23 Eylül 2005
Ölüm, <B>nice faninin </B>fetiş konusudur. Kendine sahte bir ölüm mizanseni hazırlayıp, cenazesini uzaktan izlemeyi, sonra da ömrünün o evresini kapatıp, bambaşka bir yerde, sıfırdan bir hayata başlamayı düşünen, vaktiyle oturup, bunun ciddi ciddi planını programını yapan birilerini bile tanıyorum.
Yeni bir hayata başlamak değildi üstelik buradaki esas hedef, dikkatinizi çekerim! O ana değin yaşanmış hayatın, başkaları tarafından onaylandığını görebilmek adına, çırpına çırpına varılmış nihai noktaydı; fantezinin göbek deliğiydi...
Ata’nın cenazesi helállik için son kez Bayrampaşa’daki evinin önüne getirildiğinde, Semra Hanım bağırıyor: ‘Helál olsun!’
Aylar boyunca Ata’ya şunu da yaparsa hakkını helál etmeyeceğini, bunu da yaparsa hakkını helál etmeyeceğini söyleyip duruşu geliyor insanın gözünün önüne...
Çocuk o anı uzaktan dikizleyebilseydi, hem -anacığının ‘Ben dedim oldu’ söylemi sağolsun- bir kez daha olmadığı bir şey oldurulduğu, alákasının bulunmadığı bir mertebeye kondurulduğu için, hem de Valide Sultan’ından nihayet ağız dolusu bir onay alabildiği için giderayak sevinirdi belki.
Semra Hanım, kimseleri yakıştıramadığı oğluna sonunda hakkını helál ederken, ona şehit mertebesini láyık görüyor: ‘O kadar şehitler verildi. Benim de şehit vermem gerekiyormuş. Ben de şehit verdim.’
‘Medya oğlumu damat etti!’ diye bağırıyor. Bunun üzerine, sürü hálinde girişmek için göz üstünde kaş arayan bir grup serseri mayın, cenazeyi izleyen basın ve medya mensuplarına saldırıyor.
Bir sözümona aşk destanı, bir güya kahramanlık destanıyla söz buluyor. Muş gibi...
Sanki muş gibi yapınca, olurmuş gibi...
Bir cenaze kalabalığı, bir illüzyonu, ebedi istirahatine yolcu ediyor. Hayli patırtılı bir veda... O nasıl 15 dakikalık bir ebediyet izanı ve nasıl bir istirahatsa?
Tabutun fotoğrafını çekerken; ‘Kenara çekil lan, ölüyü alamıyorum’ diye önündekine fırça kaymacasına; birbirinin cebinden cüzdan, cep telefonu aşırmacasına... Neye karşı, neyin karşısı olduğu bilinmeyen ‘karşı’ gruba kafa göz yarmacasına girişmecesine...
O cenazede bir sürü Ata vardı. O çocuklardan herhangi biri Ata olabileceği gibi, Ata da ‘Onu siz öldürdünüz!’ diye medya mensuplarına saldıran o çocuklardan biri olabilirdi.
Ne gerçek şehit, ne gerçek damat, ne gerçek kahraman, ne gerçek kurban...
Dağılmış bir ailenin, annesi tarafından kişiliği un kıvamında öğütülmüş hergele evladı... Ne eğitimden, ne sosyal refahtan, ne de aşktan yana yüzü gülmüş; güleceği de hayli şüpheli...
Bir gün bir yerlerde hayat başlayacak diye bekleye bekleye yaşayıp giderken, kolay yolundan yırtma ihtimallerine her fırsatta taş bağlanmış oltaya gelen sazan gibi atlayan, başkalarının mahvından kendine panayır keyfi çıkaran nice Ata gibileri...
Sayıca çoklar ama ne kadar tırmalarlarsa tırmalasınlar, hayata bir çentik atmak adına yoklar...
Piyango bu kez Ata’ya vurdu. Ki onun annesi, pek çoklarının annesinden daha aklı karışık, daha despot, hayata karşı daha hınç dolu; kendi illüzyonlarında oğlundan ‘espaslı’ bir Ata Türk yarattığını zannedebilecek derecede kaybolmuş bir aklıevveldi.
Toplum suçlu, medya zaten her zamanki gibi ennn kabahatli...
Neyse işte... Hadi bakalım...
Bu sayfayı da böylece kapayıp, bir başka kanala zaplayabiliriz şimdi...
Yazının Devamını Oku 22 Eylül 2005
<B>elinim Olur Musun’</B> yarışmasına katılıp, bol bol arıza çıkarınca <B>‘En meşhur kaynana adayı’ </B>olan, bu sayede son derece ‘bize mahsus’ bir şöhrete kavuşan Semra Yücel’in oğlu Ata’nın Adana’da ölü bulunduğu gün, <B>ilk kez televizyona çıktıkları tarihin sene-i devriyesiymiş. Sizde uyandırdığı hissiyat nedir bilemem ama ben ilk anda, haberde kronolojik bir hata olması gerek diye düşündüm.
Malûm, ana-oğul, kısa da olsa bir dönem gündemi o kadar yoğun bir şekilde meşgûl ettiler ki şöhretin giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinin bunca kısa bir zaman dilimine sığıyor olabilmesi, insanın algılamasında hafif tertip şaşalamaya yol açabiliyor.
***
Hemen herkesin kendisiyle ilgili bir cenaze senaryosu vardır.
Ata Türk, bire bir tanışmadığı beş bin kişinin, bir yandan çekirdek çitleyip, bir yandan cep telefonlarıyla ünlülerin fotoğraflarını çekmeye çalışarak onu yolcu edeceği bir cenaze töreni hayal etmiş midir acaba?
Neye hizmet ettiği belirsiz şöhretini, o cenazeye katılan insanların getirdiği reytingle kazanmıştı ne de olsa...
Ata Türk, hayatının 24 yaşında son bulacağını bilseydi, ömrünün son bir yılını bu şekilde geçirmeyi tercih eder miydi acaba?
Şöhreti arzularken, kavuşmak istediği böyle bir şey miydi acaba?
Babası Hamit Türk de aynı şeyi söylüyor, yarışma evindeki vuslatına eremediği büyük aşkı (!?) Sinem de: ‘Ben yanında olsaydım, Adana’ya gitmezdi.’
Adana dediğiniz Irak değil malûmunuz. Nasıl ki Ata, patalojik illüzyonları son bulmalar bilemeyen Semra Hanım’ın zannettiği gibi şehit değilse, Adana da kaderin, gözüne kestirdiği insanları sinsice savurduğu bir son durak değil...
***
Allah kimseyi evlat acısıyla terbiye etmesin. Hakikaten, bir insanın yaşayabileceği en büyük acı olsa gerek.
De... ‘Mış gibi’ yapınca o acı hafifler mi?
Peki böylesi bir acıyı bile, dudak bükerek, cık cık’layarak, inanamayarak, pes diyerek izliyor olmamız, olabilmemiz, nasıl bir şey, nasıl bir içsel çürüklüğün göstergesi?
Ata’nın cenazesi gasılhane’den alınıp helállik için Bayrampaşa’daki evin önüne getirildiğinde Semra Hanım, pencerenin parmaklıklarının arkasından, ciğerini paralarcasına bağırıyor: ‘Helál olsun!’
Yarın biz de son kez bahsini açar, bir sene boyunca hayatını dikizleyip hakkında konuşup, yazıp durduğumuz Ata’ya insanlık hakkımızı helál ederiz.
O zamana dek...
Allah rızası için siz de SMS’lerinizi helál ediniz...
Yazının Devamını Oku 18 Eylül 2005
Üzerimize iyilik sağlık... Afrodit’imizin başına gelenleri duydunuz mu? Paris’ten maristen gelinlik getirtmecesine bu ayın sonunda evlenmeye hazırlandığı, 11 yıllık sevgilisi Murat Taşdemir’in Arzu Altay adlı bir başka kadınla evlendiğini, ülkenin geri kalanıyla birlikte, gazeteden öğrendi. Ve Vatan Gazetesi’nden Müge Anlı’nın, konuyla ilgili ‘Şimdi ne yapmayı düşünüyorsunuz?’ sorusuna şöyle yanıt verdi:
‘Ben bebek gibi bir kadınım, böyle bir şeyi hazmedemem. Murat bitmiştir. Banu Alkan’a verilmiş bir sözü vardı. İki ay önce bütün kameraların önünde eylülde evleneceğimizi söylemişti. Silah zoruyla mı söylettik bunları? Ama o dünya çapında bir beyne uyum sağlayamadı. (Bu geçtiğimiz cümle benim şahsi favorim.) Ben çok yetiştirmek istedim. Benimle dünyayı dolaştı ama akıllanmadı.’
Olanda hayır vardır. Allah biliyor ya, bir Afrodit fanı olarak, ‘Zararın neresinden dönülse kárdır’ hesabına, eni konu sevindim.
Hani ihanet filan şöyle kenarda dursun, bin yıllık manitasına misafir olarak bir düğün davetiyesini bile çok gören adamdan kime ne hayır gelir?!.
Yalanım yok; defalarca söyledim. Allah’a bin şükür, hemen her aile gibi büyüklü küçüklü sorunlar yaşamakla birlikte mutlu sayılabilir bir ailenin ferdi olmama rağmen, şu evlilik ve aile müessesesine temkinli yaklaşmayı tercih ederim.
Bardağın dolu kısmını görmek hususunda tavukkarasından mustarip bir tip olduğumu düşünen okurlar bile, ellerini vicdanlarına koyarlarsa dünyanın en sağlıklı ailelerinin ülkemizde yaşamadığını kabul edecektir.
Gecekondusu yıkılmasın diye güvenlik güçlerini, kolunun altına sıkıştırdığı çocuğunun gırtlağını kesmekle ya da üstüne benzin döküp yakmakla tehdit eden insanların toprağında yaşıyoruz.
Pencereye çıktı, çayın demini tutturamadı, ya da işte öylesine, can çekti diye karısını günde beş posta döven erkeklerin...
Kapaklanıp yere düşen çocuğunu yerden kaldırdıktan sonra üstünü kirletti diye bir de üstüne tokatlayan annelerin...
Eğitim şart, değil mi; cahil insanlar bunlar, varoş insanları bunlar; değil mi?..
Sosyetemizin muteber çiftlerinden Mehmet-Zeynep Urgancı ile ilgili haberlere ne diyeceksiniz?
Koca, eşinin bir başka adamla ilişkisi olduğunu iddia ediyor. Zeynep Urgancı ise, bizim gazetede Rıza Öziş’e bambaşka bir tondan çalıyor: ‘Ben yıllardır eşimin tacizine, dayağına maruz kaldım. Çocuklarımın hatırına ses çıkarmadım.’
Nasıl bir hatırsa o, çocukların şiddet yaşanan bir evde büyümesini tolere edebilen?
Kelebek, ‘yeni bir trend’i manşetten duyuruyor: ‘Boşanıp dost kalma modası...’
Örnekler malûmunuz: ‘Gerekirse Fazıl’ın (Say) evini temizlemeye giderim’ diyen Gülyar Balcı ile ‘Kaya (Çilingiroğlu) gelsin, üst katımı kiraya vereyim, evini de döşerim’ diyen Hülya Avşar...
Bakın uzuuun zamandır gözüme bu kadar şık görünmemişti... Ne moda mefhumu, ne de Hülya Avşar...
Ki kendilerinin filozof, ekonomist, resim eksperi, tenisçi, ıvır kıvır hállerinden hiç hazzetmemekle birlikte aktrisliğini ve en çok da anneliğini takdire şayan bulurum. Gerisi nasıl gelir, Hülya Avşar, boşanmasından da tahammül fersah bir reklam dilimi çıkarır mı, bakın onu bilemem. Ne aşırı doz H.A. yüklemesinden baygınlık geçirmek üzere olan zavallı- kendi adıma, ne de onun adına dilemem...
Niyeyse olacağını da zannetmiyorum. Zira, evet efendim, bu aralar baktığım her bardağı ağzına kadar doluymuş gibi görüyorum.
Dışarıda ay dolun... Belki de bu yüzden, onca huzura rağmen, ısrarla, inatla, hálá, insanın, topraktan üreyen bir canlı olsa, daha mutlu yetişeceğini düşünüyorum...
Pek kinayeli bir şekilde ‘Viva la famiglia!’ diye slogan attıktan sonra, sizleri İzzet Yaşar’ın Simurg’dan çıkan Şiiratı’nın Bahar Kitabı’nda yer alan ‘Aşk Üçgeni’ adlı şahane şiiriyle başbaşa bırakıyorum:
‘(Arrabiato cantabile)
döllemiş olan: / ad koyarım ata gibi bakarım / yasarım küserim ağır tokat atarım / diş bilerim dank ederim düş kırarım / gözlerimi belerteceğim / seni kayışla döveceğim
doğurulmuş olan: / bu kadarcık işkence ha / seni büyüyünce üzeceğim
döllenmiş olan: ter silerim kıç yıkarım / kucak açarım surat asarım / yaş dökerim peş sürerim pat yaparım / eteğimin altından geçemezsin / ulu öfkeden kaçamazsın
doğurulmuş olan: / alırsın elin terliği /sen de bu işe katılırsın
hep bir ağızdan: / et ete değelim but buta dönelim / göz göze gelelim kötü kötü bakalım / kaşımızı çatalım saçımızı yolalım / kat kat olalım kana kana kusalım / et için ağladım et için ürüdüm.’
Yazının Devamını Oku 17 Eylül 2005
Yol kenarlarında adım başı aynı tabela: ‘Eylül’de Çeşme başka olacak!’ Cümlenin dibinde, tabelanın alt cenahında, birçok restoran ve otelin imzası... Çeşme’nin sezonu kısa ya... Son yıllarda işletmelerin fiyat politikasından yana gülünç derecede şımartan yerli turist -Çeşme’nin hakikaten en güzel dönemi olan- eylül ayında ortamdan elini eteğini çekmesin diye ortaya atılmış, nafile medet umulmuş bir slogan işte...
Birkaç senedir Çeşme’nin eğlence piyasası paranla rezil olduğun bir hengámeye dönüştüğünden, iki nefes soluklanmak için eylülü bekleyen tanıdığım birçok insanın tüylerini diken diken etti bu tabelalar.
Nisan sonu-mayıs başı gibi Çeşme’ye gelen, temmuz kapıya dayanıp ortam cıvırdamaya başladı mı, sıcağa rağmen tası tarağı toplayıp İzmir’e giden ve ortalık sakinleyinceye, yani eylüle kadar bir daha Çeşme’ye ayağını basmayan Ayfer’im Ayfiş’imi elinde baltayla bu tabelalara girişmemesi için zor tuttuk meselá.
Şimdilerde o tabelaları kendisi dikmiş gibi mutlu oysa. Zira Çeşme eylülde hakikaten bir başka: İn cin top oynuyor... Cennete nötron bombası düşmüş de şanslı bir azınlık sağ kalmış gibi... Cennet, tüm cömertliğiyle, bir avuç insanın tapusuna geçmiş gibi...
Özel okulların bir kısmı 5 Eylül’de açıldığı için millet toparlanıp kışlık temposuna döndü. Bizim minikonun, Elif’in okulu 12 Eylül’de açılanlardan... Geçtiğimiz pazar, yani ayın 11’inde, İzmir’de görüşmek üzere kısa süreliğine vedalaşırken; ‘Sen ne güzel kalıyorsun. Bizim gitmemiz lázım. Yarın ne gün biliyorsun’ dedi.
‘Biliyorum bebeğim’ dedim; ‘darbenin 25. yıldönümü...’ Suratıma bakıp ‘Öf nasıl yani?’ bakışıyla kafasını salladı. Zamane işte... Cevabımı hiç kaale almadı ve ‘Okul açılıyor yarın’ dedi. Uzatmadım... Eh, o da her öğrencinin algılamasına göre değişebilecek şekilde bir nev’i darbe ya da ihtilál sayılabilir tabii.
33 yaşımda, bu olamamış, pek tırnak içinde ‘olgunluğum’la, bir de baba ocağında, çocukluk arkadaşlarımla birlikteyim ya, regresyon tavan yapmış; sanki gözümün değdiği her şeyi, ortaokul, hadi bilemediniz lisedeki gözlerimle görüyorum.
Vazife başında da algıda seçicilik báki... (Lafı biraz daha uzatırsam, askerlik anılarına girer gibi okul anılarıma dalacağım, biri beni durdursun.) Dolayısıyla, bu haftaki kliptomanın şansına Lise Terk adlı grubun, Umut adlı albümünün, albümle aynı adı taşıyan şarkısının klibi düştü. Bütün suç Türk eğitim siteminde, benim bir kabahatim yok yani...
Lise Terk’in şarkı yazarı sıfatıyla omurga kemiği ve solisti Burçin’i ilk gördüğüm andan beri birine benzetip duruyordum. Bünye sonra sonra idrak edebildi. Daha önceleri uzun, desenli elbiseleriyle, ortadan ayrılmış saçları ve numaralı gözlükleriyle, elinde akustik gitarıyla türkü söylerken izlediğimiz Burçin’in ta kendisiymiş meğerse, iyi mi!
Burçin Hanım’ın bundan önceki albümünün adı ‘Bence Türkü Söylemek Lázım’dı. Birileri, ‘Bence bir daha düşün’ demiş olsa gerek ki -bu kişinin albümün yapımcısı Dr. Erol Bey, pardon Erol Köse olduğunu tahmin ediyoruz- şimdilerde bambaşka tarzda bir Burçin var karşımızda.
Yanına dört erkek eleman (Soyadlarına ulaşmaya vakıf olamadığımız Bora, Serkan, Cüneyt ve Koray Beyler...) daha katmış olan Burçin, ‘Okul paydos oldu; hadi ekose eteği bel kısmından çekiştirip miniye dönüştürelim, beyaz gömleği de üstten birkaç düğmesini açıp alttan göbekte düğümlemek suretiyle seksi bir bluza çevirelim’ modeli formasıyla ve tavşan kulaklarıyla, bir okul binasında zıplayarak şarkısını söylüyor:
‘Er ya da geç bu hüzün geçecek / Üzgün yüzüm gülecek / Er ya da geç bu acım dinecek / Umut yenilmeyecek!’
Sanırım gruba Lise Terk isminin seçilmiş olmasının sebebi, dikiş bu kez de tutmazsa, liseli imajı muhabbetini terk edip bir dahaki sefere başka bir janr denemek adına yol yapmaları. Bir dahaki grubun adı Hip-Hop’a Hazırlık Dershanesi ya da Nu-Metal’den İkmál filan olabilir belki, ne bileyim...
Lise Terk, tanıtım bültenlerinde bir rock grubu olarak lanse edilmiş ki, farazi konuşuyorum ama bunda piyasanın gidişatının kokusunu tazı misali aldığını iddia eden Eol Köse’nin yönlendirmesinin payı vardır gibi geliyor.
Keza klibin ve albümün, okulların açılışına denk düşen mükemmel bir zamanlamayla ortaya sürülmesinde de...
Gelin görün ki pop müzik yapıp gitarları biraz fazla cayırdatınca onun adı rock, maalesef olmuyor.
İnternette, bir magazin sitesinde (Uçankuş) okuduğum bir haberin yalancısıyım. Grubun üyeleri, her tür röportaj ve performansa okul üniformalarıyla katılmalarıyla ilgili şu açıklamayı yapmış: ‘Hepimiz çok başarılı birer öğrencilik dönemi geçirmemize rağmen, ülkemizde okulların açılacağı şu günlerde aksayan eğitim sistemine karşı dikkat çekmek için kıyafetlerimizi ve grubumuzun ismini belirledik.’
Hö? Ve: Deme be? Ve dahi: Oldu, gözlerim doldu! Ve hatta: Atıyosuuun!
KLİPTOMAN LİSE TERK’E KARNE VERİYOR
Bu beyanat hakikaten doğruysa, kendilerine haddimiz olmayarak şöyle fantastik bir karneyi uygun gördük:
Röportaj verme becerisi: Fırlama imajı üzerine boca edilmiş sosyal duyarlılık kaygısı geyiğinden dolayı, öğretmenler odasının köşesinde tekayak üstünde dikilme cezası...
Tarih: Burçin’in nezdinde ele alındığında, çağımızın değişim akselerasyonuna tur bindirebildiği için beş, pekiyi, aferin... (Öyle bir not kaldıysa tabii?)
Rock: Eylül’de gel. Ama bir dahaki eylülde, ikmále gel.
Hadi bütün öğrencilere yeni eğitim yılında başarılar dileyerek bağlayalım. Ve bir kez daha söylemeden yapamayacağım:
Eylülde Çeşme bir başka güzel...
Yazının Devamını Oku 16 Eylül 2005
Bilenler bilmeyenlere anlatsın: Müzik kanalı VH1’da Bands Reunited adlı bir program var. Programı yapan<B> Aamer Haleem, </B>ekibiyle birlikte dünyayı dolaşıp, dağılmış müzik gruplarının elemanlarını buluyor, onları seneler sonra tek bir performans için bir kez daha bir araya gelmeye ikna etmeye çalışıyor. Genç arkadaşlara çok şey ifade etmeyebilir ancak ergenlik dönemi 80’lere tekabül edenlerin gözlerini alamayacağı bir program.
Ben diyeyim Kajagoogoo (Merak edenler için: Vaktiyle Limahl’ı gruptan fena kışkışlamışlar; adam çok küskün çoook... Her şeye rağmen, biraz kısalmış olsa da saç modeli aynı gibi. İstikrar diye buna derim.), siz deyin Frankie Goes to Hollywood; ben diyeyim Berlin, siz deyin ACDC...
Enteresan bir program... Genellikle 80’li yıllarda ortalığı birbirine katmış grupların ‘bir zamanlar kartal’ olan elemanlarını, göbek salmış, cildi kırışmış, saçları ağarmış háliyle görüyorsunuz.
Üstelik bir kısmının, hatta pek çoğunun, bu hálleriyle, o eski rüküşlükleriyle kıyaslanınca daha seksi olduğunu, olabildiğini düşünüyorsunuz.
Zamanın o korkunç- moda tarzıyla sahnede her türlü çılgınlığı yapan, seksapel konuşturan kadınların/adamların, çoluklu çombalaklı yeni düzenlerinin nasıl farklı olduğuna şaşıyorsunuz.
Kimisi bilgisayar pazarlıyor, kimisi bar işletiyor...
Bir araya gelmeyi kabul eden elemanların, buluşma yerine geldiklerindeki o çocuksu heyecanı, yüzlerinden okunuyor.
Ve hemen hepsi aynı şeyi söylüyor: Müzik grubu, evlilik müessesesi gibidir. Boşanma faslı pistir, kırıcıdır, yıkıcıdır...
İsabetli teşbih...
Geçen gün, şu vahim boy-band akımını gazlayan en önemli gruplardan New Kids on the Block’ı bir araya getirmeye çalıştılar. Ve kimleri, kimleri toparlamaya muvaffak oldukları hálde, bu kez başaramadılar.
Ben gittim, hadisenin ‘New Kids on the Block’ın bu programda ne işi olabilir yahu? Bunlar daha dünkü çocuk değil mi?’ kısmına takıldım.
Elemanlar ünlü olduklarında zaten ergen oldukları için bizim yaşlarımızdalar malûm. En büyükleri 68’li... En küçükleri benle yaşıt; 72’li...
Sonra düşününce, bunların üzerine Backstreet Boys’lar, N’Sync’ler geldi de geçti bile hakikaten...
Grubun dağılmasının üzerinden neredeyse 20 yıl geçmiş.. Yazıyla, yirmi sene!
Yani ‘Bloğun (mahallenin) Yeni Çocukları’, BİRAZ eskidi...
Geçen gün bir muhabbette ‘yeni jenerasyonun hálleri’ üzerine lafladığım, olgunluğuna hayran kaldığım kadının 84’lü olduğunu öğrendiğimde dibim düşmüştü.
Bizim kuşakta kesin bir defo söz konusu. Böyle gireceğiz mezara... Yetişkinliğimizin idrakına varamaya varamaya...
Bu yüzden olsa gerek, meslek sahibi, saçına aklar düşmüş insanlar olduğumuz hálde illa ki afacan muamelesi görmemiz hemen herkesten...
Tevekkeli...
Yazının Devamını Oku 15 Eylül 2005
Televizyona arkam dönük. Bir magazin programının Dışses Bey’i, diyaframının elverdiği ennn errrkeksi tondan bağırıyor<B>: ‘EMZİREREK KİLO VERDİMMM!!!’ Peşi sıra o malûm ‘DANNN!’ efekti...
Böğürüyorum... Kusarcasına gülmekten... Háliyle...
Gafil yakalandığım gülme krizi yüzünden dişlemiş olduğum nektarin boğazıma takılıyor. Fakat Allahım’a çok şükür, o ‘köh-köh-köhür/kah-kah-kahır’ öksürük-kahkaha salvosu neticesinde, Dışses Bey yüzünden yaşadığım bilmem kaçıncı boğulma tehlikesini de kazasız belásız atlatıyorum.
Sakin olunabilir...
Ne de olsa bu, hemen her gün yaşanan bir şey. Bildiğimiz bir şey...
B.ktan bir aile toplantısında, espri anlayışından hiç mi hiç hoşlanmadığın, espri anlayışı denen şeyin sokağından bile geçmediğine inandığın, tanıdığın ve ciğerini bildiğin için utandığın bir uzak akrabanın, ezberden okuyabildiğin, dirhem zeká ve zerafet içermeyen dandik şakalarına gülmek gibi.
Onunla gülmeyip, ona gülerek...
Elbette Dışses Bey’in lohusa olduğunu filan düşünmüyoruz.
Dışses Bey, Nurgül Yeşilçay’ın görüntüleri üzerine/adına konuşuyor.
Bildiğiniz üzre hiçbir TV kanalı -doğal olarak- 75 bin YTL bayılmadığı için henüz Nurgül Yeşilçay-Cem Özer çiftinin oğlu Osman Nejat’ın fotoğrafını görebilmiş değiliz. (Takdir edersiniz ki bu da ömrümüzden ömür götürmüyor!)
Fakat Dışses Bey sağolsun, olayın en azından Yeşilçay cephesine hakimiz.
Ekranda Nurgül Yeşilçay’ın görüntülerini görüyoruz. Ve Yeşilçay’ın doğumdan sonra kısa sürede kavuştuğu formunun sırrını Dışses Bey’in ağzından öğreniyoruz: ‘EMZİREREK KİLO VERDİMMM!!!’
Sonra o haber geçiyor. Ve geçtiğimiz haftanın en harlı gündem maddesine geliniyor.
Evet, tabii ki şaşırmadık; Dışses Bey, bu kez Gamze Özçelik’in görüntüleri üzerine höykürüyor: P(İ)SİKOLOJİSİ BOZULMUŞ!!!’
Her abukluğun, gerçekliğe uzak-yakın teğet geçtiği bir nokta vardır ya hani...
Dışses Bey’in psikolojisinin bozulmuş olma ihtimali, bana emzirerek zayıflama ihtimalinden çok ama çok daha makûl görünüyor.
Not: Benim bu Dışses Bey’lerden biriyle tanışmışlığım var. Naçizane, komik bir hadise olduğunu düşünürüm. Bilahare...
Yazının Devamını Oku 11 Eylül 2005
New Orleans’ta, Katrina Kasırgası’nın yaşandığı feláket bölgesinde işini yapmaya çalışan habercilere ABD polisi tarafından şiddet uygulanmaya başlamış. Eh, vitrinine, façasına, imajına, afiline bu denli düşkün bir Süper Gücün, en bi’ süper kurmaylarından Başkan Yardımcısı Dick Cheney’ye, canlı yayın sırasında sinkaflı küfür edilmesinin de duruma bir faydası olmamıştır, önümüzdeki günlerde hiç olmayacaktır muhtemelen.
Bildiğiniz gibi, afet bölgesinde ‘Olaya hakimiz’ turları atan Cheney, Luisiana Eyaleti’nin ardından gittiği Mississippi’de, ‘yardım çalışmalarında karşılaşılan güçlüklerin sorumlusunun her zaman federal makamlar olmadığını’ anlatırken, beklemediği bir tepkiyle karşılaştı.
O sırada orada bulunan bir yardım görevlisinin; ‘Go f.ck yourself Mr. Cheney’ cümlesi, röportajı kaydeden CNN kamerasının mikrofonuna takıldı.
Ben isterseniz bu cümleyi çevirmeyeyim. Anlayanlar anlamayanlara, o yardım görevlisinin Cheney’den ne yapmasını istediğini, çocukların duymayacağı bir ortamda, mümkün mertebe münasip bir dille anlatsın.
NE DESE HAKLI KADIN
Diyorum ki dünya çapında ‘haberciliğin’ selámeti adına her ülke, olay mahaline, internette porno akışı sağlayan ‘uzman’lardan oluşan bir tim kurup göndersin.
Su uyur, yılan uyur, manita uyur, polis uyur, herkesler uyur; bu arkadaşlar uyumaz bildiğiniz gibi...
Meselá, kendisine ait olmadığını söylediği malûm görüntüler internete düştüğünden beri sinirleri laçka olan Gamze Özçelik’in, geçtiğimiz Cuma vuk’u bulması beklenen nişanı ertelendi.
İsmi, internetteki bilumum arama motorunda, her türlü gündem maddesini sollayıp liste başı olunca doğal olarak psikolojisi bozulan Gamze Özçelik, bir süre köşesine çekilmek istemiş nişanlısı Mehmet Mutlu’nun açıklamalarına göre...
Ne dese, ne yapsa haklı kadın... Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal...
Böylesi bir günü murdar etmek yolunda bir insanın başına daha sinirsek ne gelebilir Allah aşkına?..
Basın ve medya mensupları kapıya yığılacak.
‘Böylesine çirkeflere pabuç bırakmayacak şekilde birbirimize güveniyoruz, mutluyuz’ pozu versen bir türlü; basına kapalı, aile içinde mütevazı bir tören düzenlemeye kalksan başka türlü...
Her halükárda, o özel günün, ‘Geçtiğimiz günlerde ismi bilmem ne görüntüleriyle gündeme gelen Gamze Özçelik’in nişanı’ diye başlayan cümlelerle haber olacak.
Uçarın kaçarın yok yani...
ZULU KIZLARI
Haberi okudunuz mu?:
Güney Afrika Hükümeti, ülkenin Kwa Zulu-Natal Eyaleti’nde her yıl geleneksel olarak yapılan Zulu Töreni’nde, Kral’ın önünde üstsüz dans eden kızların fotoğraflarının internetteki porno sitelerinde yer almasının önlenmesi için ciddi kısıtlamalar getirdi.
200 yıllık bir gelenek olan bu törene katılan genç kızlar, törende, evlenene kadar bakire kalmaya söz veriyorlar.
Afrika’da bir gelenek işte, beğenirsiniz beğenmezsiniz...
Ama başka bir ülkenin geleneğidir; saygı gösterirsiniz...
Saygı bu zamanlarda ‘Afrika’da yetişen bir gazoz ağacı’ bile olmadığı için, Güney Afrika’da hafif tertip bir paranoya başgöstermiş.
Töreni izlemeye gidecek foto-muhabirlerine akredite olabilmek için her türlü zorluk çıkarılmış.
Güler misiniz, ağlar mısınız...
Evlenene dek bakire kalacağına dair yemin etmek üzere Kral’ın önünde dans eden kadınların memelerinin porno sitelerine düşmesinden korkuluyor.
National Geographic’de yayınlansa o memeler, bir sorun yok. Önemli olan niyet zira...
Benim fantezi fukarası zavallı tahayyülümün kıtipiyos kapasitesi maalesef almıyor.
İnsan, gayri ihtiyari, porno sitesine girip de Zulu töreninde dans eden kızların memelerinden kim, nasıl tahrik olur; merak ediyor.
Bilmem kaç çift meme işte... Senelerdir belgesel kanallarında yayınlansın dursun, kafanı çevirip bakma... Porno sitesine düşünce tıkla baba tıkla...
Yani porno dediğiniz, koskoca sektör...
Bunun yıldızları var, yönetmeni var, ışıkçısı var, kameramanı var...
Tüm bu insanlar, gönüllü olarak kameraların önünde harala gürele sevişiyorlar. Bu yoldan ekmeklerini kazanıyorlar.
Ama yok, onlar zaten gönüllü ‘gösteriyorlar’, zevksiz yani, artık zevki kalmadı, değil mi...
Artık namahrem daha çekici, zaten namahrem her daim daha seksi...
Mütecaviz bir gözle bakmak libidonun iştahını kabartıyor, değil mi...
Ne kadar röntgen, o kadar iyi...
İnsanoğlu hayatın monitörüne daha, daha, daha kirli bir filtreden bakmaya nasıl, nasıl, nasıl doyamıyor... Evrim boyu evrile evrile kanıksamış olmamız gerekiyor ya... Yine de... Hayrete şayan değil mi...
Seksi erkeğe örnek Danny DeVito
Dünyanın en arzulanan kadınları, erkeklerde nelerden hoşlanıp nelerden hoşlanmadıklarını anlatmışlar...
Jennifer Lopez, güzel bir tebessümden, dudaklardan ve dişlerden bahsediyor. Hoşlandığı şeyleri sayarken yani... (Bir önceki hayatında at hırsızı olabilirmiş ya da ne bileyim köle taciri...) Ortalık yerde kaşınmaları ise eksi haneye yazıyormuş. (Hayır, ‘hart hart kaşınma’ konusuna değinmeyeceğiz!)
Kelly Brook, erkeğin kibar olmaması hálinde hiçbir şansının olmadığını söylemiş. Başkalarına yardım etmeyen erkeklerle de işi olmazmış. (Günahını almak gibi olmasın ama bu biraz kıtırcı bir ablamızmış. Seksapel dediğin Yardımsevenler Vakfı da değil ya kardeşim!)
Geri Halliwell, erkeğin göbekli olmasının bir mahzuru olmadığını söylemiş; kendisini dünyanın merkezinde bir prenses olarak hissettirdiği sürece tabii... (Bu abla, Külkedisi’nin üvey annesinin aynasıyla idare edebilirmiş.)
Abi Titmuss, espri anlayışının öneminden dem vurmuş... Hatta bu konuda, seksi erkeklere örnek olarak Danny DeVito’yu örnek göstermiş.
Keira Knightley de... Knightley, espri anlayışına bir de ayakkabı zevkinin önemini eklemiş...
Şimdi vakt-i zamanında Esquire dergisinde ayakkabı seçiminin öneminden ve zırt pırt da espri anlayışı olmayan erkeğin himbonun şahı olsa esamisinin okunmaması gerektiğinden dem vuran bir kadın olarak, bu ablalarla korkarım dalgamı geçemeyeceğim.
Ya da şöyle söyleyeyim... Üstelik de, evet efendim, Danny DeVito’yu son derece seksi bulan biri olarak, dalga geçilmeyi hak ettiğimi itiraf ederim.
Diyeceksiniz ki ‘Senin zaten pornoyla ne işin olur, git sit-com izle, karikatür sitelerine gir...’
Estağfurullah diyeceğim... O kadar da değil...
Bizim gözümüz de göz ve güzel adamdan gayet iyi anlar yani... Biz de biliriz güzele bakmasını, bakmasını, bakmasını... Ala ala bu şekilde sevap alan bir günahkár fani olmasını...
Ama... O başka şey, şu yukarıda bahsi geçen başka şey...
Yani bir kabile dolusu erkek, kafalarında ottan-çiçekten yapılmış taçlarla bir ateşin etrafında, organları sallana sallana dans etsin...
Kaç yazar?.. ‘Böğ!’ diyebilir miyim...
Yazının Devamını Oku 10 Eylül 2005
Gündüz Vassaf, Cehenneme Övgü’sünün -ki şahane bir başucu kitabıdır- 20. Yüzyıl’ın Delileri Artık Özgür Değiller başlıklı bölümünde der ki: ‘Gerçeğe, benzersiz bir bakış açısından bakmak, deliliğin doruk noktasını oluşturur. Gerçi, Shakespeare’in dediği gibi, deliliğin bir yöntemi olabilir belki, ama her delinin yöntemi bambaşkadır. Anarşistler bile ortaklaşa kabul edilmiş kara bir bayrağın çevresinde toplanırlar. Oysa, deliler için hiç de öyle değildir. Her biri kendi havasını çalar; istediği zaman değiştirir bu havayı ve yine de kendine özgü delilik yolunu izlemeye devam eder.’
Athena’nın, grupla aynı adı taşıyan altıncı albümünden, Çatalyürek’in ardından klip çekilen ikinci şarkı olan Kime Ne’sini her gördüğümde aynı şey geliyor aklıma... Soytarı makyajlı, punk tarzı giyimli, hare-yogi kılıklı, sokak ayyaşı görünümlü, farklı farklı hallerde koşup duran Gökhan’a bakıyorum ve aynı şeyi düşünüyorum. Esasında sadece o klibi izlerken değil, çok ama çok sık, hatta ha bire, hatta hep ama hep aynı şeyi düşünüyorum: Ben mi deliyim, dünyanın geri kalanı mı?..
İstiklal Caddesi’nin yaya trafiğini düzenleyen bir adam vardı. Meydanda durur ve Tünel tarafına doğru bağırırdı: ‘Gidişler sağdan, gelişler soldan!’ Bildiğiniz, mahallenin delisi... Onun yaptığını caddede, üniformalarıyla yapan adamların o iş için maaş alıyor olmasını bir yana bırakın, zırt fırt birbirine bindiren yurdum insanının kendisine kulak vermesinde de sonsuz fayda olduğunu düşünürdüm. Ve hazır kafayı sıyırmış, cezai ehliyetten yırtmış, bir yerlerde çok daha zevkli işlere yayılması mümkünken insanları nizama sokmaya çalıştığı için ‘fazla’ akıllı bir deli olduğunu... Ya da işte, ne bileyim; aptal...
‘Yasaklanmış dört bir yanımız / Yol vermiyor kör duvarlar / Kalmadı anlamımız...’ Böyle diyor şarkıda Athena.
Tanıtım bültenine göre, Devrim Yalçın’ın yönettiği ve 16 mm. çekilen klipte, görüntülerde boyutsal değişim ve minimallikle, insanın kendini ifade edebilme háli, çeşitliliği ve sonsuzluğu gösterilmeye çalışılmış.
Önyargılar yüzünden hayatını yaşayamayan insanların, farkına varmadan kendini ifade etme şeklini seçme özgürlüğünün ellerinden alınışı sergileniyormuş.
Ve seçimlerine saygı duyulmadan yargılanıp dışlanan insanlar, klip süresince Gökhan Özoğuz’un tiplemeleriyle anlatılıyormuş.
Ata Stüdyoları’nda çekilen klipte, diğer grup elemanlarını da performans esnasında izliyoruz, ki bildiğiniz gibi o grup elemanlarından biri, Kurban’ın dağılmasıyla Athena’ya katılan davulcu Burak Gürpınar...
Klip böyleyken böyle... De... Benim aklımda yine o hiç aklımdan çıkmayan soru var: Ben mi deliyim, ben deli miyim?..
Nerdeee... Sanırım o mertebeye ulaşamayacak derecede ödlek, sıradan biriyim... Bireysel açıdan yani... Yoksa, elbette kolektif deliliğin basit bir dişlisiyim.
Gündüz Vassaf, Cehenneme Övgü’de, bireysel deliliği, kolektif deliliğe yeğ tutar.
‘‘Deli sözcüğünü hafife almamalı; bu ayrıcalık pek az insana verilebilir, çünkü beraberinde çok büyük acılar getiren bir ayrıcalıktır bu. Deli öylesine yalnızdır ki tuttuğu yolda, dünya ve evrenle duygu birliği içinde olsa bile, övgü ve cezanın da ötesindedir o.’
Neyse işte... Şu yazıyı acilen postalamam lázım. Gazeteden aramaları an meselesi... İş var, güç var... Ödül var, ceza var... Bilirsiniz işte, kolektif mevzular...
Yazının Devamını Oku