Paylaş
Türkiye, “yeni anayasa”nın parametrelerini konuşmaya henüz başlamışken, Suriye, geldi Türkiye’nin kapısına dayandı.
Suriye’nin Türkiye’nin kapısına –siyasi sorun önceliği anlamında-dayanmasının somut göstergelerinden biri, 10 bine yakın Suriye vatandaşının sınırı aşıp Türkiye’ye sığınması. 10 bini aşkın insan da, Türkiye’ye sığınmak üzere, sınırın öte tarafında bekliyor.
Suriye’de olaylar başladığında Türkiye’nin korktuğu ama beklediği “mülteci dalgası” öylesine vurucu bir gerçek haline geldi ki, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, ilk kez seçildiği milletvekilliği mazbatasına almak üzere Ankara’ya gideceğine, ilk iş olarak Yayladağ’a, Hatay sınırına gitti.
Başşar Esad ise adından anlaşılabileceği gibi bir Türkmen olan ve iki yıl öncesine dek Suriye Savunma Bakanı olan Orgeneral Hasan Türkmeni’yi Ankara’ya Tayyip Erdoğan ile görüşmeye gönderdi.
Suriye’de “tampon bölge”
Bu arada, Türkiye’nin “göç dalgası” dayanılmaz boyutlara ulaşırsa –ki, böyle bir ihtimal var- Suriye topraklarına gireceği ve orada bir “tampon bölge” oluşturacağına ilişkin üzerinde durulması gereken spekülasyonlar yayılıyor.
Bölgede yaşayan tanınmış İngiliz gazetecisi Robert Fisk’in daha önce ortaya attığı bu ihtimali, M. Ali Birand da bazı “kaynaklara” dayanarak dünkü yazısında dile getirdi.
“Birincil kaynaklar”dan benim de edindiğim böyle bir “senaryo” üzerinde, iki ay öncesinden beri duruluyordu. Ancak, böyle bir “senaryo”, açıkça ifade edilmese de, Suriye’deki gelişmelerin “Kürt boyutu” ile ilgili.
Yani, Hatay’a bitişik Suriye topraklarında Kürt yoğunluklu İdlib ve Şırnak ve Mardin iline bitişik Kamışlı, Amude ve Derbesiye gibi Suriye Kürt şehirleri de büyük mülteci dalgalarına yol açacak şekildeki gelişmelerin içine yuvarlanırlarsa, söz konusu “senaryo”nun ciddiyet kazanması muhtemel.
BM’nin iyi niyet elçisi Angelina Jolie’nin bugün Hatay’da bekleniyor olması, uluslararası kamuoyunun dikkatlerini, tıpkı 1991’de Irak Kürtlerinin göç dalgası üzerine ABD Dışişleri Bakanı James Baker’ın Şırnak-Hakkari sınır boyuna gelmesinde olduğuna benzer biçimde, Türkiye-Suriye sınırına odaklaştıracak.
Suriye, Türkiye’nin dediklerini yapamaz
Türkiye’nin Suriye’ye yönelik tavrı ne?
Bu, Başbakan Tayyip Erdoğan defalarca ve en son dün, büyükelçiler toplantısının ardından Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından ortaya kondu:
1. Şiddet ortamının son bulması;
2. Reformların, bir takvime bağlanarak, acilen yürürlüğe konması.
Bu “ilkesel” bir tavır. Devlet Başkanı Başşar Esad’ın ismi yazılı “kredi kartı”nın terkedilmediğinin ifadesi. Ama, hükümet, Suriye’ye hükmeden “Esad klanı”nın, rejimin mezhebi “Alevi-Nusayri” özelliğinin, her ikisinin kontrolündeki “muhaberat rejimi” karakteristiğinin ve Baas’ın damgasını taşıyan “tek parti” yönetiminin, bu “istekleri” yerine getirme yeteneğine sahip olmadığının ve olamayacağının da gayet iyi farkında.
Her geçen gün, Türkiye’nin şüphelerini de güçlendiriyor ve orta vadede ve “stratejik” olarak, Türkiye, Suriye’deki rejimin alternatifi üzerinde de kafa yormaya ve buna hazırlanmaya yöneliyor.
“Suriye’deki kriz” üzerine kısa süre önce yayımlanmış bir Stratfor değerlendirmesi, Suriye’deki azınlık rejiminin dayandığı “dört temel sütunu” doğru tanımlıyor:
1. Esad ailesinin (ya da klanının) elindeki iktidar;
2. Alevi-Nusayri iç bütünlüğü;
3. Askeri-istihbarat cihazının üzerindeki mutlak Alevi-Nusayri denetimi;
4. Baas Partisi’nin siyasi sistem üzerindeki tekeli.
Bu sütunlardan biri ya da birkaç veya tümü yıkılmadan veya çatlamadan, rejimin kolay pes etmeyeceği ve Suriye’de kan döküleceği belli.
Bana sorarsanız, bir şey daha belli: Bu yapı, Türkiye’nin isteklerini, yani reformların vakit geçirmeden uygulamaya geçirilmesi ve şiddet ortamının son bulmasını, yerine getiremez.
Zira, getirmesi demek, bu yapıda bir rejimin sonu; söz konusu “dört sütun”un birden çökmesi demektir.
Suriye dediğiniz 22 milyonluk bir ülke. Alevi-Nusayri azınlığı nüfusun yüzde 7’si (1.5 milyon, genellikle Lazkiye ilinde yoğunlaşmış vaziyette); buna karşılık ordudaki subayların yüzde 80’i. Az oranda Şii, İsmaili, yüzde 3 Dürzi ve yüzde 12’lik Hristiyan nüfus ile, rejim, esas olarak, ülkenin dört biri üzerinde bir kitle tabanına dayanıyor.
Acımasız bir güvenlik rejimi için önemli bir kitle tabanı. Tabii, bir de, “kaybeden tarafta olmamak” için, olaylara fazla girmeyen Kürtler de (yüzde 10-12) hesaba katılırsa, kurumları olmayan ve örgütlenmemiş bir muhalefet de göz önüne alınırsa, rejime karşı ayağa kalkmış yüzde 75’lik Sünni nüfusun oranı biraz daha azalıyor.
Rejimin geleceği yok
Ancak, elini halkının kanına bulamış, giderek uluslararası tecritten ötürü ekonomisi de allak bullak olmaya başlayan rejimin geleceği de yok. Kalmadı. Kalmayacak.
AB ambargosu nedeniyle petrolünü satamıyor. Ülkedeki çalkantılardan ötürü, gelirlerinin dörtte birini meydana getiren turizm gelirlerinden de oldu. Ekonomik durumunun bozulmasının yakında siyasi sonuçları de olacak. Söz konusu “dört sütun”da, ister istemez, çatlaklar meydana gelecek.
Geliyor da zaten. Türkiye’ye göç dalgasını tetikleyen Cisr el-Şugur’a Mahir Esad’ın komutasındaki birliklerin, iki kuzen Favvaz Esad ve Munzur Esad komutasındaki “Şebiba” adlı paramiliter haydutların eşliğinde saldırısı ve katliamının ardında, şehirdeki devlet güvenlik örgütünün askeri istihbarata başkaldırması ve Sünni askerlerin halka ateş açmayı reddederek, ordudan kopması yatıyor.
Benzeri durum Deraa’da ve Hums’da da olmuştu. Yani, olaylar geliştikçe, rejimin dayandığı sütunların çatlamasının önüne geçilemez. Bu rejim, sonunu getirecek reformları da yapamaz.
Orhan Miroğlu, dün, gerçi CHP’yi yazmıştı ama Suriye’deki Baas için çok doğru bir tespitte bulunmuştu:
“Ortadoğu’da Baasçılık çok sert ve keskin mücadeleler sonucu tasfiye ediliyor. Kemalizm’in tasfiyesi ise şiddet barındırmayan bir tasfiye biçimi olarak ve asıl olarak sandıkta gerçekleşiyor.”
Yüzde 50’lik seçmen gücüyle iktidar olan ve yukarıdaki gözleme ilham veren Tayyip Erdoğan hükümeti, zalim bir diktatörlüğü gözler önüne seren Baasçı Suriye’ye karşı ne tavır takınabilir ki?
Halkçı ve demokratik bir ülke, yanıbaşındaki gelişmelere karşı kendi değerleri ve dönüşümü üzerinden tavır almaya mecburdur. Ve, tam da bu nedenle “Kürt sorunu”nun Türkiye’de çözülmeye başlanması mecburidir.
Yarın devam edeceğiz...
Paylaş