Ebru Çapa

Örnek vatandaş

25 Ağustos 2005
Gözümüz aydın, rahmetli Tonton’un siyasi literatürümüze hediye ettiği mühim vecizelerden <B>‘Benim memurum işini bilir’</B>i andıran, Türk’ün kurnazlığına güzelleme makamından çalan yeni bir ‘özlü söz’ümüz oldu. 80’lerin fenomeni Dallas, bu aralar Digiturk’ün Retro Max kanalında yayınlanıyor ya, bu da öyle bir lezzet: ‘Retro köşe dönücü deyişi...’

(‘Türkçe konuş kardeşim!’ şeklinde galeyana gelmeyi huy edinmiş okura özel not: Efendim, kaba bir tarifle, eskiden moda olan, sonra modası geçip demode olan şeylerin, sonra yine yeni yeniden huzura gelip moda olmasına retro deniliyor.)

Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener’in geçtiğimiz günlerde Balıkesir’de vuku bulan bir konferansta, iyi vatandaş tanımı yapası tuttu.

Şener, iyi vatandaşı tanımlarken, nedense iyi insan ile arasındaki farktan yola çıkma gereği hissetti.

‘JR iyi vatandaş-kötü insan, Yörük Ali Efe kötü vatandaş-iyi insandır!’ şeklinde bir de teşbih olayına girdi ki:

‘JR iyi bir vatandaştır. Neden? Çünkü yaptığı her işi kanunlara uydurur. Ama kanunların boşluğundan yararlanıp kazık atmadığı adam bırakmaz. Kanunlara uyduğu için iyi vatandaş ama her hileyi yaptığı için de kötü insandır.

Bir de Ege Bölgesi’nde efeler varmış. Hepsi demeyeyim ama bir kısmı iyi insan. Meselá Yörük Ali Efe... Açı yediriyor, çıplağı giydiriyor. Valla bu Yörük Ali Efe iyi insanmış diyorsunuz. Ama kötü vatandaş... Niye? Hukuk düzenine isyan etmiş ve dağa çıkmış.’

Biz tabii her günü Aziz Nesin öyküsü kıvamında yaşamaya alışkın insanlar olduğumuz için bu sözlere gelen yegáne tepkinin gele gele yine efeler diyarından, Aydın’dan gelmesine hiç şaşırmadık.

Kimsecikler kalkıp da ‘Kılıfına uygun katakulli çevirmenin, iyi vatandaşlıkla ne ilgisi var?’ diye sormadı. Ve fakat, Yörük Ali Efe’nin JR ile aynı kefeye konmasına fena hálde içerleyen CHP Aydın Milletvekili Mezut Özakcan, konuyu soru önergesiyle Meclis gündemine taşıdı:

‘Kötü vatandaş kriterleriniz çerçevesinde başka hangi ulusal kahramanlarımız kötü vatandaştır? Ulusal kahramanlarımız hakkında yaptığınız bu açıklamaların yetişmekte olan yeni kuşaklar üstündeki etkisi düşünülerek, devlet adamlığı ve ciddiyeti açısından nasıl değerlendiriyorsunuz ve yöre halkına haksızlık ve saygısızlık yapıldığı iddialarına katılıyor musunuz?’

Şener, bunun üzerine, Yörük Ali Efe’ye vallahi kötü vatandaş demek istemediği yönünde, yuvarlak bir yanıt verdi.

Daha önce bıyıksız heykelinin dikilmesi gibi fena hálde talihsiz bir hadiseyi hafif atlatmış olan Yörük Ali Efe, kötü vatandaş yaftasından da çok şükür, bu sayede sıyrıldı.

JR’ın durumu báki fakat.

Neymiş? Kendisi hálá iyi vatandaş.
Henüz ebelenmemiş, işini bilen, kılıfını kuşanan dolandırıcılarımızla birlikte... Öyle yani... Türk, öğün, çalış ve avukatına güven.
Yazının Devamını Oku

Agop’un kazı Çeşme’den bildiriyor

21 Ağustos 2005
Ebru ve Dilek, üç kilosu bir milyon lira olduğu için dayanamayıp üçer-altışar kilo aldıkları, sonra da nerelerine sokacaklarını, çürümeden ne yapacaklarını bilemedikleri domatesleri paylaşma kararı aldılar. Sonra da kendi akıllarını ve çelikten iradelerini (!) pek beğenip kendilerini ve birbirlerini sırt sıvazlamacasına takdir ve tebrik ettiler.

Bu ikisi benim hazırlıktan beri en iyi arkadaşlarım. Ailem addettiğim can dostlarım. Benim insanlarım...

Ebru 10 sene New York’ta yaşadıktan sonra nihayet sılaya döndü ve şahane bir hamleyle, üstelik Çeşme’ye yerleşti. İzmir’e de değil, İzmir’e bile değil yani... Burak’la evde bir home studio kurdular, gündüzleri hırdavat satıp, geceleri bir yandan teleskopla gökyüzünü inceleyip, bir yandan da mahalleye müzik yağdırıyorlar.

Dilek deseniz, Ömer’le birlikte İzmir’de bir evleri var ama yine de yaz-kış demeden hemen her akşam, dükkánı, álemin en huzurlu kafesi Coffeeco’yu kapattıktan sonra, rüzgárın, dalgaların, kuşların ve sükûnetin sesine uyanmak için uyumaya Çeşme’deki eve geliyorlar.

ORAL SEKS DEDİKLERİ ESAS BU OLSA GEREK

Kıymalı-sarmısaklı yoğurtlu-domatesli soslu börülceyi ağzıma tıkıyorum. Hamur yerine sebzeli mantı tadında bir güzellik. Oral haz dedikleri esas böyle bir şey olsa gerek!

Ebru’nun pişirdiği semizotu, Dilek’in barbunyası, bilye ebadında kuru köfteler, çoban salatası... Ağız tadı...

Evde zaten enişte Volkan faktörü var. Kendileri bir lezzet virtüözü... Mesleği yemek... Allah belámı versin ki eniştenin dükkán diye söylemiyorum; hayatımda yediğim en şahane iskender döneri, laborant triplerinde yapıyorlar Can Döner’de. Bir keresinde mangalda pişirdiği soslu jumbo karidesi yerken çıkardığım sesleri müstehcen bulan annem tarafından uyarılmışlığım var, öyle söyleyeyim.

İzmir’de olduğunun en sarih delaleti: Taze kekikli ve sızma yağlı, domates gibi kokan domatesli kahvaltılara oturur oturmaz, öğle yemeğinde ne yenileceğini düşünmek; öğle yemeğinin sonunda buz gibi karpuzu mideye gömüp bir gölgeliğe gebe çakal gibi uzanırken, akşam mangalda balık mı pişsin, et mi pişsin, onu tartışmak...

Aralarda kumru mu yensin, midye dolma mı, katmer mi, süt darı mı...

Apo’dan dondurma mı alınsın, lokma mı götürülsün, sakızlı muhallebi mi yapılsın...

Bir iştah, bir iştah, bir afiyet...

Tek fark şu ki kısa bir zaman önce, bu muhabbetteki dahlimiz validelerin ‘Ne pişirsek’ muhabbetine sipariş vermek, onları kabak çiçeği dolması filan yapılması konusunda talimatlandırmakken, işte şimdi karşımda en iyi iki arkadaşım, birbirlerine yemek tarifi veriyor, lezzet yollarına çıkan küçük tefek inceliklere dair fikir alışverişinde bulunuyorlar.

EBRU, AAA BAK KUŞ UÇUYOR

Benim kendi başıma kaldığımda ‘evde yemek’ konusundaki izanım Bambi’den sandviç ya da Pidos’tan pizza filan sipariş etmeyi aşamadığı için onları ağzım beş karış açık izliyorum.

Ağzımı açık gördükleri an, ağzıma yeni bir lokma tıkıyorlar. Vardır ya, bebekleri beslemek için onları gerizekálı yerine koyan ebeveynler: ‘Aaa, bak kuş uçuyor!’ derler; ‘Hani?’lemeye kalmadan, gırtlağına tıkılmış şeftali püresi...

O kıvamdayız yani...

Bunlar hangi ara böyle ‘annem’ mertebesine ulaştılar?

Bizimkiler kendilerini aşmış durumdalar. Evde külür var, daha ne diyeyim... Sakızlı, karanfilli, anasonlu, ev yapımı bir ekmek bu; bilenler bilmeyenlere anlatsın... Ki ben de taze öğrenmiş durumdayım.

Tatlı niyetine muhabbet... Ve sade Türk kahvesi, nihayet...

Sonra yine silbaştan: ‘Cumartesi akşamı Fatih Abiler yemeğe gelecek. Ne pişireyim abi?’ diye soruyor Ebru; ‘Patlıcanı bu kez mangalda közleyeyim diyorum...’

ZEHİR AKITACAĞIM METAL YORGUNUYUM

Çocukluk yıllarından kalma bir arkadaşımla karşılaştık geçenlerde. Ne kadar burada olduğumu sordu. ‘Bilmiyorum’ dedim, ‘ama bir süre mal gibi durmayı planlıyorum. Boşaltmam gereken toksik yüküm var. Zehir akıtacağım, metal yorgunuyum.’

Güldü... İstanbul’dan memlekete kesin dönüş yapmışlardan o da... İnşaat işleriyle uğraşıyor. Senenin sekiz ayını filan Çeşme’de geçirdiğini söyledi. Ben ona Ebru’nun döndüğünü ve Çeşme’ye yerleştiğini söyledim.

Daha da çok güldü: ‘Görürsün, bir gün herkes Çeşme’ye dönecek, Çeşmeli olacak.’

‘Desene cümleten obez olacağız!’ Demedim... Ama aklıma ilk düşen bu oldu.

Aylardır ilk kez dilimin damağımın tat aldığını hissediyorum ve bu iyi haber midir, kötü haber midir bilemiyorum.

İzmir’e geldiğimden beri tek konum yemek...

Aç var, açıkta var; insanın ballandıra ballandıra yediklerinden içtiklerinden bahsetmesi de ayıptır ayrıca, biliyorum. Neticede gazetenin gurme yazarı filan da değiliz tabii...

Fakat gelin görün ki acurlara, zeytinlere, enginarlara, ne zamandır bakmadığım bir gözle, Allah’ın bir mucizesine baktığımın farkında olarak bakıyorum.

Hormonsuz bir mutluluk içersindeyim. Öylesine ki tariften acizim...

Bünye henüz tam anlamıyla adapte olabilmiş değil, ne huzura ne hazza... Şoklanmış maymun gibiyim yemin ederim. Hele bir huzurda ve afiyette olduğumun idrakına tam olarak varayım, oynamış taşları yerine oturtayım, o zaman televizyonu da açarım.

Sabahtan beri gazeteleri hallaç pamuğu gibi atmaktayım ama aklımı, kulağıma çalınan zeytinyağı, tulum peyniri, bulgur pirinci gibi kelimelerden ve burnumu, genzimi dolduran kokulardan alamıyorum.

Ebru’yla Dilek mutfakta, yeni ve deneysel bir semizotu girişimindeler.

Gidip onlara bakacağım uzun uzun. Yumurtaya can veren güzel Allahım’a şükürler olsun.

Perşembe günü, (Affınıza sığınarak, önümüzdeki perşembenin yazısına kadar mola istiyorum meselá Abdüllatif Şener’in muhteşem vecizesinde (‘JR iyi vatandaş, kötü insan; Yörük Ali Efe kötü vatandaş, iyi insan...’) buluşmak üzere diyelim, sessizce dağılalım.

Sessizce, sükûnetle, dua edercesine samimi temennimdir ey okur: Afiyetle, şerefe...
Yazının Devamını Oku

Agop’un kazı Çeşme’den bildiriyor

21 Ağustos 2005
Ebru ve Dilek, üç kilosu bir milyon lira olduğu için dayanamayıp üçer-altışar kilo aldıkları, sonra da nerelerine sokacaklarını, çürümeden ne yapacaklarını bilemedikleri domatesleri paylaşma kararı aldılar.Sonra da kendi akıllarını ve çelikten iradelerini (!) pek beğenip kendilerini ve birbirlerini sırt sıvazlamacasına takdir ve tebrik ettiler.Bu ikisi benim hazırlıktan beri en iyi arkadaşlarım. Ailem addettiğim can dostlarım. Benim insanlarım...Ebru 10 sene New York’ta yaşadıktan sonra nihayet sılaya döndü ve şahane bir hamleyle, üstelik Çeşme’ye yerleşti. İzmir’e de değil, İzmir’e bile değil yani... Burak’la evde bir home studio kurdular, gündüzleri hırdavat satıp, geceleri bir yandan teleskopla gökyüzünü inceleyip, bir yandan da mahalleye müzik yağdırıyorlar.Dilek deseniz, Ömer’le birlikte İzmir’de bir evleri var ama yine de yaz-kış demeden hemen her akşam, dükkánı, álemin en huzurlu kafesi Coffeeco’yu kapattıktan sonra, rüzgárın, dalgaların, kuşların ve sükûnetin sesine uyanmak için uyumaya Çeşme’deki eve geliyorlar.ORAL SEKS DEDİKLERİ ESAS BU OLSA GEREKKıymalı-sarmısaklı yoğurtlu-domatesli soslu börülceyi ağzıma tıkıyorum. Hamur yerine sebzeli mantı tadında bir güzellik. Oral haz dedikleri esas böyle bir şey olsa gerek!Ebru’nun pişirdiği semizotu, Dilek’in barbunyası, bilye ebadında kuru köfteler, çoban salatası... Ağız tadı...Evde zaten enişte Volkan faktörü var. Kendileri bir lezzet virtüözü... Mesleği yemek... Allah belámı versin ki eniştenin dükkán diye söylemiyorum; hayatımda yediğim en şahane iskender döneri, laborant triplerinde yapıyorlar Can Döner’de. Bir keresinde mangalda pişirdiği soslu jumbo karidesi yerken çıkardığım sesleri müstehcen bulan annem tarafından uyarılmışlığım var, öyle söyleyeyim.İzmir’de olduğunun en sarih delaleti: Taze kekikli ve sızma yağlı, domates gibi kokan domatesli kahvaltılara oturur oturmaz, öğle yemeğinde ne yenileceğini düşünmek; öğle yemeğinin sonunda buz gibi karpuzu mideye gömüp bir gölgeliğe gebe çakal gibi uzanırken, akşam mangalda balık mı pişsin, et mi pişsin, onu tartışmak...Aralarda kumru mu yensin, midye dolma mı, katmer mi, süt darı mı...Apo’dan dondurma mı alınsın, lokma mı götürülsün, sakızlı muhallebi mi yapılsın...Bir iştah, bir iştah, bir afiyet...Tek fark şu ki kısa bir zaman önce, bu muhabbetteki dahlimiz validelerin ‘Ne pişirsek’ muhabbetine sipariş vermek, onları kabak çiçeği dolması filan yapılması konusunda talimatlandırmakken, işte şimdi karşımda en iyi iki arkadaşım, birbirlerine yemek tarifi veriyor, lezzet yollarına çıkan küçük tefek inceliklere dair fikir alışverişinde bulunuyorlar.EBRU, AAA BAK KUŞ UÇUYORBenim kendi başıma kaldığımda ‘evde yemek’ konusundaki izanım Bambi’den sandviç ya da Pidos’tan pizza filan sipariş etmeyi aşamadığı için onları ağzım beş karış açık izliyorum.Ağzımı açık gördükleri an, ağzıma yeni bir lokma tıkıyorlar. Vardır ya, bebekleri beslemek için onları gerizekálı yerine koyan ebeveynler: ‘Aaa, bak kuş uçuyor!’ derler; ‘Hani?’lemeye kalmadan, gırtlağına tıkılmış şeftali püresi...O kıvamdayız yani... Bunlar hangi ara böyle ‘annem’ mertebesine ulaştılar?Bizimkiler kendilerini aşmış durumdalar. Evde külür var, daha ne diyeyim... Sakızlı, karanfilli, anasonlu, ev yapımı bir ekmek bu; bilenler bilmeyenlere anlatsın... Ki ben de taze öğrenmiş durumdayım.Tatlı niyetine muhabbet... Ve sade Türk kahvesi, nihayet...Sonra yine silbaştan: ‘Cumartesi akşamı Fatih Abiler yemeğe gelecek. Ne pişireyim abi?’ diye soruyor Ebru; ‘Patlıcanı bu kez mangalda közleyeyim diyorum...’ZEHİR AKITACAĞIM METAL YORGUNUYUMÇocukluk yıllarından kalma bir arkadaşımla karşılaştık geçenlerde. Ne kadar burada olduğumu sordu. ‘Bilmiyorum’ dedim, ‘ama bir süre mal gibi durmayı planlıyorum. Boşaltmam gereken toksik yüküm var. Zehir akıtacağım, metal yorgunuyum.’Güldü... İstanbul’dan memlekete kesin dönüş yapmışlardan o da... İnşaat işleriyle uğraşıyor. Senenin sekiz ayını filan Çeşme’de geçirdiğini söyledi. Ben ona Ebru’nun döndüğünü ve Çeşme’ye yerleştiğini söyledim.Daha da çok güldü: ‘Görürsün, bir gün herkes Çeşme’ye dönecek, Çeşmeli olacak.’‘Desene cümleten obez olacağız!’ Demedim... Ama aklıma ilk düşen bu oldu.Aylardır ilk kez dilimin damağımın tat aldığını hissediyorum ve bu iyi haber midir, kötü haber midir bilemiyorum.İzmir’e geldiğimden beri tek konum yemek...Aç var, açıkta var; insanın ballandıra ballandıra yediklerinden içtiklerinden bahsetmesi de ayıptır ayrıca, biliyorum. Neticede gazetenin gurme yazarı filan da değiliz tabii...Fakat gelin görün ki acurlara, zeytinlere, enginarlara, ne zamandır bakmadığım bir gözle, Allah’ın bir mucizesine baktığımın farkında olarak bakıyorum.Hormonsuz bir mutluluk içersindeyim. Öylesine ki tariften acizim...Bünye henüz tam anlamıyla adapte olabilmiş değil, ne huzura ne hazza... Şoklanmış maymun gibiyim yemin ederim. Hele bir huzurda ve afiyette olduğumun idrakına tam olarak varayım, oynamış taşları yerine oturtayım, o zaman televizyonu da açarım.Sabahtan beri gazeteleri hallaç pamuğu gibi atmaktayım ama aklımı, kulağıma çalınan zeytinyağı, tulum peyniri, bulgur pirinci gibi kelimelerden ve burnumu, genzimi dolduran kokulardan alamıyorum.Ebru’yla Dilek mutfakta, yeni ve deneysel bir semizotu girişimindeler.Gidip onlara bakacağım uzun uzun. Yumurtaya can veren güzel Allahım’a şükürler olsun. Perşembe günü, (Affınıza sığınarak, önümüzdeki perşembenin yazısına kadar mola istiyorum meselá Abdüllatif Şener’in muhteşem vecizesinde (‘JR iyi vatandaş, kötü insan; Yörük Ali Efe kötü vatandaş, iyi insan...’) buluşmak üzere diyelim, sessizce dağılalım.Sessizce, sükûnetle, dua edercesine samimi temennimdir ey okur: Afiyetle, şerefe...
Yazının Devamını Oku

Ne diyelim, melekler Kargo’nun her daim yanında olsun

20 Ağustos 2005
Efendim, bildiğiniz gibi Kargo, yanılıp Yıldızların Altında adlı bir cover albüm piyasaya sürdü. Sen misin bunca zamandır orijinal parçalardan oluşan yeni bir albüm beklenirken böyle ‘lagar’ bir tavır sergileyen... Bir dayak yemedikleri kaldı.

Dağıla birleşe, yedi albüm ve sayısız konser boyu ürettikleri 11 yıllık müzikal kariyerlerinde yemedikleri sopayı, cover albüm yaptıkları için yediler.

Şahsen cover’lardan fazla hazzetmem. Zira pek çok müzisyen, şarkı cover’lamayı, dinleyicinin çok sevdiği popüler şarkıları; atıyorum, Etiler barlarında söylemek üzere repertuarına almakla karıştırdığı için, şarkıları orijinal haline hiçbir şey katmadan albümüne dahleder ki bu da insanda düpedüz kazıklandığı hissiyatını uyandırır.

Oysa adam gibi cover, Kargo’dan Selim Öztürk’ün de gayet isabetli bir şekilde belirtmiş olduğu gibi, bir nev’i ‘reenkarnasyon’dur şarkılar için.

Kargo, altısı Zeki Müren, Sezen Aksu, Tanju Okan, Aşkın Nur Yengi gibi sanatçıların hitlerinden, üçü bundan önceki albümleri Ateş ve Su’da yer alan kendi şarkılarından oluşan dokuz parçalık Yıldızların Altında’da, eski şarkılara ‘Kargo beni baştan yarat’ şeklinde yepisssyeni bir cila çekip adam gibi cover albümün nasıl bir şey olması gerektiğini cümle áleme göstermiş, tebrik ederiz.

Koray Candemir, Burak Karataş, Selim Öztürk ve Serkan Çeliköz’den oluşan Kargo, Milliyet’ten Yaprak Aras’a verdiği röportajda, durumu şöyle özetliyor:

‘İki-üç aylık bir stüdyo aşamasında 20-30 şarkı üretebiliyoruz ama aynı sürede dokuz-10 cover yapabildik. Yapılmış şarkıları yeniden yapmak daha zor.’

Kendi mesleğim açısından bakınca, arzın merkezinden, yerin en dibinden, taaaa gökkubbeye, arş-ı aláya kadar hak veresim geliyor.

Sorun editörlük yapan birine, anlatsın: Bir saat içinde oturup beş yazı ya da haber mi kaleme almak kolaydır, yoksa üzerinde ciddi çalışma gerektiren bir metni ‘rewrite’ etmek, yani baştan yazmak, yani düzeltmek, yani adam etmek mi?..

Yıldızların Altında öyle bir cover albümü ki, Koray Candemir, kendi şarkılarını bile cover’ladıklarını söylüyor.

KADINLAR ÇİÇEKTİR ÇİÇEKLER SU İSTER

Albümün ilk klibi, güftesi Ömer Bedrettin Uşaklı’ya, bestesi K. Ali Rızabey’e ait olan, albüme ismini veren klásik Yıldızların Altında’ya çekildi. Klipte aynı filmi iki ayrı versiyonla izliyoruz. Vaziyet, Asmalı Konak’ın sinema filminin sonu için çekilen farklı versiyonlarla ilgili geyiği hatırlatıyor.

Klibin ilk yarısı trajediyle, ikinci yarısı mutlu sonla nihayet buluyor.

Koray Candemir, bir köşeden çıkıp, bir blok boyu yürüyerek, manitasıyla buluşmaya gidiyor.

İlk seferde arkasından seslenen Serkan Çeliköz’e kulak asmıyor, jogging’e çıkmış gibi görünüp yolunu kesen Burak Karataş’a omuz atıp geçiyor, kendisine bir buket kır çiçeği uzatan çiçekçi kadını ve beraberindeki kör taklidi yapan Selim Öztürk’ü pas geçiyor.

Ve karşı kaldırımdaki manitaya el sallayıp karşıdan karşıya geçerken otomobil altında kalıyor.

Mesajınız var: Acele giden ecele gider, sürat felakettir ve saire... Yayayken bile...

Hemen akabinde, silbaştan aynı senaryoyu izliyoruz. Koray, yine aynı mesafeyi katediyor.

Arkasından seslenen Serkan’a yine kulak asmıyor, önünü kesen Burak’ı yine başarılı bir slalomla aşıyor ve fakat son kademede, çok şükür ki Selim’in kör değneği olaya; ‘Bi’ dur da çiçekleri kokla birader’ şeklinde müdahale ediyor.

Koray duruyor, gülümseyerek kadının uzattığı çiçekleri alıyor. Eyvah, ı-nı-nı-nııın, yine karşıdan karşıya geçmesi gerek, fakat arada birkaç saniye çiçekçiyle oyalandığı için, bu kez trafik kazasını saniye farkıyla atlatıyor.

Mesajınız var: Kadınlar çiçektir ve çiçekler su ister? Yok be, bu uymadı... Eeem, eski Impulse deodorant reklamının (Bir gün tanımadığınız bir erkek size çiçek verirse, sebebi Impulse’dır!) fikriyatını ‘cover’lamayı denesek olur mu acaba?: Bir gün tanımadığınız bir kadın size çiçek uzatırsa sebebi hayatınızı kurtarıp sevaba girmektir.

Neyse işte, neticede bizim aşıklar, yola serpiştirilmiş Melek Biraderler sayesinde kazasız belasız birbirlerine kavuşuyorlar.

Onları Melek Biraderler diye anmakta beis yok, zira klibin sonunda el ele tutuşan, kol kola giren, sarılışan ve mutlu çiftin ardından ‘Ah ah ah, bak yine aşk kazandı’ ifadesiyle bakan Selim, Burak ve Serkan’ın sırtında kanatlar çıkıyor. Evet efen’im, bildiğiniz melek kanatları (Tabii tam bu noktada ‘Kardeşim, ‘bildiğimiz melek kanadı’ diye bir şey mi var?’ diye de sorulabilir ama ne bileyim işte, penguen kanadı olmadığı muhakkak en azından...) çıkıyor!

Kargo, melekler konusunda hayli düşünce mesaisi verdiğini tahmin ettiğimiz bir grup. Sen Bir Meleksin adlı bir albümleri de var bildiğiniz gibi...

Ne diyelim; melekler Kargo’nun her daim yanında olsun. ‘Şeytan da düşmüş bir melektir’ diyecek olan çıkarsa, eh, o zaman da kumar jargonuyla dileriz: Şeytanları bol olsun.
Yazının Devamını Oku

Tıpkısı şov

19 Ağustos 2005
Deniz kenarında annem 11 yaşındaki Elif’e doğumunu anlatıyor: ‘Annenin hamileliğinin son dönemlerinde biz dedenle Antalya’daydık. Doğumun iyice yaklaşınca, ben atlayıp İzmir’e geldim. Bekliyoruz bekliyoruz, gelmiyorsun... Bekliyoruz bekliyoruz, gelmiyorsun... Sonunda teşrif ettiğinde, 10 küsur ay olmuştu. Ayyynı teyzene çekmişsin...’

Neymiş efendim, ben de 10 küsur aylık doğmuşum; üstelik ben sezaryenle doğduğum için doğduğumda hálá uyuyormuşum. Gözümü açmam için doktorun kıçıma sıkı bir şaplak vurması gerekmiş. Dünyaya gelmek konusunda benim kadar hevessiz bir ikinci bebek görülmemişmiş...

(Bu hikáyeyi kaç kez dinlediğimi saymadım, sayamadım. Gözlerimi yuvarlayıp susmadığım zamanlar genellikle buna; ‘Hayır anne, benimki Kova burcunda doğmak adına ceninken geliştirdiğim kurnaz bir stratejiydi’ filan şeklinde yanıt veriyorum.)

* * *

Elif de tıpkı teyzesi gibi tembel kedinin tekiymiş...

Böyle bir konumuz var...

Annem bir bilimkadını edasıyla, yok, sümme haşa, bildiğiniz, tipik bir anneanne edasıyla ki odaklanma, konsantrasyon, vs. konusunda, benim diyen bilimkadınına rahmet okutur bir ‘unvan’dır takdir edersiniz- Elif’i inceliyor ve sakat bir şey görmeyegörsün, artık bir klişeye dönüşmüş olan o malûm cümleyi sarf ediyor:

‘Tıpkı teyzesi...’

‘Tıpkı teyzesi; oğlan çocuğu mübarek!’

‘Tıpkı teyzesi; bu da deli uyuyor.’

‘Tıpkı teyzesi; bir dağıldı mı, poposunu toplamaya ordu lázım.’

‘Tıpkı teyzesi; yine kukumav kuşu gibi düşünüyor.’

‘Tıpkı teyzesi; arkadaşlarını gördü mü, gözü başka bir şey görmüyor.’

‘Tıpkı teyzesi, taş altında kalıyor, laf altında kalmıyor.’

‘Tıpkı teyzesi; hiçbir şeye itiraz etmiyor gibi görünüyor ama istemediği hiçbir şeyi yapmıyor.’

‘Tıpkı teyzesi; her şeye itiraz ediyor.’ (!) (Tam bu noktada; ‘Bu ne yaman çelişki anne?’ diye sormak ister deli gönül.)

Benim doğuracağım bir torundan yana umudunu hepten yitirdiğinden olsa gerek; illa ki Elif’te benden bir iz bulacak.

Buna en ufak bir itirazım olabilir mi; olamaz... Elif neticede, canımın içisi, ciğerimin paresi... Teyze dediğiniz, malûm, anne yarısı...

Fakat bir tane de iyi huyu bana benzesin, benzetilsin yahu!?! Yok...

Çok kibar bir çocuk, çok vefalı bir çocuk, çok verici bir çocuk, çok ince düşünceli bir çocuk, fevkalade sorumluluk sahibi bir çocuk, çok saygılı bir çocuk..: Bunların hepsi ya annesinden, ya babasından, ya da her ikisinden alınmış hasletler.

Nerde bir yamuk, orda ‘tıpkısı teyzesi’...

* * *

Çarşamba akşamı, Çeşme Açıkhava Tiyatrosu’nda Sezen Aksu’nun Turkcell ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin ortak projesi olan Kardelenler için çıktığı turnenin Çeşme ayağını izliyoruz. (Böyle bir ‘stalker’ performansı sergiliyorum. Dere tepe Sezen Aksu takibinde bir tip... Bu arada, bu aralar Kardelen single’ından gayrı bir şey de dinlemez oldum. Gidemem nasıl bir şarkıdır ya?..)

Elif, etol gibi boynuma dolanmış, Sezen Aksu’yla birlikte Kaybolan Yıllar’ı söylüyor: ‘Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler...’

Konser bittiğinde bizimki Farkındayım söylenmedi diye hayıflanıyor:

‘Bu kızı yeniden büyütmeliyim/ Kor ateşlerde yürütmeliyim/ Değirmenlerde öğütmeliyim/ Farkındayım, farkındayım...’

11 yaşında olduğunu söylemiştim değil mi...

‘Önce biraz büyü, sonra o kızı yeniden büyütürsün be minikom’
diyorum; ‘Bu yaşta bu kocamış ruh ne ayak?’

Neden sonra duruma uyanıp, bir an için hakikaten korkarak anneme bakıyorum.

Bir insanın sırıtışı konuşur mu; anneminki konuşuyor:

‘Tıpkı teyzesi...’
Yazının Devamını Oku

Ümit bir sokak adı(ydı)

18 Ağustos 2005
Adnan Menderes Havaalanı’ndan, İzmir’e, şehir merkezine doğru ilerliyoruz. Ne zaman bir sokağın adres tabelasını görüyorum, memlekete ulaştığımı ancak o zaman tam anlamıyla idrak edebiliyorum: Binyediyüzbilmemkaç sokak...

Biz İzmirliler’in ‘Siz simite gevrek, ayçekirdeğine çiğdem diyormuşsunuz, öyle mi?’, ‘Boyoz, kumruyla aynı şey mi?’, ‘Niye bütün mankenler İzmirli?’ gibi sorularla birlikte en sık karşılaştığımız, tabiri caizse klásiklerdendir: ‘İzmir’de sokak adı diye bir şey yokmuş, öyle mi?’

Öyle...

Bizde küçük tefek istisnaları saymazsanız, sokak adı diye bir şey yoktur. Caddeler isimlerle anılır, sokaklarınsa numaraları vardır.

Çocukken ve başka şehirlerden insanlarla mektuplaşırken, benim mektup, atıyorum, Mustafa Mazhar Bey Sokak’a giderdi, gönderen adresinde ise 1699 Sokak yazardı.

Mustafa Mazhar Bey Sokak’ı ‘atmamın’ da bir sebebi var. 1990’da üniversite için taşındığım İstanbul’daki ilk ikamet adresimdir Mustafa Mazhar Bey Sokak.

Allah biliyor ya, bu konuda çok da yırtınmadım ama ‘Kimdir bu Mustafa Mazhar Bey?’ diye birkaç kez soruşturduğumu, bakındığımı biliyorum.

Sonuç hep, kinayeli bir göndermeyle şey ettirecek olursak; ‘Vefa İstanbul’da bir semt adıdır’ gibi bir şeye varıyordu.

Mustafa Mazhar Bey de, ‘kim’den ziyade bir ‘ne’ idi artık: Kendileri, Kadıköy yakasında, Selamiçeşme’de bir sokaktı...

Bildiğiniz üzre, Ankara Belediye Meclisi üyeleri, -her ne kadar kendisi bundan rahatsızlık duysa da- Hasan Pulur’un bir yazısından aldıkları ihbarla (!) ‘Bu milleti adam etmek için Batı’dan damızlık erkek getirmek gerek’ dediği iddia edilen ‘vatan haini’ Dr. Abdullah Cevdet’in adını, Ankara’daki bir sokaktan sildi.

Abdullah Cevdet, bu sözleri hakikaten sarf etti mi, etmedi mi tartışıladursun, Büyükşehir Belediye Başkanvekili Seyfi Saltoğlu’nun açıklamasına göre, başkentteki sokak ve caddelere isimleri verilen zatların şecerelerini araştırmak üzere bir tarihçi timi kurdu bile.

Bu sayede bütün tukaka tarihi figürlerin hayaleti, Ankara’nın sokaklarından jiletle kazınacak.

Bütün bu hikáyede, benim merakımı gıdıklayan şey, Abdullah Cevdet’in adının silindiği sokağa, Ermeni meselesi konusunda yaptığı çalışmalar nedeniyle takdir gören Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Yusuf Halaçoğlu’nun adının verilecek olması oldu.

Tüm Meclis Üyeleri arasında uygulamaya muhalefet eden yegáne kişi olan CHP Grup Başkanvekili Yaşar Çatak gibi düşünüyorum naçizane: ‘Ayrıca yaşayan bir kimsenin isminin de bir sokağa verilmesini doğru bulmuyorum. Sokak isimleri önemli şahsiyetlerin isminin yaşatılması amacı ile kullanılmalıdır.’

Aman yanlış anlaşılmasın. Bir sabah uyanıp isminin bir sokağa verildiğini öğrenen ve ilk olarak bunun nereden icap ettiğini soran Prof. Yusuf Halaçoğlu’nun ‘önemli’ biri olduğunu düşünmediğimizden değil yani; ne haddimize de...

Hani yakın bir tarihte futbolcu/rapçi Ümit Davala’nın başına gelenleri düşününce?..

Hatırlarsanız, A Milli Futbol Takımı’nın Dünya Kupası’nda kazandığı başarı üzerine, Davala’nın ismi, Narlıdere Sahilevler’de, villasının bulunduğu sokağa verilmişti. Neden sonra, Davala kendisini görüntüleyen bir magazin muhabirine arkadaşlarıyla birlikte meydan dayağı atınca, ismini taşıyan tabela, anında görüntü, yerinden sökülüvermişti.

Prof. Yusuf Halaçoğlu’na kazasız belásız en az bir 40 yıl dileriz...
Yazının Devamını Oku

Kardelenler büyüyünce Sezen Aksu olacak

14 Ağustos 2005
Sezen Aksu’yu sevmenin sonu yok. Olmasın da zaten... Geçtiğimiz Çarşamba, Sezen Aksu’nun, Turkcell ile Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin imkánı olmayan kız çocuklarını okutmak için kaynak yaratan ortak projesi Kardelenler için verdiği açılış konseri vardı. Haberlerini okumuşsunuzdur, ilanlarını görmüşsünüzdür; dolayısıyla bunun Türkiye’nin 17 ayrı noktasında gerçekleştirilecek 21 konserlik bir turnenin ‘açılış’ konseri olduğunu da biliyorsunuzdur.

Keza, Sezen Aksu’nun yine Kardelenler için dördü remix, sekiz parçadan oluşan bir single yayınladığını da... (Üçü başka hiçbir yerde yayınlanmamış yeni ve her zamanki gibi güzeller güzeli Sezen Aksu şarkıları, biri de o canım Ünzile; her dinlediğinde insanın içini kıyım kıyım kıyan, sözleri Aysel Gürel’e, müziği Onno Tunç’a ait olan...)

Konser ve albüm gelirlerinin Kardelenler projesinin havuzuna akacağını da...

Konserlere gidiniz, albümü alınız, sadece kendinize almakla kalmayıp sevdiklerinize de hediye ediniz...

Kendinizi muhteşem bir konser izlemiş, harika bir albüm dinlemiş olmanın çok ötesinde iyi hissedeceksiniz.

Geçtiğimiz Çarşamba günkü konser, aynı zamanda projenin beşinci yılını kutluyordu. Ülkede hiç eğitim almamış 500 bine yakın kız çocuğunun 5 bini, beş yıldır bu sayede okuyor. 250’si üniversiteye gidiyor.

Sezen Aksu’nun, Kardelen isimli bir şarkı yazdığının, şarkıya klip çekileceğinin, çekim için Mardin’e gidileceğinin duyumunu evvelden almıştık.

Hatta o çekim ekibine askıntı da olacaktık ama zamanlama hatası; mümkün olamadı...

Onun yerine, Ayşe Ersayın tarafından çekilmiş klibi, Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu’nu doldurmuş insanlarla birlikte, sahneye yerleştirilmiş dev ekrandan izledik:

Solumda, başından beri bu proje için harıl harıl çalışmakta olan, karne törenlerinde, kutlama etkinliklerinde birlikte zırıldamayı huy edindiğimiz, bir başka şahane kadın Necla Zarakol...

Sağımda zaten her Sezen Aksu konserinde ağlamazsa başı ağrıyan, bu seferki insanın duyargalarını iyiden iyiye bileyleyen bir hadise olduğu için muslukları hepten koyveren Ziya...

Ortada ben...

Senkron bir şekilde mendillerimizi çekip hüngür şakır bir şekilde...

Sezen Aksu, Kardelenler projesi için bir şeyler yapmayı kendisi istemiş.

Teklif ondan gelmiş. Turkcell Kurumsal İletişim Müdürü Zuhal Şeker’in -özellikle bu proje söz konusu olduğunda latekslerini ve pelerinini çekip bir acayip Superkadın performansı sergileyen, bir başka şahane kadın- gayretleriyle o çekirdek ‘Ben de bir şeyler yapayım’ niyeti, buralara kadar varmış.

Bu ülkede birkaç -tez vakitte anıtı dikilesi- Dr. Türkan Saylan, birkaç Sezen Aksu daha olsa... Hayat bayram olsa...

Hayat, durduğu yerde bayram olmuyor, olamıyor bildiğiniz gibi maalesef...

Bu çalışmaların gelirleriyle kimbilir kaç çocuğa daha eğitim imkánı sağlanacak.

O kızlar büyüyüp, kimbilir, inşallah, Zuhal Şeker’ler, Necla Zarakol’lar, Sezen Aksu’lar, Türkan Saylan’lar olacak...

Ziya, çıkışta ömründe kaç Sezen Aksu konseri izlediğini saydığını söylüyordu. Onun enventerinde 40 küsur konser var - ki kendi tabiriyle Sezen Aksu’ya sarması da son 15 yılın işiymiş.

Bunun üzerine ben de oturup sayayım dedim. Hesabın içinden çıkamadım.

Fakat şu kadarını söyleyeyim: Bu sene galiba bu, dört ya da beşinci. Her biri ünik bir güzellik, her biri hayattan bezdiğim anlarda yetişen bir cankurtaran yeleğiydi.

Ve önümüzdeki Çarşamba, aynı konseri, Allah nasip ederse bu kez Çeşme’de izleyeceğim.

Hem Çeşme, hem Sezen Aksu... Anlayacağınız, önümüzdeki Çarşamba, yoğun tedavi ünitesindeyim...

Zira efen’im; buralarda duramaz bir háldeyim.

Vardır böyle zamanlar; İstanbul’da yaşadığım şu 15 yılda birkaç kez oldu. Şehir tükürür atar ya insanı, öyle bir hissiyat.

Ege’nin sularının dibine çöküp mal gibi, penguen gibi, ufka bakacağım...

Eski dostlarımla muhabbet koyup, ailemin sofrasına oturacağım. Yeğenimi koklayacağım. Bünyeyi iyota bandıracağım... Akşamüstü duşlarından sonra üzerime tiril bir şeyler geçirip, soğuk karpuz dişleyip, kábussuz uyuyacağım.

Zira bu şehir benden ne kadar sıkıldıysa, ben de kendimden en az bu şehirden sıkıldığım kadar, bu şehirden en az kendimden sıkıldığım kadar sıkıldım.

Sezen Aksu, ‘Tebdil-i mekánda ferahlık yokmuş aslında / Acının yüzölçümü yeryüzünden çokmuş aslında’ der ama...

Eve gitmek, tebdil-i mekán sayılmaz. Eve gitmek, eve gitmektir.

Ve Robert Frost’tan bir devşirmeyle dile getirecek olursak; ev, daha doğrusu yuva, oraya gittiğinizde sizi doğal olarak içeri buyur ettikleri yerdir.

Ev, bünyeye iyi gelir. Ev, hep iyi gelir.

Ben bir süreliğine eve gidiyorum; nasipse ordan görüşürüz.
Yazının Devamını Oku

Ortam o kadar beyaz ki, kadrajı ortalayan sarı saçları ortama şık bir yumurta efekti katıyor

13 Ağustos 2005
Eski manken yeni şarkıcı Ebru Destan, Sözümü Yemedim adlı albümünü çıkardığı dönemde; ‘1,5 yıldır albüm çıkaracağım dediğimde kimse bana inanmamıştı. Ama gördüğünüz gibi ben de sözümü tuttum’ demişti. Yanisi, kendileri, takdire şayan bir şekilde sözünü yememişti.

Takdir edersiniz ki bizde uyanan hissiyat, ‘Keşke yeseydin, ahhh, keşke yeseydin’ şeklindeydi.

Bunun üzerine olaylar, tıpıtıpına beklediğimiz yönde -buna gelişme denirse- gelişti.

Albümün kartonetinde bir Serdar Ortaç şarkısı olan Tokat’a çekilen ilk klibinin yönetmeni Tamer Aydoğdu’ya ‘Yönetmenim, canım, tarzına her zaman güvendim, güvenicem’; yakın arkadaşı Demet Akalın’a da iki ayrı kişiyle birlikte ‘Dostlarım, hep yanımdaydınız, desteğiniz için gönülden teşekkürler, sizi çok seviyorum’ sözleriyle teşekkür eden Ebru Destan, iki vakte kalmadan ‘yönetmeni, canı ‘ Tamer Aydoğdu yüzünden ‘hep yanında olan dostu’ Demet Akalın’la papaz oldu mesela.

Yakınlarda, ikinci klibini Çeşme’de çekmekte olduğunun haberini aldığımız Destan’ın (Klipte ateş kırmızısı ve şeker pembesi olmak üzere iki farklı kıyafet giyen Destan, yeni klibiyle yürekleri hoplatacağını açıklamış; haberin yalancısıyız.) ilk şarkısına çekilen klip, Demet Akalın’ın yine aynı yönetmen tarafından çekilen bir klibine ‘biraz’ benziyordu zira.

Akalın tabii ki yemeyip içmeyip bunu tespit etti ve konunun altını ‘Bu işler böyle olmaz’ muhabbeti eşliğinde çizdi. (O artık mankendim-şarkıcı oldum kategorisinin ‘Kendini ispat etmiş’ isimlerinden sayılıyor ya, en çok da kendisi tarafından; öğreten abla tonu yakışır.)

Destan, bu ‘itham’a; ‘Ben şarkıcı da olayım, onu da yapayım, bunu da yapayım diye bir şey yok. Birçok fedakarlık lazım bunun için ve ben bu yüzden mankenliği bıraktım. Tamer benim dört yıllık en samimi arkadaşlarımdan bir tanesi. Onları tanıştıran da benim.’ diye yanıt verdi.

Sonracığıma, Işın Karaca’nın televizyon programına Sefarad Grubu’yla birlikte katılan Ebru Destan, Karaca’nın canlı şarkı söylemesini istemesi üzerine önce, orkestrasının olmadığını söyleyerek itiraz etti.

Sonra Sefarad Grubu, ‘Biz sana çalarız’ deyince ve Karaca da iyice üstüne gidince, programı terk etti. Daha sonra bu konuyla ilgili; ‘O kadar çok üzerime gelindi ki... Ben oraya hiç prova yapmadan çıkmıştım. Bana zorla, hem de başka bir orkestra ile şarkı söylemem için baskı yapıldı. Halbuki profesyoneller bile provasız şarkı söyleyemez’ dedi.

Bu sayede kamuoyu, müzik piyasasına ‘kimseyi örnek almadığı, yakında örnek alınacak insan olacağı’ iddiasıyla girişen, illa ki kalıcı olacağını söyleyen Destan’ın kendisini profesyonelden ziyade amatör olarak tanımladığı konusunda bilgilendi.

Ayrıca bir ‘halbuki’ de bizden: Bir buçuk senedir şan dersleri aldığını, ‘sesine spor yaptırdığını’ ve kesinlikle sahneye çıkmak istediğini söylüyordu oysa: ‘Sahneye çıkmak istiyorum. Bunun için 17 kişiden oluşan bir orkestra kurduk. Özel düğünler olabilir, bayi toplantıları olabilir. Assolist olmak istemiyorum, barlarda çalışmayı ise hiç. Benim amacım iyi şeylere imza atmak ve müzikseverlerle konserler aracılığıyla buluşmak. Repertuarımda tam 40 tane alaturka eser var.’

Yine bu arada, bütün birikimini yatırdığını söylediği, Serdar Ortaç, Yıldız Tilbe gibi isimlerden şarkı aldığı albümün satışı, tabii ki beş bini filan bulmadı.

Buna da Ebru Destan haricinde kimse şaşırmadı.

Sonracığıma?.. Öööf; yoruldum be abi... Sonrası monrası yok. Keselim, geçmiş olsun diyelim ve sessizce dağılalım mı?

Efendim? ‘Bu klip yazısı mı magazin derlemesi mi?’ diye mi sordunuz? Konunun içinde klip geyiği geçiyor işte. Ne anlatayım; Destan, beyaz bir fonda, beyaz bir kıyafetle ve mimiksiz bir suratla, duyulmakta zorlanan bir sesle şarkıyı söylüyor. Ortam o kadar beyaz ki, kadrajı ortalayan sarı saçları ortama şık bir yumurta efekti katıyor. İşte, klibi anlatmaksa anlattık.

Haricinde, lütfen; Ebru Destan’ın şarkıcılığından bahis açmaya gerek var mı...
Yazının Devamını Oku