Tayyip Erdoğan’ın dışarıda “Esed”i, içeride kendi ve üstelik mazlum ve mağdur vatandaşlarına karşı kullandığı o şedit, tehditkâr dil, söz konusu Rusya ve Putin olunca yumuşayıveriyor. O “saldırgan” ve “ısırgan” dil gidiyor, yerini “kırılgan” bir insanın düşük perdeden ifade ettiği serzenişler alıyor.
NATO üyesi müttefik ülkelere hitap ederken bile esirgemediği buyurucu ve uyarıcı dil, Rusya ve Putin’e dönük olarak “kırılgan” bir insandan çıkar gibi, “ricacı” bir hale bürünüyor.
Rusya, 3 ve 4 Ekim günleri Türkiye’nin hava sahasını ihlal etti. İlkini “navigasyon hatası” diye geçiştirdiler. Rusya’nın Ankara Büyükelçisi’nin Dışişleri Bakanlığı’na davet edilerek, protesto edilmesinin üzerinden bir gün geçmeden, bir hava sahası ihlali daha. Dahası sınırda devriye uçuşu yapan 10 Türk F-16’sının radarları, “milliyeti tespit edilemeyen” bir uçak tarafından yine 4 Ekim günü kilitlendi.
Besbelli ki, Rusya, Türkiye’yi ve tepkisini ırgalamıyor. Aksi halde, büyükelçisi Dışişleri’ne çağrılıp, protesto notasına muhatap olduktan bir gün sonra, bir daha “ihlal” söz konusu olabilir mi?
Zaten, Türkiye ile değil, bu konuda NATO ile polemiğe giriyorlar. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, “Rusya’nın Türkiye hava sahası ihlali yanlışlıkla olmuş görünmüyor” dedi. Doğru söyledi. Rusya da ona lâf yetiştiriyor.
Rusya Savunma Bakanlığı’nın web sitesinde yayınlanan açıklamada, Su-30 jetinin planlı operasyon sırasından birkaç saniyeliğine Türkiye hava sahasına girdiği belirtildi. Operasyon bölgesinin Türk sınırından 30 kilometre mesafede olduğu belirtilerek, "Her hangi bir komplo sebebi aramaya gerek yok" denildi.
Yani, Rusya, NATO’ya “Suriye’deki operasyonları kendi bildiğimiz usûlde sürdüreceğiz” demiş oluyor.
Nitekim, itibarlı bir uluslararası danışma kuruluşu olan Eurasia Group, bu konuda şu dikkat çekici yoruma yer veriyor:
“Rusya’nın Suriye’ye bir sınırı yok. Rusya Suriye’yle niye bu kadar ilgileniyor… Dün (önceki gün) yaptıkları operasyonlarla bugün devam eden operasyonlarda 65 kişinin öldüğünün haberini aldık. Nerede? Hama, Humus ve Halep taraflarında. Şimdi bu çok manidardır. Çünkü Rusya DAEŞ’e karşı burada bir mücadele vereceğini bizim Büyükelçiliğimize gönderdiği yazıda ifade ediyor. Ama DAEŞ’e karşı değil tam manasıyla rejime karşı direnen ılımlı muhalefete karşı bunu yaptı ve sivil insanlar öldürüldü, sivil insanların öldürülmesini de görmemezlikten geliyorlar…
Uçaklarla yapılan bu saldırılarla ilgili olarak Sayın Putin ile elbette görüşeceğim. Kendileriyle daha önce Moskova’da yaptığım görüşme çerçevesinde dışişleri bakanlarımızın yaptığı görüşmeleri, bundan sonraki süreci, kendileriyle değerlendireceğim. Bu konuda üzüntülerimi de kendisine ifade edeceğim. Madem ki iki dost ülkeyiz, bu konuda attıkları adımı, yaptıklarını tekrar gözden geçirmelerini isteyeceğim…”
Sanki Rusya’nın Suriye politikasının geldiği noktadaki “temel sorun”, ne yaptıklarını Tayyip Erdoğan ile görüşmemiş, dolayısıyla “gözden geçirmemiş” olmaları.
Erdoğan daha on gün önce Moskova’daydı. Yola çıkmadan önce “Sayın Putin’e” Moskova’dan Suriye politikasına ilişkin gelen haberler üzerine “üzüntülerini bildireceğini ve bir işbirliğine vararak Moskova’dan döneceği ümidi”ni yandaş kanallardan birine uzun uzun anlatmıştı.
Ahmet Hakan’a saldırının “teşhis”i, “anlamı” ve “muhtemel sonuçları”na ilişkin en doğru, en çarpıcı satırlar Yavuz Baydar’dan geldi.
Türk medyasının en bilinen “ombudsmanı”dır Yavuz Baydar. Medya ortamı üzerinde Harvard’da altı ay kalarak kaleme aldığı çalışma, “Bir Açık Hava Hapishanesi Olarak Haber Merkezi: Türkiye Medyasında Yozlaşma ve Otosansür” adıyla iki dilde (Türkçe-İngilizce) yeni yayımlandı.
“Ahmet Hakan olayı”na ilişkin olarak Bugün gazetesinde dün yer alan “’Mafya Tutulması’na kapılmış sürüklenen utanç ülkesi” başlıklı yazısının şu satırlarını kaydedelim:
“Epeydir medya patronlarını esir veya satın almak, gazeteci kovmak, susturmak yetmemişti; ardından robotlaştırılmış bir siber holigan güruhu en ağır nefret söylemiyle, tetikçi köşelerinden, kanun tanımadan, sistematik olarak kalan bağımsız ve hür seslere en korkunç tehditleri yağdırdı durdu.
Birleşmiş Milletler’in New York’ta bu yılki genel kurulu, “ağır sikletler gösterisi” gibi cereyan etti. ABD Başkanı Barack Obama konuştu. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 10 yıl aradan sonra ilk kez BM Genel Kurulu’nda boy gösterdi. İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani de katıldı ve konuştu. Ve, Mao’dan bu yana Çin’in “en güçlü ve otoriter lideri” olarak tanıtılan Cumhurbaşkanı Xi Jinping de.
Böyle bir BM Genel Kurulu’nda, “baş konu”nun Suriye olacağı ve Putin’in Suriye’ye ilişkin Rus askeri yığınağının ardından New York’u bir “diplomatik taarruz” alanı olarak kullanacağı bilinirken, Türkiye’nin de “ağır siklet” düzeyinde, yani Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile temsil edilmesi beklenirdi.
Ama Türkiye, geçen hafta Moskova’da “Suriye ayarı bozulan” Tayyip Erdoğan yerine “hafif siklet” Başbakan Ahmet Davutoğlu ile temsil edildi.
Nitekim, dünya basınını izleyenlerin, Davutoğlu’nun New York’ta bulunduğundan haberi yok. Onun isminin geçtiği tek satır yok. Bizler, Türk medyası sayesinde, New York’taki basın toplantısında Suriye ve diğer konulardaki açıklamalarından haberdar olduk.
Sovyetler Birliği döneminde bile üzerinde hiç çıkartmadığı o “Slav mistisizmi”nden eser yok.
Moskova, her köşesine tarih sinmiş olmasına rağmen geçmişte yaşamaktan ziyade geleceğe bakan canlı bir şehir görüntüsünde.
Büyüsünü ise hiç terketmemiş…
Kendi kişisel tarihimdeki çok özel yerinden ötürü ben yine “tarihi Moskova”da yaşamaktan kendimi alıkoyamıyorum.
MOSKOVA -
Salı gecesi televizyon ekranında, canlı yayında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan konuşuyor. Şu sözlerine kulak kabartıyorum:
“Yarınki ziyaretimin birinci başlığı Moskova'da muhteşem bir cami inşa edildi, budur. 10 bin kişilik dev bir cami ve açılışını yapacağız. Ardından Putin ile görüşeceğiz. Tabii ki görüşmenin ana ekseninde Suriye meselesi var.”
Devam ediyor:
“Çünkü onların açıklamaları oluyor ve her iki tarafı da üzüyor. Aldığımız haberler hoş değil. Çünkü bizim Rusya ile ilişkimiz çok farklı bir konumda. Buna rağmen bunların olması bizi ciddi anlamda üzmüştür. Ümit ederim Putin ile anlaşarak Rusya'dan ayrılırız.”
Tayyip Erdoğan’ın, Vladimir Putin’e “gizli sempatisi” veya “zaafı” sezilebiliyor.
Her ikisi de “tek adam”lık ve “otoriter yönetim” tarzı bakımından benzer özelliklere sahip şahsiyetler. Hafta başında Foreign Policy’de yayımlanan John Hannah imzalı bir yazıda Tayyip Erdoğan “Anatolian Putin” yani “Anadolu’nun Putin’i” olarak tanımlanmıştı.
Aralarındaki “ortak özellikler” belli ki, Tayyip Erdoğan’ı “Ey Putin” diye hitap etmekten alıkoyuyor. Oysa, Putin kadar Erdoğan’ın “dış politika hesapları”na taş koyan bir başka lider pek yok.
Bundan iki hafta kadar önceydi. Boston’a beni götürecek uçağın kapısına yürürken “akıllı telefonu”uma düştü mesaj. Okuyunca yüreğim burkuldu:
“Merhaba Cengiz Bey,
Ben Abdullah Demirbaş'ın kızıyım. Biliyorsunuz babam 05.08.2015 tarihinde gözatına alındı ve 08.08.2015 de tutuklama kararı çıktı. Bizler ailesi olarak çok endişeliyiz. Daha önce de 2009’da böyle bir durum gerçekleşti ve babam hayati bir tehlike atlattı. Kendisinin hewrediter derin ven trombozu (kalıtımsal kan pıhtılaşması) rahatsızlığı var. Bu hastalık çoğu kez bacaktaki toplardamarlarda pıhtı oluşmasıdır. Oluşan pıhtının bacak toplardamarlarını tıkanması sonucu bacakta şişlik, ağrı ve yürüyememe şikayeti oluşurken, pıhtının bulunduğu yerden kopup akciğere gitmesi ile akciğer embolisi olarak isimlendirilen nefes darlığı, öksürük ve göğüs ağrısı ile karakterize olan ve bazen ölümcül olabilen bir durum gelişebilir. Cezaevi koşulları malesef ki bu hastalığın baş düşmanlarından. Bu güne kadar yazılı ve görsel basında gerçekdışı bir çok şey yazıldı fakat bizim yani ailesinin görüşü hiçbir şekilde sorulmadı. Biz babam için endişeleniyoruz. Babamın tutuklu olması yaşam hakkının ihlalidir, onu ölüme terketmektir.
Dosya üzerinde gizlilik kararı mevcut olduğundan avukatların ayrıntılı savunma yapamadığını da önemle vurgulamak isteriz. Dosyadaki kısıtlılık ve gizlilik kararı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı bir durumdur.
Ekte babamın sağlık raporlarını ve yapmış olduğumuz itiraz dilekçesini koyuyorum inceler ve yanımızda olursanız seviniriz.”
Böyle yazıyordu. Kelimesi kelimesine.
Bu mesajı bana gönderen Abdullah Demirbaş’ın kızı Berfin, babasının yakın dostu olduğumu biliyordu. Bir “dosttan medet umma” duygusuyla göndermişti bana bu mesajı.
Abdullah Demirbaş’ın hastalığını gayet iyi biliyordum. Gönderilen sağlık raporlarını okumama gerek yoktu. Zaten oldukça sık sayılabilecek bir şekilde görüşüyorduk. Her karşılaştığımızda ya da telefon görüşmemizde, hal hatır sormaya girişmeden önce ilk sorum sağlığına ilişkin olurdu.
AKP listesindeki 'aday soykırımı' partinin kongresinden bir hafta sonra geldiği noktada 'gücü'nü değil tam tersine 'zaafı'nı yansıtıyor.
TREVİSO- Venedik’in yarım saat kuzeyinde, Treviso. Nüfusu 100 binin üzerinde, bizdeki Cizre kadar sayılabilir.
Bu küçük şehirden dünya markaları haline gelmiş olan Benetton’un, Stefanel’in, Sisley’in, Diadoro’nun çıkmış olması tuhaf. Treviso’nun, bu Ortaçağ şehrinin hiç öyle iddialı bir havası yok.
Gelgelelim “dinlerarası diyalog, medeniyetler arası uzlaşma, çoğulcu yaşam” gibi devasa başlıklar altında uluslararası girişimlere destek olmak ve ev sahipliği yapmak gibi bir iddia taşıyor.
Treviso’nun eski şehir merkezinde Palazzo dei Trecento var. Trecento Sarayı, 13. ve 14. Yüzyıldan kalma, sadeliğin mimarisinin güzelliğine sahip eşsiz değerde bir yapı. Saray denince, Ankara’daki Beştepe Sarayı ile karıştırılmasın. İki katlı. İkinci katı boydanboya koca bir salondan ibaret.
Orada, tarih boyunca Treviso Şehir Meclisi toplanmış. Bu haftasonu, Birleşmiş Milletler Medeniyetler Diyaloğu, İtalya Dışişleri Bakanlığı, Treviso şehir yönetimini ve Soleluna (Güneş-Ay) adlı sivil toplum girişiminin ortak girişimi ve ev sahipliğinde “Vicdan, Düşünce ve Din Özgürlüğü-Toplumsal, Ekonomik ve Kültürel İlerlemenin Sınırı” başlıklı uluslararası bir toplantı yapılıyor.