Hayalet kentten geliyorum

St. Ann Street’e geliyorum. Arkamdan biri sesleniyor, dönüyorum. Günlerdir tıraş olmadığı belli, gençten bir adam, üstünde yalnızca beyaz slip külot.

Kelimeleri yutarak, boğuk bir sesle konuşuyor: ‘Televizyonum bozuldu, düğmelere basıyorum açılmıyor. Bana yardım eder misin?’ Yüzünde depresyon ifadesi. Tüm kentin elektriklerinin kesildiğinin farkında değil. Yatıştırıcı birkaç laf ediyorum.

55 NORTH isimli karayolundan güneye iniyorum. Altı şeritli yolun iki yanında kavak, meşe ağaçları. İleride yeşil bir levha, okumak için yavaşlıyorum: ‘Konuksever Louisiana’ya hoşgeldiniz.

Mississippi’yi geride bırakmışım, gaz pedalına yükleniyorum, gideceğim yer New Orleans. Daha 140 km yol var önümde.

Yılankavi virajlardan sonra göller bölgesine ulaşıyorum. Sağda Maurepas, solda New Orleans deltasında çöken barajlarıyla binlerce ocak söndüren Pontchartrain Gölü.

*

YOL köprüyle birleşiyor. 10 numaralı karayoluna geçiyorum. Kilometre saatim 160’ı gösteriyor. Amerika’da bunca yıldır bu kadar hızlı araba kullandığım olmadı.

Göz alabildiğine uzayan yolun geliş-gidişinde trafik yok denecek kadar az. Kavşakta bu kez, ‘New Orleans’a hoşgeldiniz’ tabelası çıkıyor. Gösterdiği yöne sapıyorum.

Karşıma aniden mavi civalı lambaları yanıp sönen bir araba konvoyu çıkıyor. Ters istikamete girmişim. Ama kime dert, günlerdir trafik yasalarını çiğneyerek araba sürüyoruz. Konvoyun önündeki ilk polis otosunun sürücüsüne el sallayarak selam veriyorum. Gülerek aynı şekilde selamıma mukabele ediyor.

İçimde coşkun bir özgürlük duygusu var. Pontchartrain Gölü’nün sular altında bıraktığı New Orleans’ta yasa sadece kitaplarda kalmış. Herkes dilediğini yapıyor.

Kentte sokaklar hálá bomboş. French Quarter’a gelince, arabamı Saks Fifth Avenue mağazası önüne park ediyorum. Lüks mağazanın köşesinde ‘No parking’ (park edilmez) ikazlı levhaya rağmen.

*

BU kez önceki günlerde gördüklerimi kıyaslıyorum. Değişen bir şey yok. On gün öncesinde Yeni Dünya’nın Anglo-sakson, İtalyan, İspanyol, Alman ve Afrika kökenlilere ev sahipliği eden, Cajun-Creole mutfaklarıyla ünlü romantik şehri New Orleans, hayalet kent görünümünde. Uygar Amerika’nın Meksika Körfezi’ne uzanan 945 kilometrekarelik bölümü, doğa felaketinin sebep olduğu bir vahşet sergisine dönüşmüş.

Madison Street köşesine geliyorum. Tabelası düşmüş bir barın önünde bel kılıfında Gluck 9 silahlı, tişört giymiş bir sivil, kucağında M-16 otomatik silah taşıyan, kamuflaj üniformalı askerle sokak ortasına kurdukları masada sohbet ediyorlar.

Barın kapısı açık, camlar yere inmiş. Tezgahlarda votka, viski, likör şişeleri. Sivil polis takılıyor bana: ‘Gündüz içki servisi yok. Hava kararınca biz gitmiş olacağız. Eğer buralarda isen gel, canının çektiği içkiyi raftan al. Ama su, buz ve elektrik yok biliyorsundur. Bir de fener getirmen gerekecek zifiri karanlıkta etrafı görmek için.’

*

FRENCH MARKET’in yolunu tutuyorum. Çevrede tüm dükkanların kapı ve vitrinleri kontraplak levhalarla kaplı. Geçtiğim sokakların iki yanına bakıyorum, arada bir devriye gezen askerler, gelip geçen polis araçları dışında sivil giyimli tek bir Allah’ın kulu yok.

St. Ann Street’e geliyorum. Arkamdan biri sesleniyor, dönüyorum. Günlerdir tıraş olmadığı belli, gençten bir adam, üstünde yalnızca beyaz slip külot.

Kelimeleri yutarak, boğuk bir sesle konuşuyor: ‘Televizyonum bozuldu, düğmelere basıyorum açılmıyor. Bana yardım eder misin?

Yüzünde depresyon ifadesi. Tüm kentin elektriklerinin kesildiğinin farkında değil. Yatıştırıcı birkaç laf ediyorum.

*

GÜNÜN 24 saatinde açık sebze-meyve, gıda pazarı, açık otoparka dönmüş. Katrina Kasırgası başlayınca, insanlar tüm pazarı yağmalamışlar, tezgahlara varıncaya kadar. Turist uğrağı yer harabe halinde.

Marriott Oteli’ne yaklaşıyorum. Lüks otelde cinler top oynuyor. Kapılarında güvenlik görevlileri de yok. Yolda siyah ceketli bir adam, iki bavulunu yerleştirdiği tekerlekli taşıyıcıyı sürükleyerek yürüyor.

Merhaba, nereye gidiyorsun?’ diyorum. Ciddi bir ifadeyle ‘Los Angeles’a’ diyor.

Nasıl gideceksin?

Ciddiyetini bozmuyor: ‘Taksi arıyorum havaalanına gitmek için. Sonrası kolay, ilk uçakla.

Bu da bunalım içinde. Uzun süredir kapalı olan alanın ne zaman açılacağını bilen yok.

*

YÜRÜMEYE devam ediyorum. Mississippi Nehri’ne bir sokak mesafede aşina bir manzara çıkıyor karşıma. Yeni model sarı renkli bir Corvette araba bu. Üç gündür yol ortasında çaprazlama duruyor. Alıp götürmeye kalksam kimse çıkıp ’Dur’ demez.

Kentin, su basmayan ufak kesiminin sokaklarında, kaldırımlar üstünde Honda, Ford markalı terk edilmiş çok sayıda araba tespit etmiştim.

Dev kumarhane Harrah’ın karşısında, mızrak şekilli metal direğin üstüne düşen ikindi güneşi ‘Birisi milyon dolar kazanacak. Bu sen olabilirsin. İçeri gel.’ levhasına vuruyor. Oysa Harrah’ın kapıları kapalı. Önünde kurtarma ekipleri ızgara fırınları kurmuşlar, jeneratörle hamburger, biftek, mısır kızartıyorlar.

*

HAVA kararmaya başlıyor. Acilen çekip gitmem lazım. Kurşun geçmez yeleğinin kemerini sıkan üniformalı polis, ‘Gün batmadan yola çık. Silahlı yağmacıların saati geliyor’ diye ikaz ediyor. Bagajdaki benzin variliyle depoyu takviye ediyorum. Yılda beş milyon turisti barındıran New Orleans’ta tüm oteller ya su altında ya da kapalı.

55 No’lu karayolu ile Mississippi’de kaldığım otele gideceğim. İki saat sonra uygar Amerika’da olacağım.

Karayoluna çıkmak için trafiğin ters istikametine direksiyon kırıyorum. İbre az sonra 140’ı gösteriyor.

Güney istikametinde tek araba yok. Bir saat sonra karanlığa bürünecek şehre kim gelir ki?
Yazarın Tüm Yazıları