinden gidebilme dönemi... O sıkıldığın, o boğulduğun, o bezdiğin kasvetten kurtulma dönemi...

İmana gelme, imana dönme mevsimi...

Tekrar özür dilerim: Bugün işe gelirken Balat’ta, Haliç’in kıyısındaki parkta bir hál gördüm, beynim uçtu. Zaten ortalık, yeşilden, pembeden, sarıdan, turuncudan, maviden geçilmiyor.

Trafik sıkışık, ortam daralmaya müsait ama işte ne denir: Kış geride kalmış, bahar gelmiş; her yerde patır patır, rengárenk hayat patlıyor.

Kırmızı yandı, araba durdu.

Onca rengin ortasında siyahlardan siyah bir kadın; kara çarşaflı...

Çarşaflı kadının pozisyonu bir garip, amorf bir duruşu var, çarşaf da çarşaf değil bir nevi çadır diye düşünürken amanın, o da ne: Kadının eteğinin altından fosforlu turuncu bir topla bir kız, bir de oğlan çocuğu çıkmasın mı!

Üçü de nasıl gülüyor; bakanın gülesi gelir. Hayatın önünde bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha biat edip, şükredip, yaşamaya devam edesi gelir.

Ulan mayıs, sevgili mayıs, hoşgeldin; sefalar getirdin. Mümkün olsa da hiç gitmesen be.

Attila İlhan memleket adına sormuştu ya hani: Biz içeriden, onlar dışarıdan uğraştık uğraştık, nasıl oluyorsa, bir türlü bu ülkeyi bitiremedik diye...

Belki de sırf senin sayendedir mayıs şu muhteşem iklimindendir.



(*): Bahara Girerken Balad / Behçet Necatigil - (33 Haziran)
Yazarın Tüm Yazıları