3 Haziran 2006
İçeriden bir yerden haberini aldığımızdan beri, yani yaklaşık iki yıldır, bir merak bir merak Murathan Mungan ile Müslüm Gürses’in "mucize (ve) buluşma"sı Aşk Tesadüfleri Sever’i bekliyorduk. Nihayet Murathan Mungan’ın seçtiği, ekseri Björk’ten David Bowie’ye uluslararası yıldızların seslendirdiği ekseri yabancı şarkıların, (Halis Türk malı parçalar da var elbet! Sözü de müziği de Özgür Pamukçu’ya ait Döndür Yolumdan, enfes...) Ahmet Güntan’dan Barış Pirhasan’a, Tuna Kiremitçi’den Özgür Pamukçu’ya, Birhan Keskin’den Mehmet Teoman’a ve tabii ki Murathan Mungan’a, birçok şair ve şarkı sözü yazarının Türkçe güftelerle imza attığı Aşk Tesadüfleri Sever; nisan ayında, duyan gelmiş tadında, kıyamet kalabalık bir tanıtım gecesi eşliğinde huzura geldi málûmunuz.
O günden beri de nihayet biz de iki kelám edebilelim diye ilk klibi bekliyorum. Hadi gözüm aydın; nihayet o da oldu. Hayır yani, memlekette ekonomi ve sağlık uzmanları da dahil, albümden dem vurmayan ben kaldım; gazeteciliğimden şüphe duymaya başladım.
Tamam, illá ki Kliptoman gününü beklemek zorunda değiliz, sair günlerde de bahsedebiliriz. De... Bir Müslüm Gürses güzellemesi için, deli gönül şöyle yayla gibi bir alan istiyor; hem konu müzik ve su yolunda akıyor.
Aşk Tesadüfleri Sever, bilindiği gibi bir Murathan Mungan projesi. O gıcık çikolata reklamındaki "Ay çok konsept bişi dı mıaa?!" geyiğinden beri, hatta galiba ezelden beri konsept lafına hafiften gıcığım ama yapacak bir şey yok. Albüm, hakikaten başarılı bir konsept çalışması neticede.
NEYİ TARTIŞIYORSUNUZ?
Evvela Murathan Mungan’a, bir ömürlük saygılarımızı teslim edelim ve affını isteyelim. Kendileri, birçok alanda faal bir sanatçı olduğu için, onu şahsına ait bir başka yaylada değerlendiririz. Şimdilik Müslüm Gürses’te yoğunlaşalım.
Müslüm Baba’nın erenlere karışmış gibi halktan koptuğunu ve entellere sosyeteye karıştığı iddia ediliyor ve sınıf atladı mı atlamadı mı, atladıysa bu ona yakışmadı mı tartışılıp duruyor ya habire habire...
Ne tartışılıyor, niye tartışılıyor; hakikaten anlayabilmiş değilim.
Müzikal açıdan epeydir süredir bir "güya değişim" gerçekleşiyor neticede...
Mesele, pop şarkıcıları tarafından ünlendirilmiş şarkıları söylemekse, bunu daha önce defalarca yaptı Müslüm Baba bildiğimiz üzre: Asya’nın seslendirdiği Nilüfer şarkısı Olmadı Yar, Teoman’ın Paramparça’sı, Tarkan’ın İkimizin Yerine’si, Bülent Ortaçgil klasiği Sensiz Olmaz, Yeni Türkü’nün unutulmaz Olmasa Mektubun’u (Ki onun sözleri de şapşahane bir Murathan Mungan "şiiri"dir)...
Valla bu şarkıları seslendirmeden önce Müslüm Gürses neydiyse, bana sorarsanız, bugün de odur. Müslüm Gürses’tir. Noktadır. Müslüm Baba kulvar değiştirmez, kulvar değişir, Müslüm’leşir, Müslüm Baba olur. O şarkıya uymaz, şarkı ona uyar. O her şarkıyı kendisi gibi okur.
BU MİLENYUMDA JİLET YOK
Erkin Koray, Oran Gencebay, Müslüm Gürses gibi adamları, rock’tı arabeskti poptu, kategorize etmek kimin, ne haddine diye de sorası var deli gönlümün ayrıca. (Deli gönül pek şımarık ve kendi keyfinin kahyası, sormayın. Onu sor, bunu iste, nereye kadar?!.)
Müslüm Gürses, álemlerin en nev’i şahsına münhasır adamlarından biri elbet. 78 senesinde geçirdiği kazada, alnının kemiği kırılmış, öteki tarafa gitmiş gelmiş, şimdilerde alnının ardında platin taşıyor. Koku alma yetisini tamamen yitirmiş durumda, kulakları yüzde 50 duyuyor. Mustafa Topaloğlu’nun enteresan olduğu kadar zorlama tavırlarının çok ötesinde, doğal bir "başka dünyalı" duruşu taşıyor.
Benim de Murathan Mungan gibi bir Müslüm Gürses projesi hayalim var meselá. Bir kez daha anarsam deli gömleği giydirilesi deli gönlüm (Müslüm, güzel insan, gönül adamı ya, o yüzden coştuk herhálde ne bileyim?) ilerilerde bir tarihte, Müslüm Gürses Özdeyişleri kitabı toparlamak istiyor.
Yani ağzını her açtığında bu kadar mı ezber dağıtır, dağıtabilir bir adam. Senelerdir, jilet firmalarının sponsor olmaya çalıştığı konserlerinde kendilerini jiletleyen insanları zaptetmek için gönül teli titreten muhabbetler koymaktan helák olmuş bir adamdan söz ediyoruz. Şarkısından çok etkilenip kendisini jiletlemek istediğini söyleyen Seren Serengil’i; "Ne jileti, milenyuma girdik" diye yanıtlayan birinden söz ediyoruz. Hürriyet Pazar’a Murathan Mungan ile birlikte verdikleri röportajda Savaş’ın (Özbey) bir sorusuna karşılık; "Ben yabancılardan Frank Sinatra, Ofra Haza, bir de Nat King Cole denilen bir saygıdeğer dostumuz var, onu dinlerim" cevabını veren birinden söz ediyoruz.
ENTEL, BİR TÜR MİKROP MU?
Bir de herhálde Atatürk ve kendisinden başka hangi takımı tuttuğu bu denli merak edilmiş ve tartışılmış bir üçüncü kişi yoktur; varsa da ben bilmiyorum. O konu var... Her beyanatta ayrı bir takım...
Neyse ya, Müslüm Gürses’in kişiliğine kaptırdık mı gider, konu klibe gelmeden Kliptoman biter.
Aşk Tesadüfleri Sever albümünün klip için seçilen çıkış şarkısı, Garbage’ın James Bond soundtrack’inde seslendirdiği The World is Not Enough’a Mehmet Bilal Dede tarafından harikuláde Türkçe söz yazılan Bir Ömür Yetmez.
Klibin Müslüm Gürses’in göründüğü bölümleri ekseri rock konserlerinin verildiği Balans’ta çekilmiş. Karanlık bir karizma taşıyan Müslüm Baba "bir bar taburesi üstünde" şarkısını söylerken, tepesinde ampuller patlıyor.
Arada da bir dansözün şahane bir şekilde "attığı" göbeği... Ve bir kemancıyla, kendini parçalayan bir bateristin, çoğunluğu sıvasız, binalara, binalara, binalara bakan bir bina tepesinde enstrümanlarını çalarkenki görüntüleri... Ki bilmem Murathan Mungan etkisi midir nedir; o binaların görünüşü bana Mardin’i hatırlatıyor.
Şarkı ve Müslüm Baba’ya yakışır bir şey olmuş. Güzel çekim, gönül klibi...
Sabah’tan Zafer Akbaş’ın (Enteresan tesadüf; Gürses’in orijinal soyadı da Akbaş bildiğiniz gibi) bir haberine göre klip çekimi sırasında şöyle demiş: "Neden kızıyorlar ki, amacımız müziğimizle kitleleri birleştirmek. Sosyeteye hitap ediyorsak, ne mutlu bize."
Ve kendisini "entel" olduğu için eleştirenlere de şu cevabı vermiş: "Entel mikrop mu ki?"
Konsept şöyle dursun, bir mefhum Müslüm Gürses. Bu yanıt da yüzde yüz Müslüm Gürses işte... İnsan başka ne ister ki?
Yazının Devamını Oku 2 Haziran 2006
Birkaç senedir, bu dönem geldi mi hep aynı şey oluyor. Millet yaz geldi diye çorapları atıp, haftasonlarında deniz kenarlarına kaçıyor.
Benim salak bünyeyse, ne hikmetse, karakışta düşmediği şekilde hasta düşüyor.
Televizyonda haber ve hava durumu bültenleri, ısınan havaların, İstanbul’da, lodosun ve nemin de etkisiyle nasıl beter hissedildiğini duyuruyor. Misál, Kanal D, durumu "Havalar çıldırmış olmalı!" altyazısıyla veriyor.
(Bu arada, bu haberin hemen öncesinde, Mehmet Ali Birand, stüdyo konuğu Ali Şen’e, daha geçen hafta çarşaf gibi bir röportajda yurtdışına gitmezse futbol hayatını illá ki Beşiktaş’ta noktalamak istediğini, iki cümlede bir Beşiktaşlı Tümer olarak anılmaktan öyle böyle değil, çok ama çok mutlu olduğunu söyleyen ve bugün (salı) FB’ye transfer olan Tümer’in durumuyla ilgili sorular yöneltirken ve Şen’den muhtemel gelişmeleri değerlendirmesini isterken, "Beşiktaş Tümer’den yararlanabilecek mi?" diye sordu. Şen’in yanıtı háliyle, "Yok, yararlanamayacak; bundan sonra Tümer’den Fener yararlanacak" şeklinde oldu. Arkadaşlarla, çok eğlenceli bulduğumuz klásik Birand sürçmelerinden biri olarak tarihe düşülsün isteriz.)
Gündüz kuşağı televizyonu cehennem. Ulusal kanallardaki, insan tabiatının acayiplikleri üzerine belgesel tadındaki kadın programları, mümkün değil, şu anda kaldırabileceğim bir şey değil. Comedymax’te ya da sinema kanallarında tekrarlardan başka bir şey ara ki bulasın.
Kitaptı, gazeteydi, bir şey okumak deseniz, kafatasımın içinde, bir hafta öncesine kadar hasbelkader basan bir beynin bulunduğu alanda yer alan sünger sağolsun, aynı cümleyi 30 defa üst üste okumak gerektiği ve buna rağmen okuduğunu anlamak mümkün olmadığı için bulaşılmaması gereken bir hadise.
Parasetamol yüklemesinin değerli katkılarıyla birkaç gündür yaptığım yegáne şey, durduğum yerde bayılmak, uyanır gibi olmak, uyanır gibi olduğumda tuvalete gitmek ya da anlamsız, hayvani bir açlıkla (Bir tek o niye dumura uğramadı anlamak mümkün değil!) bir şeyler tıkınmak, sonra yine uyuyakalmak... Bir de yoklamaya gelen arkadaşlara kapıyı açıp onlara ağzımın kenarıyla bir-iki kelime edip yine yatağa devrilmek. Ha, bir de arada birkaç telefon görüşmesi var. Ki onların bir kısmı sayesinde de hayatımda "Biraz rahatsızım, evdeyim, uyuyordum" yanıtını aldığı hálde, "Ha, kısacık bir şey soracağım / söyleyeceğim" diye lafa girip, meramını uzuuun uzun anlatıp, sonra da "Eh, artık ayılmışsındır" diye yine lafa devam eden ne çok kişi olduğunu sayabilme lüksünü edindim.
Bu kábus günlerinde umutlanacak küçük tefek şeyler de arıyor bünye elbet.
Ne yaptım?
Akşam, bugüne dek bir kez bile seyretmediğim hálde, her bir haltından haberdar olduğum Aliye’nin en azından bu sezonluk son bölümünün yayınlanacağını düşündüm. En azından yaz boyunca, dizinin, magazin programlarında Hülya Avşar ve Tuğba Özay kadar sık gördüğümüz, üzerinde anasının / babasının ceketi gibi bol duran sevimsiz açıklamalar yapan çocuk kahramanlarını görmeyeceğim için geleceğe dair umutlandım. Hayır, zaten üreme konusuna son derece mesafeli yaklaşıyorum; bu gidişle çocuktan soğuyacağız diye korkar olmuştum resmen.
Sonracığıma, kesip kenara koyduğum, Ağar, Baykal, Erdoğan ve Hisarcıkoğlu’nun elele tutuştuğu Bekir Coşkun’un tabiriyle "Siyasi Lorke" fotoğrafına, absürd, yazısız bir karikatüre bakar gibi bakıp, üzerine sayamadığım seferler kıkırdadım.
Sonra yine uyuyakaldım.
Yarın artık işe gitmeyi umuyorum.
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2006
Ne aydı be! Bu mayıs, benim hatırımda 99 yılının ağustosu gibi, çok acayip bir şey olarak kalacak. Geçtiğimiz hafta işteyiz, saat 9.30 filan; sabahki gündem toplantısında, "işler kesat" tonundan, neredeyse hayıflanıyoruz.
Gazeteciyiz málûm; rahat batıyor maalesef...
Eh, ne dilediğinize dikkat edeceksiniz, anında görüntü şeklinde huzura gelebilir. Nitekim bizim dualarımız da haber Tanrılarının kulağına gitmiş olacak, hiç acımadan tepemize bomba üzerine bomba yağdırmaya başladılar.
Toplantıyı daha bitirmemiştik ki, 20 dakika kadar sonra, kod adı Polat Alemdar olan Alparslan Arslan isimli sefil kuklanın Danıştay saldırısı gündeme düştü. Gerisi de çorap söküğü gibi geldi: Cenazede tüm liderleri hedef alan protestolar, Ecevit’in komaya girmesi, it dalaşında çarpışan Türk ve Yunan uçakları, 44 kişinin hayatını kaybettiği trafik kazası, Danıştay saldırısının ardındaki Susurluk bağlantıları, Atatürk Havalimanı yangını...
Yeter be; sizi sayıyla mı verdiler şerrefsizler; haberseniz teker teker gelin demeye kalmadı...
Veee ahan da: Deniz Baykal’ın CHP’nin kapılarını merkez sağa ve muhafazakárlara açtığını açıklaması!
CHP KAPI AÇACAĞINA CHP’YE KAPI AÇSINLAR
Ben diyorum ki, CHP kapılarını ona buna açacağına, AKP ya da merkez sağ partilerden herhangi biri ona kapılarını açsın. Baykal’ı safına katarak yılın transferini gerçekleştirsin.
Türk solu da bu sayede, Allah’ın izniyle Deniz Baykal’dan kurtulsun.
O Baykal ki, AKP bunca çuvalladığı ve tepki toplamaya başladığı hálde, böyle bir imkánı kullanmaktan bile aciz; hiçbir şekilde politika ve fikir üretemiyor; ürete ürete "ıvır zıvır" polemikler ve merkez sağa kapı açmak gibi dahiyane "hamle"ler üretebiliyor...
En son, Berlin Büyükelçisi Mehmet Ali İrtemçelik’in yuhalanmasına yol açarak, yine yeni yeniden bir ilke imza atan Erdoğan ile birlikte, daha nice ilklere imza atarlar.
Hatta kimbilir, mesele türbana gelince şuur bu denli yitebildiğine göre, belki tavır koymak hesabına, Erdoğan ve Baykal, kendileri türban takarlar.
Öyle valla, Baykal’ı AKP pistlerinde görmek istiyoruz. Ayrıca türbanın, kendilerine tombik yanaklarını daha çok ortaya çıkaracağı için Emine Hanım’dan bile çok yakışacağını düşünüyoruz.
Aralarında liderlik için bir tartışma çıkması ihtimaline karşı da, Meclis Spor Oyunları çerçevesinde atış yarışması yapıldı ya hani, 23 vekilin katıldığı ve ilk üçe altın, gümüş, bronz kaplama tabancalar hediye edildiği; işte orada kapışmalarını öneriyoruz. (Yarışmaya katılan tek kadın olan ve "özel tabanca" ile ödüllendirilen Reyhan Balandı’yı da ayrıca ayakta alkışlıyoruz!) Evet, tekrar edelim; öyle yani: Bu bilinçli ve pek siyasi gençleri (!) poligonlarda görmek istiyoruz.
BU FOTOĞRAF BAŞBAKAN’IN GAFLARINDAN ÖNEMLİ
En son, Samsun’da "kız meselesi" yüzünden biri 16, biri 17 yaşında iki genç hayatını kaybetti bildiğiniz gibi. Onları 1600 YTL’ye satın aldığı tabancayla öldüren 17 yaşında bir çocuk da, daha rüştünü ispatlamadan, iki kişinin katili oldu ve hapsi boyladı.
Uluslararası Af Örgütü, bu haftasonu, Silahlar Denetlensin kampanyası çerçevesinde, hafif ve küçük silahların ölümcül sonuçlarını hatırlatmak amacıyla İstanbul, Ankara ve İzmir’de etkinlikler düzenliyor.
Dünya çapında dakikada bir kişinin ölümüne neden olan hafif ve küçük silahların uluslararası dolaşımının denetim altına alınmasını hedefleyen kampanya, 26 Haziran’da New York’ta başlayacak Birleşmiş Milletler Küçük ve Hafif Silahlara Dair Eylem Planının Uygulanmasına Dair Toplantı’da, 1 Milyon Yüz adı altında, bir milyon kişinin fotoğrafından oluşacak, uluslararası bir silah ticareti sözleşmesinin oluşturmasını talep eden dilekçeyi BM’ye sunacak.
Bana sorarsanız, pasaportta saç teli görünen fotoğraf yayınlanabilir mi yayınlanamaz mı genelgesi yüzünden, Türkiye’nin Almanya’daki yüzünü fırçalayan ve yuhalatan Başbakan’ın artık hakikaten ruh sıkıcı gaflarından çok daha önemli bir "fotoğraf" olayıdır. Ivır zıvır mevzulardan sıkılanlara duyurulur...
SİVİLLERİN SİLAHLARI DEVLETTEKİNDEN FAZLA
Dünü kaçırmış olabilirsiniz (İzmir’deki etkinlik cumartesi günüydü) ama bugün için geç değil. İstanbul, Kadıköy Moda Meydanı’nda 12.00 ile 21.00, Ankara’da ise TMMOB Mimarlar Odası önünde, Kızılay’da, saat 17.00 ile 19.00 arasındaki etkinlikler, aklınızda bulunsun. Hatta aklınızda bulunmakla kalmasın mümkünse; katılımda bulunulsun. Uluslararası Af Örgütü, Oxfam ve Uluslararası Hafif Silahlar Eylem Ağı’ndan ulaştırılan verilere şöyle bir göz atınız; vahametin boyutuyla ilgili bir fikriniz olsun:
Her yıl konvansiyonel silahlarla 500 binin üzerinde insan ölüyor. Bu, dakikada bir kişi anlamına geliyor.
Her yıl, 16 milyar mermi üretiliyor. Bu demektir ki; kadın, erkek, çocuk, her birimize iki mermi düşüyor.
Dünya çapında her 10 kişiden birinde silah bulunuyor.
Dünya ülkelerinin üçte biri, sağlık hizmetleri için harcadığı paradan daha fazlasını ordusuna harcıyor.
Sivillerin sahip olduğu silah sayısı, devletlerin elindekinden daha fazla. Hafif silahların yüzde 60’ını siviller kullanıyor.
Afrika, Asya, Ortadoğu ve Latin Amerika ülkelerinin silahlara harcadığı 22 milyar doların yarısıyla, bu ülkelerdeki bütün çocuklar ilkokul eğitimi alabiliyor.
Dış yardım alan ülkeler sıralamasında ikinci olan Endonezya, aldığı yardım miktarının neredeyse tamamı kadar parayı ordu için harcıyor.
1998-2001 yılları arasında ABD, Britanya ve Fransa’nın gelişmekte olan ülkelere yaptıkları silah satışından kazandıkları para, yaptıkları yardımdan fazla.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi olan ABD, Britanya, Fransa, Rusya ve Çin, dünya konvansiyonel silah ihracatının yüzde 88’ini elinde tutuyor.
Öyle yani; gördüğünüz gibi atış serbest. Madem öyle: Meclis’in büyük atıcılarına da benden, mantar tabancasının, mantar kısmısından bir kocaman helál olsun.
Yazının Devamını Oku 27 Mayıs 2006
Müzik kanalları podyuma döndü yine. Hayır; Serdar Ortaç, Arto gibi şarkıcıların bol mankenli kliplerinden bahsetmiyoruz. Magazin haberlerinde isimleri, önünde "emektar manken" sıfatı olduğu hálde geçen, yumurta "e mankenlik ve fotomodellik de bir yaşa kadar" idrakinin kapısına gelip dayandığında, sanki dünyanın, herkesin yapabileceği en kolay işiymiş gibi şarkıcı olmaya karar veren hanımefendilerden söz ediyoruz.
Hayır anlamıyorum yani; Nazan Öncel’in Aynı Nakarat adlı şarkısında demiş olduğu gibi: "Görüntü var ses yok" işte; bu azimle terennüm edip beton delme gayreti niye?..
Bu hanımlar, bayi toplantılarında üç-beş şarkı söyleyip yolunu bulmayı hedefliyorsa -ki bereketli bir piyasa anladığımız kadarıyla- şarkı söylemeseler de, meselá "fıkra repertuvarlarını" geliştirseler; maksat bacak-dekolte sergileme marifetiyle ekmeğini kazanmaksa, işte meydan, işte mikrofon, işte sahne... Anılarını anlat, fıkra anlat, eski sevgililerini anlat, podyum dünyasının arka perdesini anlat; anlat işte bir şeyler...
Şarkı söylemeyiver yani; olmuyor mu?..
Bu aralar, tıknaz ve bol kameralı plajlara helikopter filan indiren "hafif" sonradan görme bir playboyumsu var hani; Hakan Tankut diye, işte onun sevgililiğiyle iştigál eden Aysu Baceoğlu’nun da yine sevgilisinin büyük desteğiyle, arkasında güllerden "Sahnelerin Sultanı" yazan bir kitsch abidesinin önünde tanıtımını yaptığı nurtopu bir albümü oldu geçenlerde. Allah playboyu sultanına, sultanı da playboyuna bağışlasın. Kendileri çalar, kendileri dinlerler artık... Ki kendilerinin varsa eğer, henüz kliplerini görmediğim için kendimi şanslı addediyor, şansımın báki kalmasını diliyorum.
KIZ ŞAMAN OLMUŞ HABERİMİZ YOK!
Konunun içinden klip geçmesi gerektiği için, Kam adlı bir albüm çıkaran Gizem Özdilli’den dem vuralım bari...
Gizem Özdilli, son aylarda ne zaman kendisini görsek, ekranda bir muhabire, çıkartmış olduğu Kam adlı albümle ilgili nasıl da hiçbir fedakárlıktan kaçınmadığını anlatıyor.
Bir de albümün ismiyle ilgili yaran beyanatları var, onlar ayrı: "Ben Şaman değilim. Herkes öyle zannediyor. Elhamdülillah Müslüman’ım. Şamanizm dininde ibadet eden bayanlara Kam deniliyor. Davulla dans ederek, şarkı söyleyerek kötü ruhları defetmek ve yenilik habercisi olarak görmüş eskiler. Benim de hoşuma gitti!"
İki senedir şan dersleri alıyormuş. (Bu elemanlara şan dersi veren o meçhul şan öğretmenini bulursam, ona da edecek bir çift lafım var yani!) 12 yıllık birikimini bu albüme yatırmış. Albüm lansmanında hep çıkmayı hayal ettiği Günay’ı bir geceliğine kiralamak için 30 bin dolar bayılmış. Blazer cipini satmış. Teee altı aydır, pahalı restoranlara gitmiyormuş, yurt dışına çıkmıyormuş, lüzumsuz alışveriş yapmıyormuş; onun yerine şarkı satın alıyormuş.
Öyle böyle değil annesi, çoook ama çok çalışıyormuş.
Şöyle söyleyeyim; Gülşen nasıl ki beher klibi için üçer ay kick-box, flamenko, dans, ıvır kıvır dersi alıyor ve nihayetinde figür babında sadece kameraya seksi seksi bakıp, elleriyle "Bak mallar taş gibi" modelinde bedenini gösteriyorsa, yani dans mans edemiyorsa; kusura bakmasın ama Gizem Özdilli hanımefendi de onca şan dersine rağmen işte ancak o derece şarkı söyleyebiliyor.
ARADIĞINIZ AŞKA ULAŞILAMIYOR
Diyor ki: "Ses güzelliği göreceli bir kavram. Kişiden kişiye değişir. Önemli olan şarkıyı doğru okumak, detone olmamak. Ben de çalışarak iyi bir okuyucu olacağıma inanıyorum. Doğuştan bize Allah tarafından kulak, ekstra bir özellik olarak veriliyor. Kiminin kulağı kötüdür, ritmi doğru alamaz."
Tabii bunun yanında, albümden önce meselá saz ekibinden okumalara kadar her konuda Sibel Can’a danıştığını, ondan destek aldığını, Gülben Ergen’in, Bülent Ersoy’un akıl hocası olduğunu filan da söylüyordu. Sonradan Sibel Can kendisi için "Tanımam etmem, ne alákası var canım?" filan dedi.
Neyse işte... Demem o ki, Allah Gizem Özdilli’ye ekstra kulak konusunda pek cömert davranmamış. Ses deseniz, hiç yok. Kanallarda klibi dönen sözleri Hakkı Yalçın’a, müziği Gökhan Tepe’ye ait olan şarkıya kaç papel bayıldı bilemiyorum ama umarım cipini bu şarkı için satmamıştır. (Şarkının içinden "Aradığın aşka ulaşılamıyor" şeklinde dahiyane sözler var!)
DUALARIMIZ GİZEM ÖZDİLLİ İÇİN
Klipte bir yandan dekolteli kadın, bir yandan siyah blazerli ve gözlüklü, benim başta patronun sevgilisi olup da sepetlenince karısına ihbar mail’i atan sekreter zannettiğim, ancak haberlerini okuyunca ajan olduğunu anladığım iki ayrı rolde izliyoruz Gizem Özdilli’yi. Bu mankenlerin bir de nedense ajanlık tripleri oluyor. Ayşe Hatun Önal da koskoca ünlü Ayşe Hatun Önal olmasa, ajan olmak isteyeceğini söyler durur biliyorsunuz. Buradan muhterem MİT yetkililerine sesleniyorum: Yok mu şöyle marjinal işsizlik yaratacakları kabarık kadro boşluğu filan? Bakın siz ilgilenmiyorsunuz diye sonra şarkı söylüyorlar. Lütfen yani, bu da bir nev’i vatani hizmet sayılır; sizleri sorumluluğa davet ediyorum...
Özdilli, tırnaklarının ucuyla bilgisayar klavyesi tokmakladığı klip rolüne hazırlanmak için ayrıca bilgisayar dersi aldı mı bilemiyoruz ama en azından böyle bir iddiada bulunmadığı için kendisine minnet besliyoruz. (Bir onu yapmadılar yani!)
Şarkı söylemekten vazgeçerse, kendilerini geceleri uykudan önce ettiğimiz dualara da katmaya söz veriyoruz. Davullarla, ateşin etrafında şaman duası bilem ederiz gerekirse...
Yazının Devamını Oku 25 Mayıs 2006
Memleketin mülkiyetinin "büyük hissedar"larından (!) Danıştay saldırısı faili, "meczup" Alparslan Arslan’ın sapkın "adalet duygusu", meş’um saldırıda yaralanan Danıştay üyelerinden Ayfer Özdemir’i, bu kez ruhunu delip geçmek suretiyle bir kez daha yaralamayı becerdi bildiğiniz gibi. Saldırıyı "Hedef alınanlar arasında Ayfer Hanım da var. Saldırgan bu karara (Malûm türban kararı...) imza atanlara karşı eylem yapmayı düşünmüşse, o karara muhalif kalan birine silahını boşaltmaması gerekir" sözleriyle "eleştiren" TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın üslubundan mı demeli artık, mantığından (!) mı, nesindense osundan da etkilendiğini tahmin ettiğimiz Alparslan’ın nedamet getiresi tuttu:
"Ben o iki hakimi (Ayfer Özdemir ve Tetkik Hakimi Ahmet Çobanoğlu) kesinlikle hedef almadım ki... Bunların türban davasındaki kararda imzaları yoktur; onlardan özür diliyorum. Onların da bana birer tane mermi atmaları gerektiğini düşünüyorum."
Sanki herifçioğluyla düşünmek kelimesi aynı cümle içinde geçebilirmiş, geçmesi mümkünmüş gibi...
Saldırıda el bileğinden yaralanan Ayfer Özdemir, taburcu edilirken yaptığı açıklamada; mealen, "Bu ülkede akıl-izan-vicdan doğrultusunda hukuka ve demokrasiye uygun olduğunu düşündüğün bir karar vermeyegör, cezasız kalması mümkün değil" gibilerinden dile geldi:
"Kararda kullandığım azlık oyunu bazı siyasi çevrelerin çarpıtarak kendi çıkarları doğrultusunda kullanmalarından rahatsızlık duyuyorum. Oyum, türban taraftarı olduğum anlamını asla taşımıyor. Hele Cumhuriyet düşmanları asla beni kendilerinden tarafmışım gibi göstermesinler. Attıkları kurşun beni öldürmedi ama bu beni öldürür."
Ne kadar hazin, değil mi...
Dini siyasi çıkarlarına alet eden insanların artniyetine hizmet ediyor gibi hissetmemek için, isteyenin işine giderken, yolda türban takma özgürlüğüne saygı duyma hakkını bile savunamıyorsun.
Hazzetsen de hazzetmesen de varlığının gerekliliğine inansan da inanmasan da illa ki bir yerde durmak, bir tribünden bağırmak zorundasın ya; misál hükümetin politikalarına karşı YÖK gibi bir kurumu savunmak durumunda kalabiliyorsun.
Dön dolaş, hep o malum, vahim klişelere varıyor: Bu ülkeye demokrasi bol gelir; şu bu...
Bu ne hazin bir döngüdür yahu?
Yakında, hukukun üstünlüğünü ve demokrasiyi savunduğu için vicdan azabı duymaya, bu konuda nedamet getirme gereği hissetmeye kadar varmaz işler inşallah.
ÇOK ÖNEMLİ NOT: Çocuk Esirgeme Kurumu Ankara Yenimahalle Görme Engelliler Rehabilitasyon Merkezi, görme engellilere tüm masrafları kurumca karşılanan ve beş buçuk ay süren dönemlerle eğitim sunuyor. Her dönem, sekiz-10 yetişkin birey, burada bilgisayar eğitimi alıyor. Kurumda şu anda dört bilgisayar mevcut fakat daha fazla bilgisayara ihtiyaçları var. Bilgisayarını değiştirdiği için eski bilgisayarını bağışlamak ya da kuruma bilgisayar hediye ederek yardımda bulunmak isteyenler;
SHÇEK Y. Mahalle, Görme Özürlüler Rehabilitasyon Merkezi Müdürlüğü; İvedik Caddesi No:21 Ankara adresine başvurabilir ya da (0312) 315 08 21 no’lu telefondan Atila Kutlutaş’ı arayabilirler.
Yazının Devamını Oku 22 Mayıs 2006
Annem ve üç teyzemin en küçüğü Kumru, İzmir'den geldiler. İstanbul'a taşındığım günden beri geçen 16 senenin ardından takvimi nihayet denkleştirebilip, fi vaktinde vaad edilmiş "kız kıza" ziyaretlerinde bulunabildiler.
Kumru'nun yeri bende ayrıdır. Her dakka bir arada olmadığımız gibi, bir arada olduğumuzda da mıç mıç sevgi böcücükleri muhabbetinde değilizdir; zaten ikimizin de mizacı elvermez ama çok içerden, çok derinden, Kumru, benim için teyzeden öte bir şeydir.
Ki ben Kumru'nun gerçek isminin Semra olduğunu, ergenlik yıllarımda filan öğrenmişimdir.
O yaşa kadar zannediyordum ki ismi Kumru, lâkâbı Marlin'dir...
Aile içinde ya Kumru ya da Marlin diye çağrılırdı zira... Ne bileyim; bir kere bile Semra diye hitap edildiğini duymamışım ki?.. Ya da duymuşum da herhâlde bir şekilde kaale almamış, kondurmamış, kaydetmemişim. Çünkü neden sonra bir gün dedemin ona hep "Semra" diye seslendiğini fark ettim. "Dedem niye Kumru Teyzem'i Semra diye çağırıyor anne?" diye sorduğumda, annemin yerlere yattığını hatırlıyorum.
Yazının Devamını Oku 20 Mayıs 2006
"Milli hassasiyetleri olan bir arkadaş..." Danıştay 2. Dairesi’ni toplantı sırasında basarak, aralarında 2. Daire Başkanı Mustafa Birden’in de bulunduğu dört kişiyi yaralayan, 2. Daire üyesi Mustafa Yücel Özbilgin’i başına sıktığı kurşunla katleden 27 yaşındaki "avukat" Alparslan Aslan için, çalıştığı hukuk bürosunda, patronunun yaptığı yorum bu. Sessizmiş, sakinmiş... Bir de: "Milli hassasiyetleri olan bir arkadaş"mış...
Bu ülkede, milli hassasiyetten bahseden, milliyetçilik konusunda en bi’ hassas kendisinin olduğunu iddia eden birini gördünüz mü orada bir durup arkanızı kollayacaksınız; onu bilir onu söylerim...
Bu arkadaşlar, hangi sanrının esiri olmuşlarsa artık, memleketi tapulu malları, kendileriyle tıpıtıpına örtüşen fikri savunmayan yurttaşlarını da keyfinin kulu zanneder; onların hayatını nasıl yaşaması gerektiği konusunda, gerekirse ki pek çok insan hayatının yularını at gözlüğü takmış bir dingile teslim etmeye niyetli olmadığı için ekseri gerekir- kabakuvvet kullanarak dayatmalarda bulunurlar.
Okumuşuyla cahili birdir; zira okuyanının okumaktan anladığı, hamasi bir ezberden ibarettir. Cahili zaten cahildir; öyle yaşamaktan gayet de memnundur çünkü kafayı çalıştırmak, kim uğraşacak yani, öööf, uzun iştir; o ise bedenini yormaktan imtina etmez ama iş kafayı yormaya gelince, üşengeçtir.
Ona soracak olursanız, en bir mümin, en bir vatansever kendisi ve saz arkadaşlarıdır; gerisi kafirdir, komünisttir, haindir. O öyle diyorsa öyledir abi; sorgulanmaz; bitmiştir...
Demokrasi, onların kitabında, uzayda yetişen bir tür gazoz ağacı gibi bir şeydir.
"Ben öyle düşünmüyorum" dersin, bu konuda o susar, pis pis bakar, sonra satır konuşur.
Tuzu kurudur. Zira kimi siyasi "ombudsman"lara göre, bu ülkede "Sağcılar adam öldürüyor", sümme haşa, asla telaffuz edilebilinemez bir cümledir.
Onlar, toplum gerizekálı ya, hiçbir fedakárlıktan kaçınmadan topluma çeki düzen vermeyi iş edinmiş, "vazifeperver" kişilerdir.
Eteğin dizinin üzerine çıkmayacak, üniversitelerde bira içilen festivaller yapılmayacak, kızlarla oğlanlar el ele tutuşmayacak, dünyanın gidişatına akıl erdirmek gibi lüzumsuz emeller peşinde ööööle kaka kitaplar okunmayacak.
Yapma ya? Sana mı sorulacak???
Ben 34 yaşındayım. 80 darbesi vuku bulduğunda sekizdim. Kendimi bildiğim günden beri anamdan babamdan, "Aman çocum, etliye sütlüye bulaşma" lafını duymaktan helák olmuş zavallının tekiyim. Kendi çapımda bu "tembihi" iplemedim, iplemeye niyetli de değilim.
Susturulmuş, pıstırılmış kayıp bir neslin, omurgasını dik tutarak ayakta durmaya çalışan bir üyesiyim. İnsan olmaya ve insan gibi yaşamaya çalışıyorum.
Ve ölmeden bir gün, Çetin Altan’ın tabiriyle "cami ve ordu arasındaki gerilimli siyaset"e kısılıp kalmamış, demokrat bir hukuk devletinde yaşayacağımı görebilmeye dair umudumu yitirmemeye çalışıyorum. Yitirmeyeceğim.
Hayatımın hesabını kendime, imanımın hesabını da bu ülkede kendini en yüksek mertebede gören birilerinden "biraz" daha yukarıda bir yerlerde ikámet eden bir merciye vereceğim.
Umuttan başka şansımız yok; umudu diri tutmaya çalışıyoruz.
Kimseyi öldürmeden, kan dökmeden, uykumuzda, yüzümüzde bir gülücükle, ecelimizle ölmeyi, o güne kadar da yüzümüzde insani bir gülücükle yaşamayı umuyoruz.
Ve sırf meraktan yani, soruyoruz: Sen ne kadar Osmanlı çocuğu olduğun gibi ve kadar bu Cumhuriyet’in de çocuğuysan, biz de bu Cumhuriyet’in çocuğu olduğumuz gibi ve kadar Osmanlı’nın çocuğuyuz.
Sen işine geldiğine göre kendini mücahit zanneden zavallı "meczup"; sen kendi çapında asil bir kanın ve imanın neferisin; sen Allah’ın askerisin de biz onun bunun çocuğu muyuz?
Yazının Devamını Oku 20 Mayıs 2006
Şu geçtiğimiz birkaç gün, tüm ülke için yoğun ötesi, korkunç bir gündem anlamına geliyor ama biz gazeteciler için mesleki anlamda da ayrıca şapşahane bir beyin humması manasına geldiğini takdir edersiniz herhálde. Sabahtan beri haber kanalları arasında dolanıyorum. Hani ortalığın siyaseten bu denli kaotik olması yetmiyormuş gibi, Aziz Yıldırım’ın istifasını, Hakim Yücel Özbilgin’in cenazesinin kalktığı gün vermiş olmasına ne denir, bilemiyorum. (Aynı sıralarda Fransa Meclisi’nde, Ermeni soykırımını inkárın suç sayılmasını öngören yasa tasarısının tartışılıyor olmasına filan değinmiyorum.)
Kocatepe’de toplanmış kalabalık, Erdoğan’dan AKP bakanlarına, Ağar’dan Mumcu’ya, Ecevit’ten Baykal’a, kim varsa protesto ediyor.
Sonra zaplarken, baktım, kanallardan birinde, lay gülüm loy gülümlü yarışma programlarından biri yayınlanıyor; bir an için içim rahatladı. Türkiye’de olduğumu hatırladım. Başımıza her an her şeyin gelebileceğinin taş gibi bir gerçeklik olduğunu bilmeme rağmen, "Ooooh, bize bişi olmaz abi" hissiyatına sığındım. Hani bir an için, hayatımda yapmadığım şeyi yapacak, neredeyse kalkıp masanın üstüne çıkıp göbek filan atacaktım.
Lafı gelmişken, ben esasında bugün, İsmail YK’nın acayip kelimesinden öte nasıl tanımlayacağımı bilemediğim "pek cilveli" (Ecnebi lisanıyla "horny" mi demeli?) şarkısı Bomba’nın klibini yazacaktım. Fakat sonra yine memleket ahvaline takıldı gözüm; yapamadım.
Biliyorum, hayat devam ediyor, belki biraz soluklanmak, durulmak, rahatlamak lázım. Fakat neylersiniz, bünye elvermiyor. Hálet-i ruhiye ve hál bu hálken, kendimi gazoz havuzuna bandırsam, iyice çitilesem ve çıkarıp bir güzel sıksam, sıka sıka bu çıkar yani:
Karartma Geceleri...
HER SEFERİNDE DİLİM SÜRÇÜYOR
Pardon ya, Funda Arar’ın Karartma Günleri diyecektim, ezber dağınık, sürçtüm, kusura kalmayın. Ama hálim budur yani; anlayın...
Karartma Geceleri, Rıfat Ilgaz’ın II. Dünya Savaşı dönemi Türkiye’sinde bir aydının yaşadıklarını anlattığı kitabıdır bildiğiniz gibi. Aynı zamanda, 1990 yılında Yusuf Kurçenli’nin senaryolaştırıp yöneterek sinemaya kazandırdığı bir filmdir.
Fakat sette Funda Arar’ın, o, ne söylerse söylesin muhteşem söyleyen Funda Arar’ın Karartma Günleri’nin klibi dönüyor, benim dilim, şarkının o bölümü geldiğinde, her seferinde Karartma Geceleri’ne dönüyor.
Oysa, Arar’ın Karartma Günleri, Son Dans albümünden bir aşk şarkısı. Sözler Burcu Tatlıses’e, müzik Febyo Taşel’e ait. Klip, Neslihan Yeşilyurt’un yönetmenliğinde çekilmiş. Aşk belásından mustarip bir kadının sevgilisini düşünerek karanlıkta (Karanlık derken, klip tamamen gece çekilmemiş, hava, yani ortam karanlık...) aldığı yolun hikáyesini anlatıyor. Arar, pek düşünceli bir şekilde şarkısını söylüyor:
"Sen gitme, ben yalnız / Geçmez gün göz göre göre / Bin pişman, bir düşman / Zaman hep yüz bula bula / Sevensiz, soransız / Ben sensiz ah bile bile / Kalır, meçhul olurum."
Hoş, şarkının girişinde "Bir zindana koyver beni / Karartma günleri geçer gider / Bir kurşunla çek vur beni / Kanım diner, yaram geçer gider" de diyor ama bu satırların yazarı (!) bu satırları anmayı yekten reddediyor.
Biliyorum, andım bile di mi? Her zamanki salaklığım...
Yazının Devamını Oku