Roman seçiciler kurulu aşağıdaki adlardan oluşuyordu:
Mehmet Eroğlu
Asuman Kafaoğlu Büke
Seval Şahin
Cem İlhan
Roman ödülü iki eser arasında paylaştırıldı:
Abdullah Ataşçı
‘Yara Bende’ - Everest Yayınları.
Ayrıca dergilerin özel sayılarını, özel dosyalarını da yazarak, meraklısının bu kalıcı sayıları almasını sağlamak.
Dergilerin tarihini inceleyenler, ilk edebiyat ve sanat hareketlerinin burada yeşerdiğini fark edeceklerdir.
Bu ay yayın dünyasına yeni bir dergi katıldı:
‘Virüs’ (1).
Sorumlu yazıişleri müdürlüğünü Fahri Özdemir’in, genel yayın yönetmenliğini Tozan Alkan’ın yaptığı dergi şöyle sunuluyor:
“Üç Aylık Kültür - Sanat ve Edebiyat Ortak Kitabı”.
Altmışı aşkın ismin yer aldığı derginin yazıları bütün türleri kapsıyor.
‘Önsöz’den bir bölüm alıyorum ki derginin niteliği konusunda bilgi edinin, ürünleri de daha sonra okuyun:
İlki TÜYAP Kitap Fuarı’nda, ikincisi de Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü’nü aldığı törende.
TÜYAP’ta buluştuğumda karşılıklı sevgi ve saygı teatisinde bulunduk.
Kutsal günlerde de bana daima mesaj gönderirdi.
Arif Ay’ın yönettiği dizideki Nuri Pakdil kitabını, ayrıca Hece dergisinin “Edebiyat Dergisi ve Nuri Pakdil”deki yazıları da okudum.
Dergideki üç yazıyı okumanızı salık veririm:
Kurtuluş Kayalı
Nuri Pakdil ya da Edebiyat Eksenli Dünya Açılışı
Rasim Özdenören
Perşembe-cuma günü İzmir’deydim.
İki sergi gezdim, biri Arkas Sanat Galerisi’nde Picasso sergisi, diğeri Folkart Gallery’de Selim İleri-Ali Kotan birlikteliği çalışması.
İzmir’e ben yıllar önce fuardaki bir etkinlik için gittim. Fuar zamanında bir de gazinolarda programlar vardı.
Yıllar sonra İzmir’e Hürriyet Yayınları yönetmeniyken de Halikarnas Balıkçısı’nın kitaplarının basılması için gittim. Çok küçük ölçekte kitapçılar vardı, bazılarını şimdi gezdim, yıllardır kitap için nasıl çalıştıklarını gördüm.
İzmir’in ilçelerinde ise her aradığımızı bulacağımız kitaplardan eser yoktu.
Şimdi olduğu gibi kitap ekleri hayal bile edilmezdi.
Çeşme’de, başka yerlerde en çok satan dergiler fotoroman dergileriydi.
Magazin dergilerinin arka kapaklarındaki reklamı unutmam, zamanında bir yazı da yazmıştım. Hanımlar erkeğinizin şampuanını siz seçin diye.
Turan Akıncı’nın iki ciltten oluşan ‘Beyoğlu’ (Yapılar, Mekânlar, İnsanlar/1831-1923) ve ‘Cumhuriyet’te Beyoğlu’ (Kültür, Sanat, Yaşam/1923-2003) çalışması, tespit yerindeyse bu ilçenin envanterini içeriyor. Yalnız bir semt, ilçe olarak Beyoğlu’nun değil, Türkiye’nin değişiminin de öyküsünü okuyacaksınız. Her semt için dünle bugünün mukayesesi ilgi çekici sonuçlar ortaya koyar. Beyoğlu, kentli yaşama biçiminin tarihinin de geçtiği yerdir. Batı’yla Doğu’nun buluşması ne zaman başladı, nasıl devam etti, bugün hangi aşamada...
‘Giriş’ten alıntı: “İstanbul’da yaşayan ve yolu düşen herkesin Beyoğlu’nda bir hatırası vardır. İstanbul’da insanlar çok şeyi ilk defa Pera’da yaşamıştır. Cadde, 190 yıldır şehrin en önemli çekim merkezi. 1970’lere kadar Beyoğlu, insanların temiz giyinip ve kravat takıp gittikleri bir caddeydi. Beyoğlu’na çıkıldığında sinemaya, tiyatroya, operaya, baloya, gazinoya, kabareye gidilir, lokantaya, kahveye, pastaneye ve sergilere uğranılırdı. Pera Caddesi’nde bir tur atmak çok kişiye yeterdi. Beyoğlu, 190 yıllık bu süreçte şehrin kültür, sanat ve eğlence merkezi olma vasfını hiç kaybetmedi ve yaşam özelliklerini hep korudu.”
◊ Cumhuriyet’in devraldığı tablo
Türkiye Cumhuriyeti, başta Beyoğlu olmak üzere nasıl bir İstanbul devraldı? 1900’lerin başlarında İstanbul’un nüfusu 1 milyon kişiydi. Bu nüfus yapısında İstanbul şehrinde vatandaş olarak 450 bin Müslüman Türk, 410 bin ekalliyet yaşamaktaydı. Ayrıca çeşitli ülkelerin vatandaşı olan 150 bin kişi İstanbul’da ikamet ediyordu. 1860 yılından itibaren İstanbul’a Avrupa’dan yoğun bir nüfus akımı olmuştu. Batılılar, Osmanlı şehirlerine kısa sürede para kazanmak için gelmişlerdi. Osmanlı bakir bir toplumdu ve sosyal yaşamda birçok şey eksikti. Levantenler Osmanlı toplumunun ihtiyacı olan ürünleri getirip satıyorlardı ve kısa zamanda yaşadıkları Beyoğlu ve Galata semtlerinde ticari hayatı ele geçirdiler.
◊ Levanten kültürün sonu, Türkçe bilmeyen azınlıklar
Osmanlı coğrafyasında doğmuş büyümüş ve senelerdir bu topraklarda ticaret yapan azınlıklar vardı ve bu insanlar Türkçe bilmiyorlardı. Çalıştıkları işkolunda egemen olduklarından dolayı kendi iş alanlarında istedikleri lisanda işlem yapıyorlardı.
◊ Çalışanların Türkleştirilmesi
Cumhuriyet ilan edilmiş ve devlet, yeni bir siyasi düşünce etrafında yeniden düzenlenmişti. Osmanlı Devleti’nin çok milletli bir toplum düzeni geride kalmıştı.
Birçok kimse buralarda edindiği bilgilerle iş hayatına atılmıştır.
Geçen cumartesi günü Tophane-i Âmire’de ‘Türk İğnesinin Mucizesi-Olgunlaşma Enstitüleri’ başlıklı bir sergi açıldı.
Emine Erdoğan açılış konuşması yaptı.
Kataloğun başındaki yazısında, Türk kadınının yerini, üretici yanını vurguladı:
“Bu toprakların kadınları, Anadolu’nun eski baharlarından bugüne dek, hayatın daima üreten, değer katan ve dönüştüren dinamiği olmuşlardır. Olgunlaşma Enstitüleri’nin dün olduğu gibi bugün de vizyonu, Türkiye’nin folklorik ve kültürel birikiminin el sanatlarında yaşatılarak, bize has tasarım kültürünün uluslararası alana açılmasıdır.”
Çocukluğumda ailemin bu enstitüyle nasıl ilişki kurduğunu, o ürünlerden aldığını anımsıyorum.
Benim için önemli olan gerçekten her ülkenin zevkinin yansıdığı yerlerden biri. Buradan çıkan işlerin sadece belli günlerde teşhirinden yana değilim, enstitülerin mağazalarının olmasını öneriyorum. Bazı yerlerde insanlar buralara gelip alışveriş yapabilmeli.
Bizim dokumalarımız, kumaşlarımız buralarda kullanılmalı.
Birgit, sevdiğim, saydığım dostlardan biriydi. Hürriyet Vakfı’nda birlikte çalıştık. Siyaset dünyasında bakanlığa kadar yükselmiş ve ilkelerini siyaset uğruna yok saymamıştı.
Hürriyet Kitap Sanat’ta bu haftaki yazımda Antalya’daki karikatür yarışmalarından söz ettim ve onu da andım. Bakanlığı döneminde önemli olaylarda bütün gazetecilere nasıl eşit davrandığını, rahmetli Erol Simavi anlatmıştı.
Antalya’da karikatür yarışmaları döneminde epeyce dostluk kurduk, ayrıldıktan sonra da görüştüm.
Kalp ameliyatından önce onu Florence Nightingale Hastanesi’nde ziyaret ettim. O ayrıldıktan sonra bir süre vakıf yönetiminde halef selef olmuştuk.
Eski Hürriyet binasında öğle yemeğini üçü bir arada yerdi. Doğan Heper, Orhan Birgit, Oktay Ekşi... Kahve sonrası siyaset üzerine sohbet ederlerdi. Oktay Ekşi, Orhan Abi’den eski günlere dair bilgiler alırdı. Konuşmaları önceki Meclis toplantılarından anılar süslerdi.
Bir süre gazete değerlendirmelerinde danışmanlık yaptı.
İki tane kitap yayımladı:
Evvel Zaman İçinde
Heykelle ilgili her sergi, heykele ve sanatçısına yapılan her yatırım bana göre özel bir önem taşıyor.
Çünkü heykel türü çok desteklenen, kurumların ilgisini çeken bir tür değil. Oysa holdinglerin, kurumların geniş alanlarını tek süsleyen, havasını ısıtan heykeldir.
Bir binaya girer girmez, gözlerim önce beni karşılayacak heykeli arar, sonra da duvarlara bakarım. Resim ararım.
‘Heykelde Yeni Keşifler’ sergisinin açılışına gitmiştim, gerçekten de genç kuşağın yapıtları heykel sanatının geleceği açısından umutlandırdı.
Müzayedeyi Maya Portakal Bitargil yönetti. Raffi Portakal’ın kızı. Dört kuşaktır müzayedeleriyle, sergileriyle sanat ve kültür hayatımıza katkıda bulunuyorlar.
Gençliğimde müzayede ilanlarına baktığımda, belleğimde kalan tek ad var: ‘Portakal’.
Portakal Ailesi’nin, Raffi Portakal’ın hayatını, yaptıklarını öğrenmek isterseniz Enis Batur’un hazırladığı kitabı salık veririm.
Bitargil,