2 Ekim 2005
Günlerdir gazetelerde ‘N’olacak bu İstanbul trafiğinin háli?’ haberleri... Bunu tabii daha geniş bir çerçevede, ‘N’olucak bu İstanbul’un háli?’ klişesiyle ele almak da mümkün. Oradan kaptırdınız mı, en kestirmesinden ‘N’olucak bu memleketin háli?’ne bir-iki...
Bakın işte bu konunun trafiği hiç tıkanmaz.
Al bir n’olacak, ekleştir kıçına ne istiyorsan, tak vitesi, bas gaza, sür, git...
Ha, bir yere varır mısınız; varmazsınız, ayrı...
Ben Sabah’ın Medya Plaza binasında çalışmaya başladığımda, yani 1993’ün Şubat’ında, şehirden İkitelli’ye ulaşana dek bir, bilemediniz birkaç bina ya görürdünüz, ya görmezdiniz.
O aradaki bölgede, 12 sene içinde, sıvasız, badanasız, damsız binalardan oluşan koskoca bir ikinci şehir inşa oldu. Korkunç çirkin bir şehir...
Takdir edersiniz ki 12 yıl, ‘Bütün buralar dutluktu biliyor musun?’ muhabbeti çevirebilmek için akıllara seza bir süreç...
NE ŞİRİN NE FERAH NE DE ÖRNEK YERLER
N’olacakmış bu memleketin háli?..
Siyasilerimizin, seçim dönemlerinde, ellerinde bir pişimlik kahve, ceplerinde bol vaatle, ‘Bize oy verirseniz kaçak olduğu kadar sıcak yuvanıza ruhsat da çıkaracağız, yol da yapacağız, su da bağlayacağız, elektrik de...’ şeklinde bir muhabbetle ziyaret ettiği yerler buralar...
Nedense isminin içinden bol bol ‘şirin, ferah, örnek’ gibi kelimelerin geçtiği fakat ne şirin ne ferah ne de örnek olabilecek yerler...
Sonra sorun çıktığında yetkili merci ara ki bulasın. Belediyeler devlete atar topu, devlet belediyelere...
Aaah, bunlardaki top çevirme becerisi Galatasaray’da olsaydı da hayat bayram olsaydı...
Harbiden, n’olacak bu memleketin háli?
Yine de sıkınız dişinizi, bakınız Ramazan geliyor.
Ramazan’da iftar saati trafiğini atlatmak üzere bir formül geliştirdiniz mi, en az bir ay boyunca trafikten yırttınız demektir.
Ramazan hoşgörü ayı hem, malûm...
İnsanlar birbirine yol verecek, otobüste-minibüste giderken birbirine yer verecek... Diye kaptırıp gidecektim ki...
CENTİLMENİN SİLAHIMİNÜBÜSTE KONUŞTU
Geçen hafta gazetelerde yer alan bir haber geldi aklıma; bir an için tırstım, ne yalan söyleyeyim.
Kaçıranlar için: Topkapı-Avcılar hattında çalışan bir minibüste yaşanan bir centilmenlik şovu, fena hálde kanlı neticelendi.
Yolculardan biri, minibüste oturmakta olan İlhami Kerman’ı ayakta duran bir kadına yer vermesi için uyardı. Bunun üzerine küçük çaplı bir tartışma çıktı ve bizim zarif beyefendi, üzerindeki 7.65 mm’lik tabancayı çıkarıp Kerman’a iki el ateş etti.
İnsan oha olsun, çüş olsun, ne diyeceğini bilemiyor, değil mi... Nerde eski centilmenler, nerde bu hoşgörü, nerde bu devlet, değil mi...
Sonracığıma, bir de Gaziantep’te olanlar var ki direklerarası çeşnili ‘Nerde o eski Ramazanlar’ muhabbetine meraklı olanların hayatına bayağı renk getirebilir.
GAZİANTEP’İN POLİSLE ÇATIŞAN İBİŞİ, CÜCESİ
Yine duymayanlar için: Gaziantep’te Ramazan eğlencelerinde kendilerine görev verilmemesini protesto eden palyaço, cüce, ibiş gibi karakterleri canlandıran bir grup, polisle çatıştı. Hem de kostümleriyle mostümleriyle yani...
Gaziantep Büyükşehir Belediyesi, eğlenceleri İstanbul’daki bir firmaya ihale edince, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ödenekli oyuncusu olan Gaziantepliler, belediye binasının önünde eylem koydu. Ellerinde; ‘Ramazan geldi hoş geldi, ama bize boş geldi’ pankartlarıyla slogan atarak...
İbişin kafasında fesi, yanağında al yanak makyajı ve kaytan bıyıklarıyla polise giriştiğini etraftan gören çocukların kafası bir miktar karışmıştır tahminimiz.
Nerde o eski İbişler, Keloğlan’lar, palyaçolar, değil mi...
Neydi?..
Ha, şeydi: N’olacaktı bu memleketin háli...
Peki şimdilerde hiç mi iyi bir şey yok yani? Bakınız, daha önce Şişli Belediyesi’nin teklifiyle temizlik işçilerine çöp kovaları, süpürgeler ve küreklerle ritim tutturan Okay Temiz, şimdi de Bayrampaşalı Ramazan davulcularını eğitiyor.
Sahurda davul çalmak için başvuran 30 davulcu, vatandaşı kafasında bangır bas kampana çalarak değil, ritim tutturarak uyandırsın diye...
Temiz’in öğrencilerinden Ümit Koçalan; ‘Okay Usta’dan ders almadan önce sıradan bir davulcu olarak düğünlerde çalıyordum. Ama bu derslerden sonra artık farklı düşüncelerim var. Kendimi geliştirip ünlü bir davulcu olmak ve ülkemi yurt dışında en iyi şekilde temsil etmek istiyorum’ demiş.
Elbette iyiniyetli bir ameldir de...
Biraz da şu yurt içi temsiller üzerine kafa yorsak diyordum. Ele güne karşı Boğaz manzaralı kartpostallar gösterip ‘Doğal güzelliklerimiz gani. Ayrıca iki gözümüz önümüze aksın ki biz demokrat bir hukuk devletiyiz. Refahımız da her geçen gün daha bir tıkırında’ demekle kimse kandırılamıyor malûm.
Kaldı ki hadi onlar -yemiyor ya- yedi diyelim.
‘İstanbul hiç böylesine cennetlik bir mekán olmamıştı’ tabelaları astığınızda trafik çözülmediği gibi, aç İbiş de oynamıyor.
Eee, ne yani?..
Bu ülkede modası geçmeyen yegáne soru, yemin ederim. Aynı anda hem moda, hem demode, hem retro, hem her bi’şey... Sor soruyu, bu konuda bir şey yapma, arada bir de o geyik ötesi soruyu dillendirmiş olmanın verdiği tatmin duygusunun rehavetiyle rahatla... Hayatın özeti gibi: N’olcak bu memleketin háli?!?
Bişi olmuycak abi... Bize bişi olmaaaz.
Bakınız bu daha pornografik
Buyrun burdan yakın: Gamze Özçelik’in başına gelenlerden ağzının sulandığını tahmin ettiğimiz, Asuman Krause’nin eski sevgilisi Yaşar İpek’ten sokak ortasında yediği dayağı gizlice kaydetme şansına nail olmuş bir vatandaş, elindeki görüntüler için medya organlarından 5 milyar TL talep etmiş.
Şehvetiniz kabarmadı mı?
Bakınız bu daha pornografik. Bir şöhret sevgilisinden dayak yiyor.
İzleyince siz atmış kadar olursunuz artık. Sonra gider, aynı pozisyonları evinizde eşiniz üzerinde denersiniz.
Ben yakında bir şöhretimizin dövüle dövüle tecavüze uğradığı bir kaset de çıkar diye tahmin ediyorum. Üstüne üstlük tecavüzden sonra bir de öldürülürse, yemeyin de yanında yatın. Hoş olur... Leziz olur...
Torunlara saklanacak derecede değerli arşivimize katarız.
Yalnız, sektöre dair küçük tefek endişelerim var. Raiç düşüyor diye üzülüyorum.
Şunlara da bandrol takılsa, telif haklarıyla ilgili bir düzenleme uygulansa...
Şimdi kimse bu elemana para vermeyecek. Sonra o görüntüler beleşe internete düşecek. Yazıktır, günahtır yani...
Bu konuda eli kamera, kameralı cep telefonu tutan herkesi duyarlı olmaya, hakkını aramaya çağırıyorum.
Bakın yarın bir gün bir şöhretimizin şahane sakil bir görüntüsünü yakalarsınız; ne bileyim tuvalette ağlıyordur, bir köşede kan revan içinde kusuyordur filan; vallahi üç kuruşa kakalayamazsınız. Bilinçleniniz. Hakkınızı arayınız.
Yazının Devamını Oku 2 Ekim 2005
Günlerdir gazetelerde ‘N’olacak bu İstanbul trafiğinin háli?’ haberleri... Bunu tabii daha geniş bir çerçevede, ‘N’olucak bu İstanbul’un háli?’ klişesiyle ele almak da mümkün.
Yazının Devamını Oku 1 Ekim 2005
Sabahtan beri müzik kanalları arasında zaplıyorum. Sabahtan beri derken de abartmıyorum... Bir haftaya yakındır veli stepneliğine soyunduğum yeğenim 07.45’te servise binmek için evden çıkarken TV’de müzik kanalı açıktı. Çocuk akşamüstü saatlerinde okuldan döndü ve beni aynen bıraktığı şekilde buldu.
Korkarım büyüyünce bana benzemek istemesinde, benim bu gibi hallerime şahit olmasının büyük oranda payı var. Zannediyor ki büyüyünce bütün gün müzik kanallarının karşısında elinde kumandayla takılmak gibi bir meslek dalı var. Üstelik bu ona, yaşı henüz 11 olduğu için gayet de eğlenceli geliyor. Çocuk çile doldurduğumu nerden bilsin?!
Neyse ya, büyüyünce bir daha konuşuruz... Bazı şeyleri zamana bırakmalı...
Günü gelince, ‘Aaa, ne şanslısın; sen bütün gün müzik klibi mi seyrettin?’ şeklindeki haset içeren sorusunu niçin ‘Evet bebeğim, tam da o yüzden ağlamak istiyorum’ diye yanıtladığımı anlar...
Söylemiştim değil mi? Sabahtan beri müzik kanallarının arasında zaplıyorum.
Sagopa Kajmer’in klibini yakalayabilmek gibi bir arzum vardı, ki geçtiğimiz haftanın belli saatlerini ve bugünün tamamını bu gaye peşinde nafile hacamat etmiş durumdayım. Pes etmiş değilim fakat... Haftaya inşallah...
Onu izleyebilme ümidiyle zaplar dururken şaşırmayacağınız üzre, sürü sepet klibi, bir daha, bir daha, bir daha izledim. Farklı şarkıcıların birbirine benzer şarkılarını, aynı şarkıcının birbirine benzeyen farklı şarkılarını, farklı VJ’lerin benzer geyikleri eşliğinde bir daha, bir daha, bir daha... Tekrar tekrar, tekrar...
Hál böyle olunca, insan mevzua daha sofistike (!) bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Gelsin kombinasyonlar, gitsin korelasyonlar...
Yüksek müsaadenizle, bu hafta klip álemi, kuşbakışıyla huzurlarınızda...
BİRİNDE DEKOLTE GANİ GANİ, ÖBÜRÜ YİNE BİKİNİYLE...
Gözümüz aydın, mankenden devşirme şarkıcılar kervanına (!) yeni bir isim ekleniyor. Yeni derken, kendilerinin daha önce Adrenalin isimli grup ‘proce’sinde yer almışlığı, yer almakla birlikte boyunun ölçüsünü almışlığı da bulunuyor.
Evvet, bildiniz; mankenliğe gözyaşlarıyla suladığı bir jübileyle -kendi ifadesiyle ‘kavuğunu Ece Gürsel’e bırakarak’- veda eden ve bundan böyle şansını solo şarkıcılıkta deneyeceğini söyleyen Gizem Özdilli’den bahsediyoruz.
Ebru Destan’ın beş bin adet bile satmamış albümüne yeni bir klip daha çekmiş olmasından (Şarkı: Bir Sağa Bir Sola... Yorum: Ne siz sorun, ne ben söyleyeyim) güç almış olsa gerek...
Var ya, bunlardaki yenilen pehlivan azmi kimi has müzisyenlerde olsa, şimdiye bırakın kulak ve ruh sağlığımızı, memleket kurtulmuştu.
Aman neyse ya... ‘Kendileri bilir, demek ki parasını sokağa atmaya gönüllü yapımcı buldular’ diyor, repertuarının selameti açısından naçizane, küçük bir öneride bulunduktan sonra konudan sessizce uzuyorum:
Bu aralar Hilal Cebeci, dekoltesi gani kıyafetiyle sultan sefaları sürdüğü bir klipte, eskilerin klasiği Azize’yi; Pop Star’la meşhur olmuş Firdevs ise, yine bikinileriyle, Azeri klasiği Sen Gelmez Oldun’u söylüyor.
Her iki eski şarkı da huzura, melodi ve ancak iman gücüyle duyulabilen vokal üzerine döşenmiş cıstak düzenlemeler eşliğinde geliyor.
İşte diyoruz ki Gizem Özdilli de albümüne, yine eski bir klasik olan ‘Gülizar’ı alsın.
Kendilerinin hazin aşk hayatını yıllardır magazin programlarında izler dururuz malûm.
‘Kıskanmakta haksız mıyım Gülizar? / Bu sevdada bahtsız mıyım Gülizar?’ sözleri, cıstak model, Gizem Hanım’a yakışır mı yakışır...
TOPUKLUYLA YÜRÜYEMİYORLAR YA, PEK SEVİNDİM
Power TV’de Hepsi grubunun Her Şeye Rağmen şarkısına çekilen klibin kamera arkası görüntüleri yayınlanıyor.
Bir süredir, -yeğenim ve arkadaşları sağ olsun!- 10 küsur yaşlarındaki kızların Hepsi için nasıl saçını başını yolduğunu müşahede etme şansına (!) sahibim. Hepsinin anket defterlerinde, en sevilen şarkıcı ve grup hanesinde: Hepsi... Kızların hepsi, Hepsi olma sevdasında... Onların dans figürlerini birebir attırmacasına...
Klip, bildiğiniz üzre, bir nev’i Ayşegül serisi. Grubun elemanlarını farklı faaliyetlerde izliyoruz.
Nasıl ki Ayşegül Küçük Anne, Ayşegül Tatilde, Ayşegül Okulda filan vardı. Burada da bölüm bölüm aynı hikáye: Hepsi Tatilde, Hepsi Çölde Dans Ediyor, Hepsi podyumda...
Hepsi üyelerinin, mankenleri canlandırdıkları podyum sahnesinde, topuklu ayakkabı üzerinde yürümekte zorlandıklarını görüyoruz. (Bunu kendi ağızlarıyla da söylüyorlar.) Niyeyse, sevinir gibi oluyoruz.
Klibin yönetmeni Süleyman Yüksel, çekim sırasında poz veren kızlara; ‘Şımarıklığı abartmayalım!’ diye komut veriyor.
Şımarıklığın abartılmaması gerektiğini düşünen bir yönetmen var diye sevinçten coşma kıvamına geliyoruz. (Amirlerime özel not: Bu klip yazıları zaten olmayan ruh sağlığımla oynuyor!)
SUŞİ SEVER STARLARIMIZ
Yarın uyandığımda bir mucize gerçekleşmiş olsa: Bir anda müzik piyasasında starlığa göz dikmiş billur sesli bir hanımefendi sanatçı olarak uyansam...
Yine de: Hiç şansım olmaz. Zira -biliyorum çok utanç verici bir durum (!)- denizden babam çıksa yerim ama maalesef suşi sevmiyorum.
Ne aláka mı?..
Efen’im yine Power TV’de starlarımızın bir günlerini anlatan bir program var. İşte orda Sertab Erener’in bir gününü izliyoruz; öğle yemeğinde sofraya ilahi bir lezzet olarak suşi geliyor. Bengü’yü izliyoruz; haydaaa, öğle yemeğinde yine huşu içinde suşi götürülüyor.
Bu da bizi, Korhan’ın Yaz Beni isimli şarkısına, yine Süleyman Yüksel yönetiminde çekilmiş, niyeyse pek geyşalı ve japone temalı (!) klibe getiriyor. Programda popçular, dinleyicilerin sorduğu sorulara yanıt veriyorlar. Bir dinleyici, klipte neden geyşa kullanıldığını sormuş. Korhan, bu fikrin yönetmen Süleyman Yüksel’e ait olduğunu, plajda bikinili kızların kullanıldığı bir klip çekmektense böyle değişik bir şey yapmayı daha akla yakın bulduklarını anlatıyor.
Öyle yani, klasiklerden gideceksek plaj ve bikini, orijinalsek, geyşa ve kimono...
Oysa yok öyle bir şey. Hiç olur mu yahu? Suşi, pop aleminin olmazsa olmazı bi’ kerem...
Peee, Süleyman Bey, gerilerden nal, pardon Japon işi topluyor.
TARKAN’A LAF ETMEYELİM
Şimdilerde bir ‘Tarkan bitti... Yok bitmedi, konser verdiği her şehri salladı... Yok, şişmanladı, efemine oldu, valla bitti... Yok, bitmedi, ölüsü bile topunu gömer...’ muhabbeti pek popüler ya...
Bütün bu kakofoni içinde Kuzu Kuzu’nun akustik versiyonuna çekilmiş olan klibe bakıyorum da... O klip var ya o klip...
O Tarkan var ya o Tarkan...
Yazının Devamını Oku 30 Eylül 2005
blam ve eniştem, bir haftalık bir seyahatteler. <B>Annemle babamsa bu aralar belálı bir nakliyat telaşındalar. Dolayısıyla yeğenimi okula gönderip karşılama vazifesi, AB müzakere sürecine rahmet okutacak bir ‘düşün-taşın-çevirip bir daha düşün’ faslının ardından, şahsıma tebliğ edildi.
Edildi edilmesine de... Paranoya, dizi geçtim, gırtlak boyu...
Sanki ben ortamda mevcut değilmişim gibi aralarında konuşuyorlar:
Evdeki çalar saatler kesmezmiş, ‘BU şimdi uyanmaz’mış, birileri de telefon etsinmiş... Bilmem kim benim telefonumdan ararmış, bilmem kim Elif’in telefonunu çaldırırmış... Annem zaten hem evden, hem Elif’in telefonundan, hem de benimkinden arar, mevzuya en sağlamından üç ayrı düğüm atarmış...
Aldı mı beni bir gıcık:
‘Bravo’ dedim; ‘sabahleyin uyanmamız garanti... Tek sorun şu ki bu muhteşem zangoç performansınız neticesinde, yataktan tepemde onca zırıltıyla fırladığım için o hışımla çocuğu bir temiz dövebilirim yani...’
En uçuk tehdidime bile n’olur n’olmaz temkiniyle yaklaşmalarına rağmen, söz konusu Elif olduğu için, verdiğim gözdağını kaale bile almadılar. Beni yüz kızartıcı ‘Hı hı’larla başlarından kışkışlayıp, plan-program yapmaya devam ettiler.
Etki tepki doğuruyor malûm...
Bilinçaltının inatçı dehdehlemesiyle olsa gerek, kendimi bildim bileli ‘sabah insanları’ndan dinlediğim bir ‘masal’ı bizzat yaşıyorum birkaç gündür.
Kaçta yatmış olursam olayım, saatin alarmı çalmadan tam bir dakika önce gözlerim kendiliğinden faltaşı gibi açılıyor.
Üstelik gece saatlerine adapte bünye, güneş batar batmaz kendi temposuna dönüyor. Sabaha karşı uyuyorum... Sonra saat çalmadan bir dakika önce yine...
Acayip bir duygu; jet-lag gibiyim...
Yine de annemin kargalar bile kahvaltı etmeden açtığı telefonu, dinç bir sesle; ‘Ocakta omlet var anne? Çocuk servise gecikecek. Bir şey mi diyecektin, çabuk söyle?’ diyerek cevaplamanın verdiği ‘Hani o ciddiye almadığınız fakir ama onurlu genç kadın vardı ya’ hissiyatıyla, ilk gün bayağı eğlendim.
Annem söz konusuysa, fazla eğlenmemekte fayda vardır.
Zira valide, ikinci gün, çocuk yapma düşüncesine karşı geliştirmiş olduğum en önemli kalelerden birini fethetmiş kumandan tonuna sarmaya başladı ki, bu en hafif tabiriyle HİÇ hoş değil:
‘Gördün mü bak, çocuk gece acıkıp boğulana kadar ağlar, ben uyanamadığım için oyuncak ayısını filan yer, tıkanır kalır, diyordun. Ben sana söylememiş miydim!? İnsan isteyince nasıl da uyanabiliyormuş, değil mi? Ne de olsa kadınlık güdüsü... Her kadın anaçtır. Sen aslında çok iyi bir anne olursun.’
Yukarıda okuduğunuz paragraf, üçüncü gün; ‘Gördün mü bak, ben demiştim, sen iyi anne olursun’ şeklinde bir özete...
Dördüncü günse; ‘Söylemiştim, senden iyi anne olur’ şeklinde bir koda dönüştü.
İki gün ılgın esmeye gelmiyor.
Çeki-düzen alarmları anında çalıyor.
Anlaşıldı. Bana dönüş yolu göründü....
Yazının Devamını Oku 29 Eylül 2005
Hafta değil, aylarla ifade edilebilecek derecede uzun zamandır ilk kez şehre, <B>Çeşme’den İzmir’e </B>inmiş bulunuyorum. Pazartesiden beri de sabahları kalkıp, bizim afacanı, kahvaltısını hazırlayıp okula uğurladıktan sonra (Bu konuya yarın, bilahare döneceğiz efen’im.) kahvemi, sigaramı ve gazetelerimi alıp, tepelik bir balkondan uzun uzun İzmir’e bakıyorum.
Sabahın sekizi bile bulmayan bu saatlerini uyumuş-uyanmış bir gözle görmeyeli ben diyeyim 10, siz deyin 15 yıl oldu...
Rahmetli Ahmet Priştina’nın ruhu şad olsun, yıllardır nafile bir geyik olarak dile getirilen Yeşil İzmir-Mavi Körfez fantezisi, gerçeğe dönüşmüş durumda.
Alsancak Kordon’daki yeşil alanda yürüyüş yapanlar, koşuya çıkanlar, köpeklerini dolaştıranlar, okul servisi bekleyen çocuklar, tiril tiril giyinmiş balık tutan erkek ve kadınlar, gevrek-boyozcular, dükkánlarının önünü fırçalayanlar, faytonlar, gemiler, motorlar, martılar...
Ve en acayibi de manzaranın ‘şık’ bir parçası olarak salınan polisler...
Bisikletli-şortlu polisler, nam-ı diğer Martılar, sahil şeridinde, sanki bisiklet turuna çıkmış sivillerle laflamak için devriyeye çıkmışlar.
Bir de atlı polisler var ki... Üstlerinde çakı gibi abuk bir tabir ama- ‘binici üniformaları’, Kordon boyunca bir o yana, bir bu yana, ben diyeyim tırıs, siz deyin rahvan, bir başkası desin dört nala mekik dokuyorlar...
Ve Allah sizi inandırsın, sanki mevzuat icabıymış gibi bütün polisler, gülüm gülüm gülüyorlar.
Sokağa fırlayıp atlı polislerden birini durdurup, ‘Memur Bey, ben de bir tur binebilir miyim?’ dememek için kendimi zor tuttuğumu fark ettiğimde, bünyeyi yokladım, yok yani, eni konu acayip bir durum...
Nasıl yani? Polislere bakıp, huzur duyuyorum!?!
Geçen hafta Emel’le telefonda konuşuyoruz. O gazetede, ben, malûm...
‘Dedikodu var mı?’ diye soruyorum.
‘Var’ diyor. ‘Benden duymuş olma, senin hakkında...’
Kendimle ilgili, lezbiyen olmamdan tutun da 7000 dolar maaş aldığıma kadar, duyduğumda bayağı eğlendiren pek çok dedikodu gelmiştir kulağıma...
Zaten keyfim yerinde, moralim gıcır; üzerine kahkahalık cilamız da olur hesabına heyecanla sordum:
‘Nedir abi? Hemen öksürülsün!?!’
‘Ilgın olmuşsun, öyle diyorlar.’
Dinime küfretse daha iyi yani... Yayıldığım yerde şöyle bir toparlandım: ‘Ne diyorsun sen be!?’
‘Bilmiyorum valla’ dedi; ‘Sinirlerini aldırmışsın estetikle; öyle diyorlar. Ne bu hálin Pastoral Patates?..’
Ulan var ya... Yarından tezi yok huzurlu olduğumu çaktırmamak adına, bir önlem paketi tasarlamayı planlıyorum.
Yarın son olsun... Öbür gün itibarıyla bildiğiniz bet muhabbetlerde görüşmek ümidiyle, bu kalbiniz kadar beyaz sayfadan cümlenize el sallıyorum.
Rumuz: Ilgın Esen Çılgın Yel (Haklısın Emel’im, hakikaten iğrencim.)
Yazının Devamını Oku 25 Eylül 2005
Geçtiğimiz hafta Kadir Çöpdemir, NTV’de yayınlanan, her programda bir başka konunun sokak röportajları eşliğinde ele alındığı Gerçeğin Ta Kendisi’nde, ‘aileye erken veda’ başlığı altında sorup soruşturmakta... Elinde mikrofon, her zamanki çelebi tavrıyla gençlere, annelere, babalara, ebeveyn evinin terkiyle ilgili sorular yöneltiyor.
İlkokul çağlarındaki kızının elinden tutmuş, 18 yaşında bir de erkek evlat annesi olan, ‘modern’ görünümlü bir kadın, ‘şu andaki sosyal şartlar eskisi gibi olmadığı için’ çocukların evden ayrılma fikrine kesinlikle sıcak bakmadığını, bakmayacağını söylüyor.
N’olur n’olmazmış; hayat şartları eskisi gibi değilmiş, kötülük kol geziyormuş, bunun hırlısı varmış, hırsızı varmış, uyuşturucusu varmış; oğlunun ayrı eve çıkması ihtimálinden korkarmış...
Peki kızı büyüyünce erkek arkadaşıyla birlikte yaşamak istediğini söylerse?
Daha neler tonunda: Yoook, olmazmış, olamazmış...
Kendi tabiriyle halkın sesini duyurmak açısından bir nev’i ‘viyadük’ işlevi gören Çöpdemir, ‘Siz eskiden böyle bir şey yapmayı hiç düşünmüş müydünüz?’ diye soruyor bunun üzerine. Düşünmemiş... Düşünseymiş ne mi olurmuş? Herhálde kıyamet koparmış...
Eskiden böyle bir şey söz konusu bile olamazdı, şimdilerde de zaman kötü...
Öyle mi dersiniz?
Ebeveyn gözüyle baktığınızda, zaman, her zaman kötü olabilir mi?..
Ben tabiri caizse serbest büyüyen bir çocuktum. Ailem, pek çok arkadaşımın ailesinden daha anlayışlıydı. Evde; ‘Evladım, ne yaparsan yap ama bizim gözümüzün önünde yap’ mentalitesi hakimdi. Buna rağmen, tek başıma eve çıkma arzusu bende, neredeyse ilkokul çağlarımdan itibaren takıntı hálindeydi... 18 yaşımda, üniversiteyle birlikte, başka bir şehre, ayrı bir eve taşındım. O günden beri de -aradaki bir sevgiliyle birlikte yaşama denemesi haricinde- yalnız yaşarım.
Çocukken kurduğum yalnız yaşama fantezileri bambaşka bir manzara arz ederdi. Güya, benim kuracağım, anneme dudak ısırtacak düzen gibi bir şey görülmeyecekti. Gelin görün ki ev idaresi konusunda benden daha beceriksiz birini tanımış değilim. 15 sene oldu, hálá faturalarımı topluca, anca hacze macze düşünce, heyula gibi bir ceza refakatinde öderim. Hálá tek başımaysam, yemeği ya dışarıdan söyler ya da çikolata ya da bisküviyle geçiştiririm. Hálá ütüyü beceremediğim için buruşuk kıyafetlerle gezerim.Yanisi, şu 15 sene içinde taşındığım 11 evin bir tekini bile fırından yeni çıkmış kurabiye kokutabilmiş değilim...
Hayat gailesine düştüğüm şu 15 senede saçıma aklar düştü. Ülsere doğru emin adımlarla ilerliyorum. Kimi zaman sokaktan gelen seslerden dolayı korkudan yataktan kalkıp ışıkları yakıyorum.
Allah biliyor ya, çok zaman dudaklarımı çocuk gibi büzüp, gözyaşlarımı içime akıtarak inliyorum: ‘Annemi istiyorum!’
Bununla birlikte, zamanı 15 yıl önceye saracak olsanız, yine de ana-baba evinden topuklarım kıçıma vura vura koşarak uzaklaşacağımı biliyorum.
Kimilerine soracak olursanız, neredeyse deli cesaretiyle yaşayan bir tipim. Ancak bana soracak olursanız, onca zamandır yalnız yaşıyor olmaktan gelen, doğal, kendiliğinden bir temkine sahibim... Hatta abartılı bir tabirle kendimi, uzun bir eğitimden geçmiş, profesyonel bir şehir komandosu bile addedebilirim.
Cansever, Ata’nın kendileriyle birlikte Adana’ya gitmesi için Semra Hanım’a gitmiş, izin almış. 25 yaşında bir adamdan söz ediyoruz.
Gamze Özçelik deseniz, bırakın son zamanlarda verdiği ‘Ben vallahi namusluyum’ beyanatlarını, basında yer alan gelmiş geçmiş hemen tüm röportajlarında geçen bir konu, ailesiyle birlikte yaşıyor oluşu...
Yanlış anlaşılma olmasın: Ben de yarın bir gün, bir köşede, ağzı alkol kokan bir şekilde ölü bulunabilirim.
İnsan dediğiniz karpuz değil ki kıçını koklayıp iyisini kötüsünü ayırt edebilesin: Ben de yarın bir gün yanılıp-güvenip koynuna girdiğim bir eski sevgilinin haysiyetsizliği neticesinde kendi görüntülerimin, iradem haricinde internetteki bir porno sitesinde yayınlandığını görebilirim.
İnsanlık háli... Dünya háli... Yazgı...
Ama insanlık şimdilerde daha kötü değil. Eskiden daha iyi olmadığı gibi... Zaman, hep aynı, kendi seyrinde akan zaman... Her zamanki gibi: İzafi...
Demem o ki, aileyle birlikte yaşamak, insanı olacaklardan korumayabiliyor, koruyamayabiliyor. Hele ki ‘Bizim evin kanunları vardır’ despotluğu, yasak delmeye dair arzudan gayrı hiçbir şey doğurmuyor. İnsanın bir şey yapacağı varsa, onu kapı aralığında tek ayak üstünde de yapıyor.
Zaman, kendi seyrinde akıp giderken, değişmeyen tek bir şey varsa, insanın, özellikle de ebeveynlerin kendini kandırma konusundaki sarsılmaz yeteneği...
‘Saldım çayıra Mevlám kayıra’ şeklinde takılınsın demiyorum. Ama eşeği sağlam kazığa bağladıktan sonra da Allah’a emanet emekten başka şans da yok.
En güzeli, eşeği, eşeğin aklına güvendiğin için eşeğin kendisine emanet etmek...
‘Sağlam’ dediğiniz, doğruyu yanlışı ayırt edebilme yetisi aşılamak olsa gerek...
Yoksa ne kazıklar gördük, fırtına üflemeyegörsün, havada, vızıldayan oklar gibi uçuşuyor...
‘Viyadüğe’ dönecek olursak... Gerçeğin Ta Kendisi’nde yaptığı röportajların arasında kendi düşüncelerini de o dalgacı, bilge üslubuyla ifade eden Kadir -ki o da 18 yaşında üniversite okumak üzere ebeveyn evinden göçenlerden- Çöpdemir’in dediği gibi: ‘Yalnız yaşamanın faydasını gördüm mü gördüm... Ama efen’im, kimse patatesi annem gibi kızartmıyor...’
O yüzde 98’den benim katkımın çıkarılmasını arz ederim
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Fatih Altaylı’nın karşısına geçip ev sohbeti tonunda ondan, bundan, şundan dem vurduğu Teke Tek’te, Türk basın ve medyasının ahvaline de değiniyor. Konu Ata Türk’ün cenazesine geliyor ve konunun içinden yine o sinirsek ‘yüzde’ muhabbeti geçiyor: ‘Yüzde 98’i Müslüman bir toplumda...’
Ben, nüfus cüzdanımda kan grubu hanesinin boş olduğuna sanırım 20’li yaşlarımda falan uyandım. O zamana dek kaç tane nüfus cüzdanı değiştirmişim. Kan grubumu da biliyorum üstelik... Gelin görün ki cüzdan yenilerken rast geldiğim tek bir memur da ‘Kardeşim sen kan grubunu biliyor musun?’ diye sormamış. Allah muhafaza kaza maza geçirsem, cüzdandan çıkan kimliğe bakıp, kan grubumun ne olduğunu anlamaları mümkün değil. Bunun yanında, cüzdanın din hanesinde doğduğum günden beri ‘Dini: İslám’ yazıyor. Doğarken bana sormadılar. Bugün sorduklarında ‘Sana ne’ derim.
Neye inandığımın ve ne şekilde ibadet ettiğimin hesabını kimseye verecek değilim.
Yine Allah muhafaza, yarın ölsem, ahrette nüfus cüzdanıma bakılmayacağından da eminim.
Ama işte: İstatistiklere göre, yüzde 98’e dahilim...
Göztepe Parkı’na cami dikilmesini istemiyorum. Bu ülkenin vatandaşı bir İstanbul sakiniyim.
Ve Başbakan’ın caminin inşasıyla ilgili olayı abartmakla suçladığı basından ziyade, bu ülkenin bir ferdiyim. Adım başı malzemesinden çalınmış modeli ucubik bir camiye rastladığınız şehr-i cihanda, camiden ziyade, parka ihtiyaç duyulduğuna kaniyim.
Eğer her abuk icraat için o yüzde 98’e güveniliyorsa istatistiki açıdan, o yüzde 98’den kendi mütevazı katkımın çıkarılmasını arz ederim.
Yazının Devamını Oku 24 Eylül 2005
Hakkı Devrim, Haluk Şahin’in, ‘reality show’larla ani şöhrete kavuşan insanlar için MOŞ (Marifeti Olmayan Şöhretler) tabirini kullanalım’ teklifine sıcak bakmış. Ortalığı boş bıraktınız mı onlar kendilerine dünyanın sekizinci harikası, şehit filan diyorlar bildiğiniz gibi. E bence de artık münasip bir isim bulmanın zamanıdır yani...
Geçtiğimiz hafta Ata Türk’ün vefatı vesilesiyle, Bayhan’dan tutun Caner’e, BBG Uğur’dan Gaye’ye birçok MOŞ’un, rüya gibi gelip rüzgar gibi geçen, kıymeti kendinden menkul şöhretini iki gün daha fazla koruyabilmek adına attığı nafile taklalar da bir kez daha gündeme geldi malûm. ‘Ah yazık, vah yazık, eh be çocuğum, tüh be evladım,’ diye diye hatırlar gibi olduk kendilerini... İnsan sırf iki satır fazla konuşulsun diye, esasında örtbas etmek için seferber olması gereken abukluklarını nasıl da hevesle ortalığa döküp saçabiliyor hayretlerinde...
Ata’larla, Semra’nımlarla dolu kanalları zaplar dururken fark ettim ki, her zamanki gibi algıda seçicilikten mi ne, aralarda defneyaprağı niyetine Gökhan Özen’in klibine takılıyorum.
Çözeceğim bu meseleyi, en azından kendimi tatmin edecek derecede akıl erdirecek kıvama geleceğim; iddialıyım yani...
Ve fakat... Dönüp dolaşıp tıkanıyorum...
Hadi MOŞ’lar, kuşlar bir yere kadar... Da... Gökhan Özen’in kafasını çözmekte gerçekten zorlanıyorum.
Kendileri hakikaten enteresan bir insan... ‘Sevenleriyle göz göze olabilmek için’ albümün çıkışını beklemeden piyasaya sürdüğü maxi-single Kalbim Seninle’nin, söz ve müziği Nazan Öncel imzalı çıkış şarkısı olan Benim İçin N’apardın’a çekilen klibi gördünüz mü?
Şarkının pek ‘a la Nazan’ sözlerinin, Gökhan Özen gibi genç ve ‘Etiler kılıklı’ bir adamın dilinde eğreti durmasından filan bahsetmiyorum.
Yani: ‘Benim için bir şey yap / Öyle lafta kalmasın / Hasta olursam bir gün / Bir çorba yapar mıydın? / Sobamı yakar mıydın? / Portakal soyar mıydın? / Sahiden yapar mıydın istersem / ... / Ben olsaydım n’apardım? / Sırtımda da taşırdım / Hamallık da yapardım / Amaaan ne bileyim ben / Bekle, bekle de gör sen...’ ...Gibi sözler, portakal soymaları, soba yakmalarıyla filan, bırakın Gökhan Özen’i, Erol Evgin için bile zamanaşımına uğramış bir naiflik tufanı kabul edersiniz ki...
Yine de o bir yana...
Bu insanda battaniye altına kıvrılma arzusu uyandıran sözlere, plajda, Baywatch (Sahil Güvenlik: Hani Pamela Anderson’un yanı sıra birçok iri memeli hanımefendiyi de şöhrete kavuşturmuş olan dizi...) kadrosunu andıran yabancı manken ablalarla klip çekilmesinin nedeni neymiş dersiniz? Müziği fıkır fıkır; üstelik yaz zamanı; denizli, güzel kızlı klip, taze taze, ferah ferah iyi gider diye mi düşünülmüş?
Hayır efendim... Power TV’de yayınlanan klip arkası programında, klibin Fransız yönetmeninden öğreniyoruz ki: Evvvet, hakikaten de klipte Baywatch havası yaratılmaya çalışılmış. Fransız yönetmen, Gökhan Özen’in ‘Beni köpekbalıkları kovaladı, beş metrelik dalgalarla boğuştum’ şeklinde dile gelerek tarihe geçtiği şu meşhur jet-ski’yle kaybolma (!) hadisesine ‘esprili’ bir gönderme yapmaya karar vermiş.
O zamanın talihsiz bir navigasyon hatasıyla denizde kaybolan ama yılmayıp dev dalgalarla ve Moby Dick’le boğuşan Gökhan’ına bu kez, tam teçhizatlı kahraman güvenlik görevlisi rolü biçmiş...
Gökhan Özen de yönetmenden gelen bu cinfikir önerinin üzerine atlamış; saadetini ‘Yönetmenimiz, Kilyos’u Miami sahillerine çevirmeyi başardı’ cümlesiyle ve David Hasselhoff, pardon, muzaffer kumandan edasıyla ifade ediyor.
Adam dövmekten içeri girdiğinde, Nazım Hikmet pozlarında bir klip çekmişti.
Bu daha geçmişte kalmış hadiseyi, ilerki vukuatsız dönemlerinde kullanmak üzere beyninin deep freeze’inde filan muhafaza etmiş demek ki...
Gökhan Özen, Akşam’dan Özlem Uçar’a verdiği röportajın bir bölümünde şöyle diyor:
Soru: Bugüne kadar yanlış anlaşıldığınızı düşündünüz mü? Sürekli olarak gündeme gelmek için çeşitli spekülasyonlar yaptığınız doğru mu?
El cevap: İddia edilenler önemli değildir, bu iddialara inanma reytingi önemlidir. Herkes her şeyi iddia edebilir. Bunlara çok fazla kafamı takıp kendi işimden gücümden olmadım. Artık olaylara daha soft bakmaya başladım.
Soru: Geçtiğimiz yıl isminiz kavga ve darp olayına karıştığı için bir süre cezaevinde yattınız. Yine bir yakınınıza uygunsuz bir davranışta bulunulursa aynı tepkiyi gösterir misiniz?
El cevap: Haksızlığa her zaman tepki gösteririm. İnandığım değerler uğruna, sevdiğim insan uğruna göze alamayacağım hiçbir şey yoktur.
Soru: Sedat Peker’le dostluğunuz ne boyutta?
El cevap: Ben artık geçmişle ilgili olarak pek fazla konuşmuyorum. Bir takım konuları tekrar konuşmanın bir anlamı yok diye düşünüyorum. Yeni ürettiğimiz projelerin önünü açmak istiyorsak eski yaşadıklarımızı konuşmamamız gerekli.
*
Hadi bakalım, bu da yeni bir model... Biz bu konularda konuşmuyoruz, klip çekiyoruz modeli...
Bilemiyorum... Bu tarz şöhretlerimize de APPÇÜ (Abukluktan Pantolon Paçası Çıkaran Ünlü) filan mı demeli?
Yazının Devamını Oku