Bu seçim kampanyasının en çarpıcı yönlerinden biri, bir sürü “ilk”in yaşanmış olması olmalı. Örneğin bir CHP Genel Başkanı, 9 yıllık bir aradan sonra ilk kez Diyarbakır’a gitti, konuştu.
9 yıl ciddi bir süre. İki yasama döneminden daha fazla. Bir MHP Genel Başkanı’nın –Devlet Bahçeli- Diyarbakır’a 16 yıl aradan sonra ilk kez gidip konuşması da, bayağı bir “olay”. 16 yıl ne demek, dile kolay, tam dört yasama dönemi demek. Yani, neredeyse Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana, Alparslan Türkeş’in binlerce polis ve kürsüde kalaşnikoflu korumalar eşliğinde Diyarbakır’da yaptığı konuşmadan, ilk kez MHP Genel Başkanı sıfatı ile Devlet Bahçeli ayak bastı Diyarbakır’a. Bu, tabii ki, önemli. Daha da önemlisi, MHP Genel Başkanı’nın Diyarbakır gibi bir yerde Kürtlere hakaret etmiş olması. Bu da galiba “ilk kez” oluyor. Bahçeli, hem de Diyarbakır’da “Siz bizim her şeyimizsiniz. Gönlümüzdesiniz, dilimizdesiniz. Washington’dakiler sizi benden fazla sevemez. Brüksel’dekiler benden daha çok anlayamaz. Erbil’deki peşmerge sizi benden çok sahiplenemez” diye meydanda bulunmayan Diyarbakırlılara “aşkını” haykırdığı bir konuşmada hakaret etti Kürtlere. Bölgenin insanları yani Kürtler, niçin Devlet Bahçeli’nin ve arkadaşlarının “gönlünde” ve “dilinde”; “Erbil’deki peşmerge” bile (yani bundan 90 yıl önce kendilerine Irak Kürtleri denmeyen Kürtler, yani Diyarbakır’dakilerin soydaşları, kardeşleri) niçin onları Devlet Bahçeli kadar sahiplenemez, MHP Genel Başkanı’nın konuşmasından pek anlaşılamıyor. Çözümün değil sorunun parçası Anlaşılabilen şu: Bahçeli, Türkiye’nin Kürtlerini, “Türk milleti” içinde mütalaa ediyor. “Türk milleti” bu durumda “üst kimlik”. Haliyle, Irak’takiler Kürt olarak kalıyorlar; Türkiye’dekiler ise alicenap bir tavrın muhatabı olarak “Türk milleti” içine alınmış olduklarından, Devlet Bahçeli’nin sevgisine de mazhar oluyorlar ve “Türk milleti”nden ayrılmalarına da, dolayısıyla, izin verilmiyor. MHP ve o zihniyet yapısının ne Kürt sorununa, ne ülkemizdeki Kürtlere, ne bölgeye ait hiçbir şey anlamadığını, anlamayı reddettiğini ve bu nedenle Kürt sorununun çözümünün bir “parçası” olamayacağını, tersine “sorunun bir parçası”nı oluşturduğunu görmek için, Devlet Bahçeli’nin Diyarbakır konuşması mükemmel bir örnek. İşin buraya kadarki bölümü “idrak” ile ilgili. “Hakaret”, konuşmasının şu sözlerinde: “Anadili anayasaya koyunca karnınız doyacak mı? Sırtınıza yeni elbise alabilecek misiniz?” Bahçeli, insanların kimliğine yönelik en hakaretamiz, en kabul edilmez bu değerlendirmesinden önce “Hiç kimsenin kökeni kimseyi ilgilendirmiyor. İlgilendirmemeli. Anadiliniz ne olursa olsun konuşmasına saygımız vardır” sözleriyle sözde bir hoşgörü ve “çağdaş” anlayış koymuş gibi görünüyor. Kürtlerin kendi aralarında Kürtçe konuşmalarına da bir şey demiyor, hatta “saygısı” bile var. Ama, iş anadile gelince, bir başka deyimle anadil önündeki anayasal engellerin kaldırılması söz konusu olunca; “karnınız mı doyacak, sırtınıza yeni elbise alabilecek misiniz?” Bu sözlerin daha anlaşılır Türkçe’ye tercümesi şu olabilir: “Sen kimliğini bir yana bırak, karnını doyurmaya, üstüne başına bir şey geçirmeye bak!” İnkar ve asimilasyonun MHP’cesi İnsan onuruna, bir kimliğe bundan daha ağır bir hakaret ne olabilir? Bir insanın anadilinden başka, bir kimliğin “varoluşsal ifadesi” olarak ne vardır? Adına Kürt sorunu denilen ve onyıllardır katmerleşerek çözülemeyen ve bir kangren halini alan ve Türkiye’yi iki büklüm bırakan sorunun özü, zaten, Kürtlerin inkarı ve asimilasyonu ile ilgilidir. Devlet Bahçeli’nin Diyarbakır’daki konuşması, esas olarak, “inkar ve asimilasyon”un onun ağzından deklarasyonundan ibaret olmuştur. MHP Genel Başkanı, Başbakan Tayyip Erdoğan’ı suçlayarak, kendisi için çizildiğini iddia ettiği “Sivas-Gavurdağı çizgisinin ötesine geçemez” görüşünü Diyarbakır’a gelerek yerlebir ettiği kanısıyla “muzaffer” bir havaya bürünmüş olabilir ama Diyarbakır’da onu dinleyenler arasında pek Diyarbakırlı yoktu. Çoğunlukla Elazığ’dan, Osmaniye’den, Adana’dan vs. taşınmış MHP’lilerden oluşan bir topluluğa Diyarbakır’da hitap etmiş ve Kürtlere Diyarbakır’dan hakaret etmiş olmasını, yine de bir tür “zafer” olarak değerlendirenler ya da Türkiye’de bir tür “normalleşme” işareti olarak görüp selamlamak isteyenler çıkabilir. Böyleleri var. Ancak, bunu Diyarbakır halkının ve Kürtlerin, PKK-BDP çizgisinin çağrısına uyma disiplininin bir göstergesi olarak değerlendirmek daha isabetli olur. Hiç kimse kendisini aldatmasın. Devlet Bahçeli, bu kafa yapısı ve bu söylemle Diyarbakır’a gelip konuşmuş ise, bu, halka ona sırtını çevirmesi ama müdahale edilmemesi çağrısına uyulduğu için mümkün olmuştur. Haziran 2011’de Diyarbakır’daki konuşmasını “Ne mutlu Türküm diyene” diye bitiren bir siyasi liderin ne geçerli bir “Türkiye ufku” vardır; ne de Türkiye’nin geleceğinde anlamlı bir yeri. Sadece onun değil, Türkiye’de Kürtleri anlamayan, Kürtleri hissetmeyen, anlamayı kabul etmeyen, sadece aklı değil vicdanı kilitlenmiş hiçbir Türk siyasetçisinin de Türkiye’nin geleceğinde kalıcı bir yeri olmayacak.