Ebru Çapa

Ninenle bir degavlardık o kadar olur

9 Eylül 2005
Şimdi düşünün ki bir sabah uyanıyorsunuz. Heyecanlısınız.<br><br>Yeni bir başlangıcın arefesindesiniz. Yeni bir eve taşınacaksınız.

Bundan sonra hayatınızı sevdiğiniz adamla/kadınla paylaşacaksınız.

Her sabah, icazeti belediyeden onaylı birinin yanında uyanacaksınız.

Akşama doğru bunu kutlayacaksınız. (Küçük çocuklar birbirlerini tepikleyecek, pastalar kesilecek, göbekler atılacak, danslar edilecek, kimin ne giyip, ne dediğinin dedikodusu yapılacak, halaylar malaylar çekilecek...)

Evleneceksiniz...

Bunu, yani mutluluğunuzu belgeleyeceksiniz...

O anı ileride, yıllar sonra da hatırlamak isteyeceksiniz...

Ne yaparsınız?

Fotoğraf çektirirsiniz...

Gelin bir yere hülyalı mülyalı bakacak, damat önünde diz miz çökecek; asortik pozlar verilecek...

O fotoğraf, ‘Nah-a bak bu da bizim dedenle/ninenle en mutlu günümüzdü’ hesabına yıllar sonra, torunlara gösterilecek...

O fotoğrafı çektirirken, elinize ne alırsınız?

Çiçek?

Yok abi, havamız olsun.

Ha tamam o zaman: Silah???

Adapazarı’nda, bir fotoğrafçının vitrinine yerleştirilmiş o gelin-damat fotoğrafının resmini gördünüz mü?

Baş başa vermiş bir kadın ve erkek, ellerinde iki tabanca!!!

O fotoğrafın çekilme anını hakikaten merak ediyorum.

Gelin meselá, kuaförden çıkıyor. Saçını yaptırmış, makyajını yaptırmış; yanında, ne bileyim, annesi, en iyi arkadaşı, akrabaları filan var?

Damat gelip onu toparlıyor, fotoğrafçıya gidiyorlar...

Ve yanlarına, -Ammman abi, unutmayalım!- tabancalarını alıyorlar!..

Fotoğrafçı, ‘Gelin değişik bir şeyler yapalım’ mı dedi?

Elemanlar bunun üzerine; ‘Yav, biz karı-koca zaten ikimiz de ruhsatlıyız, duble belgeli insanlarız, bak bunu resmedelim’ diye cevap mı verdi?

Gelin ile damat, kendilerini Bonnie ve Clyde zannediyor olabilir mi?

‘Bizim aşirette böylesi görülmedi, bir de bunu deneyelim’ mi dendi?

Nasıl bir andır o, hakikaten merak ediyorum.

O ikilinin ilk karı-koca kavgasını bir üçüncü sayfa haberi olarak okuyacak mıyız, merak ediyorum.

O ikiliden nasıl çocuklar üreyecek, merak ediyorum.

O ikilinin balkonunda çamaşır asıldığında, çamaşırların suyu alt katta yaşayan insanların balkonunda asılı çamaşırlara damlarsa, iki ev ahalisi arasında çıkacak kavgada kaç kişi hacamat olacak, merak ediyorum.

Allah uzun ömürler versin, bireysel silahlanmanın en amansız neferi Canan Arıtman, ölmez de o günleri görürse, ne der, merak ediyorum.

‘Bunlar cahilmiş. Silah kullanma ruhsatı, bizim gibi elit mensuplarda bulunmalı’ filan mı? CHP usulü seçkincilik acaba oralara kadar varır mı?
Yazının Devamını Oku

Her şey olabilirsiniz ‘bakan’ bile

8 Eylül 2005
Devlet Tiyatrosu Genel Müdürlüğü’ndeki görev değişikliği yapıldığı, Lemi Bilgin görevden alınıp dramaturg <B>Mine Acar </B>Genel Müdür olarak atandığından beri, sular durulmuyor bildiğiniz gibi. Atilla Koç’un ‘bankamatik memuru’ dediği Can Gürzap, Koç’a dava açmaya hazırlanıyor.

Şimdi de memleketin basın-yayın organlarının peşine düşüp aradığı ve sonunda Atilla Koç’un ‘110 kiloluk BALERİNİMİZ var’ sözlerindeki tanıma en uygun kişi olarak belirlediği İstanbul Devlet Opera ve Balesi sanatçısı, 47 yaşındaki 27 yıllık Devlet Opera ve Balesi görevlisi, 105 kilo çeken BALET Tayfun Savlıoğlu, Kültür ve Turizm Bakanı Koç’a dava açmanın eşiğinde:

‘Dava açmayı düşünüyorum. Sanat kiloyla değil, yürekle yapılır. Dört operada çalışan tek sanatçıyım. İdareciyken kendime özen gösteremedim. Bize de ihtiyaç var. Örneğin bir yoğurtçuyu, genç bir dansçı nasıl sergilesin?’

Bu sezon İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde ‘Ağır Roman’, ‘Fantastik’ ve ‘Guguk Kuşu’ adlı eserlerde rol alan, aynı zamanda aldığı izinle ‘Kurtlar Vadisi’ dizisinde gizli servisin başı Mito’yu oynayan Savlıoğlu, ‘Ulu önder Atatürk’ün ‘Hayatta her şey olabilirsiniz, ancak sanatçı olamazsınız’ sözlerini hatırlatmak, bu duyarlılıkta, bu sevgide olmak gerekir’ şeklinde dile gelmiş ki, şahsen Atatürk’ün ‘Keşke talihi de kendisi kadar güzel olsaydı’ diye düşündürten vecizelerinden sayarım ben bu özlü sözü.

Nasıl ki ‘Bu millete her şeyi öğrettim, bir tek uşaklığı öğretemedim’ sözü, servis sektöründeki her türlü çuvallamayı mazur göstermek, meşru kılmak için sık sık dillendiriliyorsa, dillendirilebiliyorsa, bu söz de işte, o hesaptan yanlış yerlere çekilebilmeye müsait...

‘Hayatta her şey olabilirsiniz’ kısmı meselá, önüne gelen konu cahilinin bilmem neden sorumlu bir bakan, cinayet sanığı uyuşturucu tacirinin belinde tabancayla dokunulmazlık sahibi bir milletvekili olabilmesine dair ehliyet sayılabilirmiş gibi...

Ve üstelik yine aynı söz, kimbilir;

‘Ulan herbir şey olabiliyorum da neden sanatçı olamıyorum; benim onlardan neyim eksik?’ şeklinde bir haset doğurduğu için, bu ülkede sanata ve sanatçıya reva görülen türlü eziyetin kaynağıdır belki. Olamaz mı?

Ben son zamanlarda olanın bitenin, vallahi de billahi de böylesi bir duruma bağlanabileceğini düşünüyorum.

Atilla Koç, 1964’te mezun olduğu İzmir Özel Türk Koleji’nde okurken, tiyatro kolunun hemen hemen tüm temsillerinde rol alan bir tiyatro kolu öğrencisiymiş.

Bilemeyiz yani, belki tiyatro oyunculuğu, Sayın Bakan’ın içinde bir uktedir de biz onun hassas kişiliğinin karanlık dehlizlerinde kopan fırtınaları anlamaktan acizizdir.

Diyorum ki Devlet Tiyatroları’nda kendisine küçük bir rol verseler. Kadrolu olması gerekmez, şöyle, konuk sanatçı kadrosundan bir güzellik düşünseler...

Uyuyan Güzel’e getirilmiş modern bir yorumda Uyuyan Yakışıklı’yı oynasa meselá... (110 kiloluk balerin, 105 kiloluk balet olabildiğine göre, masalda uyuyan elemanın cinsiyeti değiştirilemez pi sayısı mı canım?!)

Hevesini alsa... ‘Ben bir sanatçıyım, artık bakan olmama gerek yok’ filan diye düşünüp, makamdan elini eteğini çeker mi acaba??
Yazının Devamını Oku

Tabiat dayakla terbiye eder

4 Eylül 2005
Sevgili;<br><br>Hani geçen gün sormuştun ya, ‘Gazetede ne yazıyorsun? Burayı da yazıyor musun?’ diye... Yazıyorum. Meselá işte şimdi, işte sana yazıyorum. Yan odadaki birine mektup yazdın mı hiç? O yaşların gelmiş olabilir mi? Sen matematik seviyorsun, yazıyla çiziyle pek işin yok, sıkılıyorsun gerçi... Bir tarafı salakça romantik kimi tipler vardır, evet, teyzen gibi; işte onlar, durduk yerde oturur, yan odadaki birine mektup yazarlar. Hatta o salak romantiklerin kimileri, evet, teyzen gibi, gazeteci olurlar ve bir de o mektubu, açık mektup şeklinde gazetede yayımlarlar.

Neyse işte...

Gelecek yaz, külliyatını kafana fırlatmayı planladığım bir yazar var; ismi Çetin Altan... Her iki dedenden de daha yaşlı, fakat ruhu sen yaşlarda gezinen bir adam... İşte o, sık sık -onun adına bu kadar kesin konuşmak haddimi aşar ama, sanki kendine de telkin edercesine sık- bir cümleyi tekrarlar: ‘Enseyi karartmayın; insanlık hiçbir zaman kötüye gitmez.’

Bu cümleyi en içinden zikretmeni tavsiye ederim minikom. Zira insan bazen, hatta ruhu depresyona karşı her daim aportta olan -evet, teyzen gibi- insanlar sık sık, karamsarlığa kapılabilir. Ahir zamanlarda kötümserlik çok kolaydır zira, şıpınişidir, umudun omurgasını dik tutmaksa, zor, çok zor zenaattir.

Metin Altıok’un bir sonesinde dediği gibi: ‘Sen gel bu işin kuralını değiştir / Mutsuzluk kader değil ehven bir iştir.’ Altıok’u da tanımıyorsun henüz. Şiirlerinde sık sık otellerden bahseden, iyi bir şairdi rahmetli. Cilve demeye dilim varmıyor, kaderin hunhar bir kahpeliği sonucunda, Sivas’ta, bir otelde, yobazlar yaktılar.

Eylül’de Çeşme ne güzel değil mi bebeğim; böyle vahim bahislerin yakışmayacağı kadar...

Gel gör ki geçen hafta Umut’un attığı SMS mesajı hálá cep telefonumda kayıtlı ve mesajı aldığımda mevzuun kakara kikiri geyiğini çevirmiştim, şimdiyse fena hálde tırsıyorum.

Umut, Miami’de olduğunu, rüyasında bana, Çeşme’ye gelmeye çalıştığını ama bir türlü ulaşamadığını yazıyordu.

Benim o sırada kasırgadan masırgadan haberim yok tabii... Dalga geçmiştim. ‘Kaba etini Miami’de yaymayı tercih ettiğinden olmasın?’ demiştim.

‘Yok be abi’ diye cevap gelmişti; ‘acayip bir fırtına var, köşedeki bakkala bile gidemiyoruz.’

Sonradan çıktı kokusu. O ‘acayip fırtına’ yüzünden, cazın mabedi New Orleans yerle bir şimdi. Koca şehir: Yok.

Allah’ın sopasının olmadığı gibi... Maymunlar sevimli ve zeki hayanlardır, maymunları harcamış olmayalım ama maymunların hakkını teslim ederek söyleyecek olursak, maymun suratlı bir lideri var New Orleans’ın da haritası dahilinde olduğu Birleşik Devletler Cumhuriyeti’nin.

New Orleans’taki feláketin olduğu sırada Teksas’taki çiftliğinde, tatil yapıyordu lavuk; yazık, kısa kesmek zorunda kaldı. Hatta hayatta yapmayacağı şeyi yaptı, tarihinde ilk kez, ABD halkını, benzin almamaya, benzini tasarruflu kullanmaya çağırdı.

Başkanlık uçağı Air Force One ile güvenlik duvarını delip, 762 metreye kadar alçalıp New Orleans’ın üzerinde turlamış ve gördüğü manzara karşısında şoka girip başını maşını sallamış. Sonra da dudaklarını titretip; ‘Tamamen yok olmuş’ buyurmuş.

Muhalefetteki demokratlar, yaşanan feláketle ilgili baştan sona onu suçluyorlar. Zira Katrina Kasırgası’nın New Orleans ve çevresini vuracağı geçen cumartesiden beri belliymiş, bu yüzden şehrin boşaltılmasına dair emir verilmiş.

Buna rağmen, Bush, Teksas’ta tatil olduğu için olaydan kopukmuş ve kurmaylarının durumun ciddiyetini kavraması da iki-üç gün almış.

Bunlar zaten her yere okyanus mesafesinde bir kıtaya yayıldıkları için dünyada olan biten olaylardan biraz kopuklar... Hadiseleri kavramaları da genelde biraz rötarlı tarifeden oluyor.

Eleman Washington’a, Beyaz Saray’a kasırgadan üç gün sonra dönmüş velhásıl.

Bunun yanında eski başkan adaylarından, muhafazakár politikacı Pat Buchanan, binlerce ulusal muhafız gücü askerinin Irak’ta olmasından dolayı afet bölgesindeki asli işlerin yapılamadığını söylemiş. Doğrudur minikom... Askerlerin, helikopterlerin, şunların bunların daha ‘mühim’ işleri var; Irak’ı işgál ediyorlar.

Irak’a demokrasi getirmek için hiçbir fedakárlıktan kaçınmıyorlar. O kadar kaçınmıyorlar ki geçen hafta, korkunun başlı başına tahrip gücü tarifsiz bir bombaya dönüştüğü Irak’ta, izdiham yaşanan bir anma töreninde, bomba olduğuna dair çıkan asılsız bir söylenti üzerine, ölümcül bir panik koptu. İnsanlar canlarını kurtarmaya çalışırken, birbirlerini çiğneyip köprülerden atladılar. Bine yakın insan öldü. Demokrasinin başı sağolsun.

Tabiat, ABD modeli demokrasiden pek anlamıyor bebeğim. Tabiatın, kendine has bir adalet anlayışı var.

Dayakla terbiye metoduna itibar ediyor biraz. ABD Ulusal Okyanus ve Atmosfer Dairesi’nin açıklamasına göre, bu sezonda dördü Katrina’nın şiddetinde olmak üzere, 12 yeni kasırga daha bekleniyormuş; iyi mi!

Son 11 yılın kasırgalar açısından en aktif sezonuymuş bu. 12’si Karayip kıyılarını vurması beklenen 21 Tropik kasırga bekleniyormuş.

G8 zirvesinde ‘Kyoto’ydu mıyotoydu, küresel ısınma bizi bağlamaz, Amerikalılar gönlünce tüketebildiği müddetçe no problem’ şeklinde dile gelen Süper Güç başkanı, önümüzdeki günlerde esas süpergücün kimin elinde olduğunu belki düşünür diyeceğim ama Allah yaratırken malzemeyi bol tutmamış, IQ hafiften düşük, algılama biraz kıt...

İnsanoğlu biraz tuhaf bebeğim. Kontrol edebilsin, edemesin, hemen her şeye bir isim takıyor, bir kimlik yüklüyor.

Meselá, nedendir bilinmez, kasırgalara pembe, savaşlara mavi giydiriyor. Kasırgalar genellikle isimlerini kadınlardan alıyor.

Benimse aklımda senin ödev için yazdığın o küçük hikáye var şu an. Hani şu sihirli yüzükleri olan, beş kızdan oluşan grubun hikáyesi...

Hani şu mor yüzüğünü bir kullansan diyorum. Hayat bayram olsa...

Her şey ama, bir yana, benim sihirli mor yüzüğüm sensin işte. Sana bakmak bir sihir, seni öpmek bir sihir...

Böyle işte mor yüzüğüm, kara muçom, canımın içisi minik farem...

Bunca kasvet kusmuşken gülücüğü aşmış bir suratla sırıtıyorsam, bil ki sebepsin.

Gibi arabeski aşan bir geyikle bağlar, az sonra seni ısıracağımı bilgilerine sunarım.

Seni seviyorum minikom; anlat bir şeyler de gülelim...

‘Hastasıyım uleeen!’ diye haykırma kıvamına geldim

Ziya Doğan bir röportajında söylemişti. ‘Teknik direktörlük karizmayla olsaydı, Kadir İnanır’ın Türkiye’nin en iyi teknik direktörü olması gerekirdi’ diye...

Kadir İnanır’la ilgili bir cümle kurulsun da içinden karizma kelimesi geçmesin, vaki değil, mümkün değil...

Türk erkeğinin karizmasından mı bahsedilecek, konunun içinden Kadir İnanır geçmesin, vaki değil, mümkün değil...

Ben bir zamanlar Kadir İnanır için çok başka kelimeler kullanırdım oysa. Yakışıklı meselá, diyebilirdim. Bıyıklı, diyebilirdim. Allah için çok iyi oyuncu, diyebilirdim.

Karizmatik? Bilemedim...

Her daim etrafa tek kaş havada kanlına bakar gibi bakmayı, kendini bir -izm’e dönüştürmeyi, her konuda leyyyn’li layyyn’lı esip gürlemeyi, karizmatikten ziyade komik bulduğumdan olsa gerek...

Gelin görün ki marazdan ve

-izm’den hayır doğar mı, doğuyormuş...

İlk kez Komser Şekspir’de kraliçe kostümü giydiğinde ‘karizmayı çizdirmekle’ itham edildiğinden beri Kadir İnanır’ı öyle karizmatik buluyorum ki öyle böyle değil.

Valla... Bonus peruk takıp, karizmayı bir kez daha çizdirdiğinde, kendilerine eni konu hayranlık beslemeye başladım.

Pis bakışlarıyla beyaz eşyacının camını çerçevesini indirmek suretiyle kendisiyle dalga geçtiğinde, ‘Hastasıyım uleeen!’ diye haykırma kıvamına geldim.

Şimdilerde de ‘Asarım, keserim, yıkarım’ teaser’larının ardından çamaşır yıkayıp perde asmaya başladı ya, kendime ‘Kadir İnanır’ı seviyorum’ tişörtü yaptırabilirim.

Kendini hafife alacak kadar ciddiye almak, mühim iştir. Ve evet efendim, en karizmatik erkek, kendisiyle dalga geçebilecek kudrete sahip erkektir.

Bakmalara doyamıyorum yemin ederim. Benim nezdimde Kadir İnanır, o bin yıllık saçmasapan maço imajını muhteşem bir şekilde temize çekmiştir.
Yazının Devamını Oku

Güldürürken düşündüren pardon, korkutan Gülyabani

3 Eylül 2005
Piyasa ağlıyor mağlıyor, hatta yerlerde sürünüyor ama işin ticari kısmıyla arasında göbek bağı bulunmayan besssbencil bir müziksever olarak, Türkçe müzik piyasasının ahvalinden son derece mutlu olduğumu itiraf ederim. Kanımca şu geçtiğimiz ve geçmekte olduğumuz yıl ortaya çıkan işler, çoook uzun yılların, nice balçık kışların, nice susuz yazların ardından gelmiş en bereketli hasattı diyebilirim. İyi müzik, evladiyelik albüm açısından yani...

Yok mp3 furyası vurdu, yok korsan mafyası kırdı derken, satışlar hak edilen seviyeye ulaşmamış olabilir. Fakat -Allah yanıltmasın- zannımca piyasaya sürülmüş bazı işler, uzun mesafe koşacak, zaman içinde kadri kıymeti daha da çok bilineceği için önümüzdeki yıllarda da satmaya devam edecektir.

Benim için Aylin Aslım’ın dinledikçe dinlenesi, sevdikçe daha çok sevilesi Gülyabani’si, bu listenin başlarında geliyor.

Ben Kalender Meşrebim’in ardından ikinci klip, albümle aynı adı taşıyan Gülyabani’ye çekildi. İlk klibin de yönetmeni olan Gürcan Keltek, Kandilli’de tarihi bir köşkte çektiği klipte, gotik bir atmosfer yaratmış. Ertem Eğilmez’in ünlü Süt Kardeşler’ine ve Gulyabani’sine de saygılarını sunan klip, güldürürken düşündürüyor, pardon korkutuyor. (!) Ve bunu şık, çok şık, çok çok şık bir şekilde yapıyor.

HEPİNİZİ YERİM BEN!

Klipte hem Gülyabani’yi hem de ‘tayfa’dan Ayça Sarıgül ve Ayşe Özgümüş ile birlikte Gülyabani’den tırsan ev ahalisinin bir mensubunu canlandıran Aylin Aslım, şarkısında, ‘dışarıyla’ hafif tertip uyum sorunu yaşayan bir kadının hálet-i ruhiyesini, şahsen içimin yağlarını eriten, ciğerimden sevdiğim sözlerle anlatıyor: ‘Beni artık yormayın / Daha fazla sormayın / Vardır elbet bildiğim / Boşuna uğraşmayın / Biraz sinirliymişim / Bi’ şey beğenmezmişim / Evden hiç çıkmazmışım / İki laf etmezmişim / Çünkü Gülyabani’yim ben / Çok yabaniyim ben / Girerim rüyalara / Hepinizi yerim ben...’

BİR DE İSTİRHAMIMIZ VAR

Fesli mesli saz heyeti, bir koca masanın etrafında dehşete kapılmış insanlar, bir yanda bembeyaz geceliğiyle tayfayla birlikte uyuyan, kıkırdayarak gerdan kıran, bir yanda devasa iki boynuzu andıran iki örgü saçlarıyla köşkün etrafında uçuşan Aylin Aslım...

Ki yine şöyle dile geliyor: ‘Doğduğum günden beri / Mecburen içerdeyim / En doğrusu böylesi / Dışarı çağırmayın / Biraz kibirliymişim / Bi’ selám vermezmişim / Biraz acayipmişim / Galiba deliymişim / Çünkü Gülyabani’yim ben / Pek yabaniyim ben / Girerim rüyanıza / Hepinizi yerim ben...’

Helál olsun ve esas ben seni yerim demek istiyor kendisine deli gönül; ‘Yirim ülen seni!’ tadında gülücüklü bir iştahla...

Son olarak: Aylin Aslım ve tayfasından, Gürcan Keltek ve Pasaj Müzik’i de dahil ederek tüm takıma bir siparişimiz, daha doğrusu çok yürekten bir istirhamımız olacak... Allah aşkına, ‘Söyle daha çocuk yaşta üstüme çıkan herife’ satırı yüzünden TRT’de yasaklanan Güldünya’ya da tez vakitte bir klip çekilsin. Eller, diller, yürekler, korkak alıştırılmasın. Bizim memleketin müzik kanalları biraz ödlek; maazallah klip yayınlanmaz; n’olur n’olmaz makamından çalınmasın...

Allah aşkına yani; TRT bir klibi yayınlamış, yayınlamamış kaç yazar. Bu zamanda bu kafada bir TRT’nin suratına kim bakar... (Hoş diyeceksiniz ki Kral ile Power FM’i de biliyoruz, ayrı...)

Gülyabani’siniz siz; genç (aktif-dinamik-heyecanlı) dimağlarsınız siz; TRT gibi nicelerinin hepiciğini yerrrsiniz sizzz...
Yazının Devamını Oku

Pişmiş horoz

2 Eylül 2005
Tevellüdü tutanlar hatırlayacaktır. Nasıl ki yakın, tabiri caizse fırından yeni çıkmış geçmişimizde bir İddaa furyası başladıysa, bir ara da <B>Kazı-Kazan oyunları salgın hálini </B>almıştı. Bizim peder, şu Kazı-Kazan’a fena takmıştı.

Bir yerde maaile yemek yiyoruz diyelim; masanın yanından da bir Milli Piyango’cu geçiyor. Adam illa ki bizim masanın yanında uzunca bir mola verirdi ve babam önündeki balığı bir yana bırakır, elindeki bıçakla dizi dizi Kazı-Kazanlar’a girişir, onları ya kendi takati, ya bozukluğu, ya da adamın Kazı-Kazan’ları tükenene kadar kazırdı.

Üstelik her nasıl başarıyorsa, zaten gayet mütevazı ikramiyeler vaad eden Kazı-Kazanlar’da beleş bir kart daha edinmesini sağlayacak olan amortiyi bile tutturamazdı.

Ve sektirmeden hep aynı cümleyi kurardı:

‘Ulan bize hayatta hep Çalış-Kazan çıkıyor!’

Serbest çağrışımın dalağını yaracağım ama o zamanlar babama ‘Bırak bu işleri, Devlet Su İşleri’ demek istediğimden midir artık, ne zaman şu hayata kurnaz dikişi atmaya kalksa teğeli tutturamadığından mıdır...

* * *

Yani zavallı zihnimin hangi karanlık delhizinde yolu kesişiyorsa bu ikisinin, Ergun Göknel’in başına gelen her yeni ‘pişmiş tavuk’ hadisesinde aynı şeyi düşünürüm: ‘Ulan adamcağıza hep Çalış-Kazan çıkıyor!’

Üstelik eski İSKİ(İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi) Genel Müdürü Ergun Göknel’in durumu, bitmeler bilmeyen bir vodvili andırıyor ki kendisinin hálá gülmeye takati kalmış mıdır, ondan yana da çok şüpheliyim yani.

İSKİ’de yaptığı yolsuzluklar, kendisinden 29 yaş küçük Feray Karvar ile evlenmeye niyetlenip eski eşi Nurdan Erbuğ’a yüklü bir tazminat ödemeye kalkınca, aldatılmayı içine sindiremeyen Erbuğ’un ihbarıyla ortaya çıkan ve bu yüzden 8,5 yıl hapis yatan; yetmemiş gibi hapisteyken genç eşi Feray Göknel tarafından terk edilen Göknel, siyasi yolsuzluk tarihimizin en katran ve tüye bulanmış elemanı dersek, abartmış olmayız herhálde.

Onun zamanında çalıp çırpıp köşeler dönen pek çok kişi, hálá o köşe benim bu köşe benim dön baba dönmekte.

Oysa Göknel’in yediği her haram kuruş, boğazında gemici düğümü oldu mübarek.

Hatırlarsanız, hapisten çıktıktan bir süre sonra, meteliğe kurşun attığı bir dönemde Kim 500 Milyar İster yarışmasına katılmıştı Göknel.

Yarışmanın da en popüler zamanları... E, okumuş etmiş adam. Bilgi birikimini de katakulli yollarında murdar etmiş yıllar boyu. Bir kez de meşru yoldan ‘şansını zorlayıp’ yolunu bulmaya niyetlenmişti tahminimiz.

Peki ne olmuştu? Fatsa’nın hangi ilin ilçesi olduğunu bilemeyince, taban ödüllerden birinde, sanırım 500 milyonda kalmıştı.

Adamın ‘talihsizliği’ dillere destan ya, beni bir evham almıştı. Zaten Allah vurmuş, şimdi yıllardır amansız bir sol neferi, Türkiye’nin en bi’ gönülden bağlı sosyal demokratı olan Fatsalı Kadir İnanır da sinirlenir mi; gidip adamı yer misin yemez misin diye bir temiz döver mi diye bayağı bir endişelenmiştim.

Göknel’e dair son haberi Gülden Aydın imzasıyla okuduk: Göknel, 89-94 yıllarını, zamanın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Nurettin Sözen’in dönemini ve yolsuzlukları anlatttığı Başarısız Başarı/ Bir İstanbul Macerası adlı kitabını yayınlayan Truva Yayınları tarafından fena hálde oyuna getirildi..

Truva Yayınları yöneticisi Sami Çelik, altı ay önce kitabın promosyon işlerini her iki tarafın da haberi olmadan, Göknel’in hayatını söndüren eski eş Nurdan Erbuğ’un sahibi olduğu DES Tanıtım’a verince, kıyamet koptu.

Göknel, hiddetle dile gelip, Nurdan’dan da Feray’dan da bıktığını, kitabının tanıtımını da kendi üstleneceğini söyledi.

Şimdilerde enteresan bir PR şov izlemeye hazırlanıyoruz tahminim. Trajikomik gelişmelere gebe...

Vermeyince mabud, neylesin Göknel modelinde...
Yazının Devamını Oku

Kih-kah-koh ve ilahi-hi-hi-hi

28 Ağustos 2005
Memleket, geçtiğimiz hafta tabiri caizse uçkurunun derdindeydi. Teşbihte hata olmaz, gündem kısmetten çıktı mı uçkur dokuz yerden çözülürmüş; o hesap... Cuma günü bizim gazetedeki bir haber, bir önceki gün yayınlanan bir gazete ilanına açıklık kazandırıyordu.

‘Merhaba özlemesi en güzel insan’ diye başlayan ve nedamet cümleleriyle devam eden ilan, evlilik teklifiyle son buluyordu. Mesele, dediğimiz gibi, cuma günü açıklığa kavuştu. 30 yaşındaki Malatyalı işadamı Murat Kadıoğlu’nun, eski sevgilisi 2001 Star Güzellik Yarışması dördüncüsü Ece İncedursun’a ‘son sesleniş’iymiş meğer.

Kadıoğlu, İncedursun’u ‘tanımadan önce’ çapkın biri olduğunu itiraf ediyormuş. İncekara’yla birlikteyken de küçük tefek birkaç kaçamağında ebelenmiş olsa gerek ki yine kendi ifadesiyle ‘şimdi hatalarının bedelini ödüyormuş.’

Daha önceleri ‘İstanbul gece áleminin uslanmaz çocuğuyken’ şimdilerde ‘gözü Ece’den başka kimseyi görmüyormuş.’

Gelin görün ki ilandan sonra da Ece Hanım’dan ses seda çıkmamış. Dolayısıyla radyolarımız, Malatya eşrafından Murat Kadıoğlu için çalıyor: ‘Geç uslanmak neye yarar? / Her şeyin bedeli var / Olmadı yar...’

Bunun yanında, mesleki kariyeri şöyle dursun, ‘özel kariyerinde’ en sık canlandırdığı rol olan ‘üç maymun’ ile bir kez daha (Nerede okudum tam hatırlamıyorum ama birileri oturup saymış, bu galiba kamuoyuna mal olan beşinci vakaymış.) gündeme gelen Hülya Avşar ve ismi bu kez ‘aile dostu’ Feraye Tanyolaç ile anılan Kaya Çilingiroğlu var.

Magazin sitelerinde, ‘Hülya Avşar bu kez ne yapsın?’ anketleri... Ve en çok ‘Aile kurumunun ve çocuğunun selámeti açısından boşanmasın ama kocasını da affetmesin, evini ayırsın’ seçeneğini tıklayarak, kafa karışıklığını, daha dangalak bir ifadeyle dile getirecek olursak, sahtekárlığını sergileyen anketperver halkımız...

Bir yanda ‘Bu bizim iç meselemizdir, bizi rahat bırakın’ diye isyanlara gelen Hülya Avşar... Bir yanda ‘Kendini koca ihaneti ombudsmanı ilán ederken, bu meseleyi espri malzemesi olarak şov programında diline dolarken öyle demiyordun ama? Şimdi öyle mi olduk?’ cephesi...

Sonracığıma, yarın bir gün hava durumu spikeri bile olsa, mevzuu döndürüp dolaştırıp bel altında bir yerlere bağlayabileceğinden emin olduğumuz Erman Toroğlu’nun Malatya maçında hat trick yapan Ümit Karan’a sorduğu o şakacı soruyu mümkünatı yok, atlayamayız: ‘Ümit yarın evlenecek yahu. Bütün golleri bugün attı, yarına atacak golü kaldı mı?’

Ben kendilerine yönelik tüm ‘Hö?!’lerimi ‘Pesss!’lerimi ve benzeri nidalarımı tüketmiş olduğum için bu dáhiyane esprimsi karşısında kih-kah-koh ve ilahi-hi-hi-hi diyorum, başka bir şey diyemiyorum.

ÇOK SICAK, BİR DUŞ ALIN

Bir de tabii yabancı uyruklu kadınlarla duş almak suretiyle ‘komploya kurban giden’ Gaziantep Emniyet Müdür Yardımcısı Mazlum Kırmızı var ki ‘Siz bizi güldürdünüz, ileride nice başka yabancı uyruklu ablalar da sizi güldürsün’ dileğinde bulunmak isteriz....

Murat Demirel’in ülkeden deniz yoluyla firar etmeye çalışırken yakalanıp, ‘Biz aslında depresyon haplarımızı da yanımıza almış yılbaşı kutlaması yapıyorduk, valla billa dönecektik’ beyanatından beri böyle güldüğümü hatırlamıyorum.

Neymiş? Mazlum Bey, esasında bir arkadaşına yemeğe gitmiş, orada kendisine çok sıcak olduğu için duş alması teklif edilmiş... Evdeki hanımefendiler de herhálde ‘Hızlandırılmış Türk misafirperverliği eğitim kursu’na yazılmış master öğrencileri oldukları için Mazlum Bey’in sırtını keselemek ve dudaklarını dudaklarıyla çitilemek amacıyla kendisine katılmışlar.

Kötü kader, neylersiniz... Etraf eli kamera tutan komplocudan geçilmeyince, en masum ziyaret bile adamın şekerini düşürüp erken emekli edebiliyor. (Evet efendim, ben Sayın Emniyet Müdür Yardımcısı’nın komploya kurban gittiğine inanıyorum. En azından inanmış gibi yapacağım. Zira beyefendi ismen tekinsiz, tırsıyorum. Biliyorsunuz, Mazlum’un ahını almamak lázım, sonra aheste aheste çıkar mıkar... N’olur n’olmaz yani...)

BÜLENT ERSOY’UN BOMBASI

Son olarak, elbette manşetlere, sürmanşetlere doyamayan malûm meselemiz var ki hem geçmişle alákası hem de çene yorması bakımından taze atlattığımız Vahdettin vak’asıyla karşılaştırmakta beis yoktur sanırım.

Tabii ki Bülent Ersoy’un gündeme düşürdüğü bombadan bahsediyorum.

Şahsen Deniz Baykal’dan günahım kadar hazzetmememe rağmen, bu hadisede onun tarafını tuttuğumu, zira başına gelenlerden dolayı sevinen; ‘Allah’ın sopası yok ama Bülent Ersoy’un var’ şeklinde dile gelen kimi şahsiyetlerin coşkun sevincine daha az tahammülüm olduğunu belirtip konunun siyasi ayağından affımı istirham ediyorum.

Beni bir hafta boyunca, Bülent Ersoy’un ‘ex organı’na yapılan göndermeler daha çok ilgilendiriyor. Bunun geçtiğimiz hafta uçkur davalarından kafamızı kaldırmamamış olmamızdan kaynaklanan hormonlu bir algıda seçicilik sendromu olduğunu da hiç zannetmiyorum...

Diyeceksiniz ki bu tamamen siyasi bir sorundur, uçkur meselesiyle ne alákası var?

Ben de ‘Hadi ya?’ diyeceğim.

Tamamen farazi konuşuyorum, zira bunu kanıtlamanın imkánı yok ama meselá rahmetli Cem Karaca’nın, o dönem memlekete dönebilmesini, sahneye çıkabilmesini sağlamak için, o sıralarda avukatlık yapan bir siyasi parti başkanının kendisinden bilmem kaç milyon istediğini söylemesi hálinde konunun böylesine iştahla çiğnenmeyeceğinden, adım gibi eminim.

Huzurlarınızdan ayrılırken, geçtiğimiz hafta İslám’da Seks kapağıyla piyasaya sürülen Tempo’nun 120.033 tirajla, rakip iki haftalık dergi, Haftalık ve Aktüel’in toplam satışını geçtiğini, hem kendi çapında hem de Türkiye çapında bir rekor kırmış olduğunu belirtmeyi borç bilirim.

Gazeteciliğe başlarken ilk başta belletilen şeylerden biridir zaten: Seks, satar...

Satmasına en ufak bir itirazımız da yoktur, olamaz ama... Bizde cinselliğe, ihanete, aşka ve saireye dair her pakete promosyon babında bir de kakofonik namus ayağı ekleniyor ya, işte o kısım kanıma dokunuyor.

Ne alákası mı var?

Haklısınız, yukarıda sıralanmış hadiselerde öyle o kadar da namus geyiğine sardırılmadı. Ama genel itibarıyla öyledir yani, yalan mı?

Hadi o reklam sloganındaki gibi ifade edelim o zaman: Hiç aklımdan çıkmıyor ki...

Bizi gidi sahtekárlar...
Yazının Devamını Oku

Yeni bir Kylie modeli daha

27 Ağustos 2005
Televizyonda Bengü’nün 2000 tarihli Hoş geldin’den dört yıl sonra piyasaya düşen ikinci albümü Bağlasan Durmam’ın çıkış şarkısı olan Korkumdan Ağladım’ın Böcek Yapım tarafından çekilmiş klibi dönüyor. Albümün, Türk popunun aranjman dönemlerini hatırlatan, pek ‘kozmopolitan’ (!) bir içeriği var bildiğiniz gibi: İçinde üzerine Türkçe söz yazılmış bir Yunan, bir Azeri, bir de Mısır bestesi bulunuyor.

Nitekim Korkumdan Ağladım da Yunan Nikos Karvelas’ın bestesine Serdar Ortaç tarafından Türkçe söz yazılmış bir şarkı:

‘Korkumdan ağladım / Sabahladım / Gelmedim üstüne / Şimdi mahvettiğin günlerin / Acısını taşıyorum / Kendime acıyorum / Böyle kötü kader istemiyorum...’

Bebek yüzlü Bengü, terk eden sevgilinin ardından sitemlerini sunduğu pek sade klipte, baygınlık geçirdiği, banyonun aynasının karşısında bunalım geçirdiği ve klozete çöküp kustuğu, pardon, affedersiniz, istifrağ ettiği sahneleri (Bunun nesi sade diye soracak olursanız, bu sahneler vallahi klibin çok kısa bir bölümünü kaplıyor) saymazsanız, edepli bir seksapel arz eden görünümüyle şarkısını söylüyor.

Liseden bir arkadaşımla televizyonun karşısında senkronize bir şekilde karnımızı kaşıyıp esnemekteyiz. Bir burnumuzda mandallarımız eksik; öylesine ‘olimpik’ bir uyum içersindeyiz...

Uyandığı andan beri muhtemelen bininci kükrercesine esneyişinin ardından ağzını zar zor toparlayıp; ‘Ya, sen bu kızla tanışıyor musun?’ diye soruyor.

Bu soruyu sorduğu sırada, ekranda Bengü’nün klozetin başına çöktüğü sahne var.

Yarı açık göz kapaklarımın arasından yan yan ve mümkün olduğunca ters bakıyorum: ‘Bütün gece karıştıra karıştıra bir hál olduğu içkileri çıkarıp duran ben değildim bebeğim. İstersen kim olduğunu hatırlatıp seni mahcup etmeyeyim? Bir istifrağ kardeşliğinden bahsedeceksek, sizin ikinizin tanışıyor olma ihtimaliniz daha yüksek.’

Yine kükrüyor. Fakat bu kez esniyor mu gülüyor mu tam olarak anlaşılmıyor: ‘Ondan değil salak!’ diyor; ‘Bizim okuldan mezunmuş bu kız. Ben hatırlamıyorum, sen hatırlıyor musun diye?..’

‘Yooo’ diyorum; ‘Gülşen’i ne kadar tanıyorsam, onu da o kadar tanıyor gibiyim.’

Sonradan öğreniyoruz ki, daha doğrusu kliptoman için yaptığım deriiin araştırma neticesinde öğreniyorum ki Bengü, Özel İzmir Amerikan Lisesi’nden, yani ACI’dan mezunmuş hakikaten.

Gelin görün ki ’79 doğumlu. ‘Küçük sınıflar büyük sınıfları tanır, büyük sınıflar küçük sınıfları tanımaz’ kaidesinin de ötesinde, bizim mezun olduğumuz sene o okula yeni başlamış yani...

Biyografisine bakacak olursak, müzikal çalışmaları ilkokul yıllarında Devlet Senfoni Orkestrası ile başlamış. İzmir’de Oliver Twist müzikalinde başrol oynamış ve bu sayede tanıştığı İzmir Devlet Konservatuvarı Genel Müdürü Müfit Bayrasa’dan bir yıl boyunca şan dersleri almış.

‘96’da, Bayrasa’nın bir bestesiyle katıldığı, MÜYAP ve Show TV tarafından organize edilen Pop Show’da ikinci olmuş. Bu sayede yarışmanın jürisinde görev alan Kenan Doğulu ile tanışmış. Doğulu’nun albüm teklifi üzerine de hem üniversite tahsili için (Marmara Üniversitesi İşletme Bölümü) hem de müzikal kariyer yapmak için İstanbul’a taşınmış.

Ki, yine bu yıllara tekabül eden, Kenan Doğulu’nun vokalistliğini yaptığı yıllar, bizim de simasına aşina olmaya başladığımız yıllar...

‘İlk zamanlar biraz da küçük olduğum için biraz daha duygusaldım. İlk albümde ‘çiçekler, böcekler ve canım aşkım’ diyen bir Bengü vardır. Şimdi sesi ve duygularıyla oturmuş bir Bengü var.’

İkinci albümü için böyle diyor Bengü. Kendisini şu-bu-o’ya değil de Gülşen’e benzetiyor olmam da bu değişimden kaynaklanıyor olsa gerek... ‘Gülşen kadar seksi olamayacağına’ dair verdiği beyanatlardan...

Nasıl ki Gülşen, ilk olarak pijamalı delikanlı kız imajıyla piyasaya girdi ve sonradan yerli Kylie Minogue olarak anılmaya başladıysa, Bengü de yine edepli iyi aile kızı imajıyla genç yaşında camiaya karışıp, sonradan; Kylie’sel bir evrime niyetlenmiş görünen isimlerden.

‘Kylie modeli’ diye bir şey var biliyorsunuz: Çocuk yaşta Avustralya’nın ünlü televizyon dizilerinden birinde mahallenin cici kızını canlandıran Kylie, ilerleyen yıllarda, uzun yıllar birlikte olduğu INXS’in müteveffa solisti Michael Hutchens’ın tavsiyeleriyle seksapelini kullanmaya karar vermişti.

Gerisi malûm- tarih: Son yılların en büyük pop ilahelerinden biri.

Yanılıyor olabiliriz ama işte, Bengü’nün de bu yola baş koyduğunu tahmin ediyoruz.

Tuttu mu sıkı tuttuğu garanti bir model ne de olsa; hamur tutar mı, bakın onu bilemiyoruz...

Mahallenin namus tellalı abisi değil, kendilerinin okul ablası olduğumuz için, kendi adımıza bol şans diliyoruz. (Bu da Pop Star jürisi ağzı oldu ya, neyse...)

Daha da büyüyünce, Kylie olduğunu da görürüz inşallah...
Yazının Devamını Oku

Bıktık şu insanlardan

26 Ağustos 2005
Deniz kenarında iki kedinin birbirinin etrafında ateş dansı yaparcasına ‘cilveleşmesini’ izliyorum. Şu kedilerin sevişme ayinleri, insanoğlunun savaşmasından daha vahşi bir görüntü arz ediyor.

Hele ki çıkardıkları o sesler; sanırsın yakınlarda bir yerlerde bir tenor gırtlaklanıyor...

Gelin görün ki terbiyesizce dikizlediğim bu erotik film, sonradan bir komedi-aksiyona dönüşüyor. Zira filmin kahramanı iki kedi, muhteşem eklem yapısı, sinir sistemi, müdanasız tabiatı, sağlam kişiliği ve ‘doğal’ zekásıyla, álemin en etkileyici türlerinden olan Felidae familyasının muhtemelen en salak iki elemanı...

Dişi olduğunu tahmin ettiğim sarman, ani bir hamleyle tekirden sıyırayım derken, dalgakırandan denize uçuyor. ‘Ammannnn!’ demeye kalmadan, diğeri, yani azgın tekir de peşi sıra!

Çok şükür ki ‘Denize kedi düştüüü!’ şeklindeki yardım çağrıları, yüzmekte olan kahraman bir delikanlının elemanları tuttuğu gibi gerisin geriye, kıyıya fırlatmasıyla yanıt buluyor.

Tahmin edersiniz ki ‘şöyle ağız tadıyla bir sevişeyim’ niyeti, sıçan gibi ıslanmakla nihayet bulan ikili, libidoları dibe vurmuş bir şekilde, birbirlerinin taban tabana zıt yönüne doğru fırlamak suretiyle gözden kayboluyor.

‘Çüş artık!’ diyorum; ‘Kediler de mi? Kediler bile mi!!!’

Ben hafiften tırsmaya başladım. Memleketin hayvanat áleminde acayip şeyler oluyor.

Küçük bir haberdi, belki kaçırmışsınızdır:

Geçen hafta, kendini uçurumdan atmak, nehir akıntısına katmak suretiyle telef eden yüzlerce koyuna özenmiş olsalar gerek, bu kez de Hakkari’nin Durankaya Beldesi’nin Biçenek Mahallesi kırsal alanında otlatılmaya götürülen yedi dana, peş peşe kayalıklardan atladı ve telef oldu.

Yusuf, Yakup, Ömer Çiftçi ile Salih Can’a ait danalar, çoban tarafından Kırmızı Mağara mevkiinde otlatılmaya götürülmüş. Çobanın bir süre yalnız bıraktığı yedi dana, kayalık kesime tırmanmış ve 15 metrelik yükseklikten aşağıya teker teker atlamış.

Hayvan sahipleri; ‘Van ve Bitlis’te koyunların toplu intiharını televizyonlardan seyredip gülüp geçmiştik. Şimdi bizim başımıza geldi. Ne oluyor bu hayvanlara anlamadık’ demişler.

Geçen gün Burak’la gece-gündüz, dur-durak bilmeden carlayan cırcır böcekleri üzerine laflıyoruz.

‘Abi bunların arasında ‘Biraz yavaş carlayın, çocuk uyuyor’ muhabbeti hiç dönmüyor mudur?’ diye sordum.

‘Bence’ dedi, ‘Ağaçlardan insanlara bakıp, ‘Yüzyıllardır beyinlerini üttük, hálá defolup bir yerlere gittikleri yok. Üstelik bir de bu asil çabamızı romantik buluyor dingiller’ diye bir muhabbet dönüyordur. Belki yakında onlar da topluca intihar ederler.’

Olabilir valla.

Bildiğiniz gibi, şimdilerde de AB’ye uyum amacıyla(!) Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın hazırladığı yeni Gıda Kodeksi’ne göre, atın ‘kasaplık’ hayvan sınıfına alınması ve kasaplarda at etinin satışının serbest bırakılması söz konusu.

Allah korusun, yakınlarda Bakanlığın önünde birbirlerinin bacaklarını kıran ve ‘Vurun da kurtulalım nankör insanlar!’ şeklinde haykırarak kişneyen atların koyduğu bir toplu intihar eylemi görür müyüz dersiniz?

Görürsek yüzümüz biraz olsun kızarır mı dersiniz?
Yazının Devamını Oku