Aradan birkaç gün geçmedi ki, “gerçekçilik” umudun yerini aldı. “Yeniden seçim” ya da bir “erken seçim”in kaçınılmazlığına ilişkin en ufak bir kuşkum olmadı.
Bir “koalisyon”un kurulacağını sananlara, ayrıca arzulayanlara –yerli ya da yabancı-, koalisyonun kurulmasının mümkün olmadığını nedenleriyle izah ederek, “kategorik” biçimde şu görüşü ifade ettim:
Türkiye, 2015 Kasım ayında bir kez daha seçim yaşayacak!
AKP-MHP koalisyonu ihtimalini hiç mümkün görmüyordum. Nedenlerini 7 Haziran’ın hemen ertesinde yazdım. AKP-MHP koalisyonu aynı seçmen tabanı üzerinde rekabet eden ve “birbirlerinin cebindeki cüzdana göz diken” iki kişinin ortaklık kurması gibi olurdu. Böyle bir ikilinin seçim hükümeti kurması bile “gerçekçi” olamazdı.
Nitekim, Ahmet Davutoğlu’nun “seçim hükümeti” girişimi böle böle sadece MHP’yi böldü. Tuğrul Türkeş ismi üzerinden, “türdeş kardeşler”den AKP’li olanı, MHP’li olanında “çatlak” oluşturmayı başardı.
AKP-CHP koalisyonu da bir dizi farklı nedenden ötürü asla “gerçekçi” ve mümkün değildi. Ahmet Davutoğlu’nu hükümeti kurma görevi verildikten sonra olan-bitenin tam anlamıyla bir “tiyatro” olduğunun farkındaydım.
“Senarist” ve “rejisörü” aynı kişi olan “tiyatro oyunu”, doğru dürüst ezberleyemediği rolünü, sürekli olarak kendisine “sufle” edilen “replikler”le oynayan bir “geçici başaktör” ile oynandıktan sonra bitti. 1 Kasım’da yeniden seçim yaşayacağız.
Sonuçta, Tayyip Erdoğan, yüzde 22.4 oy oranı ve 2 milyon oy ile, yüzde 21.8 oran ve 1 milyon 992 bin oy alan İlhan Kesici ile yüzde 19.7 oran ve 1 milyon 800 bin oy alan Zülfü Livaneli’yi geride bırakarak seçimi kazanmıştı.
Gentile Bellini ve Paolo Veronese nin Fatih portreleri...
O günlerde televizyon kanalları adayları, canlı yayınlarda, bir grup gazetecinin karşısına dizerler; gazetecilerin sorularıyla terletilen adaylar İstanbul’a ilişkin projelerini açıklarlardı.
Yerel yönetim konularıyla pek ilgim olmamasına rağmen, rica üzerine, TGRT’de benzer bir açık oturumda yer almıştım.
Amerikan savaş uçaklarının İncirlik’ten devreye girip, IŞİD hedeflerini bombalamaya başlamasıyla, Türkiye siyaseti yeni bir evreye girdi.
Zira, bu “operasyon” devam ederse, -ki, ABD açısından etmesi ihtimali yüzde 100’e yakın- Türkiye’nin içi-dışı IŞİD’in saldırı hedefi haline kendiliğinden gelmiş demektir.
Hatırlayalım: IŞİD, Irak el-Kaide’si, bir diğer adıyla el-Kaide el-Rafideyn yani Mezopotamya el-Kaidesi olan örgütün devamıdır. O örgütün ilk adı ise “Tevhid ve Cihad”dır ve kurucusu 2006 yılında bir Amerikan hava operasyonunda öldürülmüş olan (Ürdün’lü) Abu Musab el-Zarkavî’dir.
Abu Musab el-Zarkavî’nin örgütü, 2003 Kasım ayında yani Irak Savaşı’nın başlamasından altı ay sonra, İstanbul’da iki ayrı tarihte (ikincisi 20 Kasım) büyük çaplı terör eylemlerine girişmiş, Sinagog, İngiltere Başkonsolosluğu ve HSBC’deki büyük bombalama eylemleri, çok sayıda insan hayatını mal olmuştu.
Kürt sorunu ile ilişkimin yarım yüzyıla yakın bir geçmişi var. Kürt sorununun tarihçesini, özelliklerini ve aktörlerini Türkiye’de ve dünyada en iyi bilenler arasında sayılıyorum.
Yurt içinde ve dışında bu konuda katıldığım akademik nitelikteki sempozyum, seminer, panel ve konferans sayısı hatırlayamayacağım kadar çok.
Kürt sorunu ile ilişkimin nasıl oluştuğunun ve hangi aşamalardan geçtiğinin ayrıntılı öyküsünü, “Mezopotamya Ekspresi” adlı kitabımda bulabilirsiniz.
“Mezopotamya Ekspresi”, 2012’de yayımlandı. Ortadoğu bölgesinin yakın tarihi konusunda güvenilir bir referans kitabı. Arapça ve Kürtçe’ye (Sorani) çevrildi. Kürtçesinin ikinci baskısı, Celâl Talabani’ye ithaf edildi ve kısa süre önce Süleymaniye’de yayımlandı.
Amerikan iç ve dış politikasında uzman bir arkadaşım –görmeyeli ve görüşmeyeli uzunca bir zaman oldu- biraraya gelişimizin daha ilk beş dakikası içinde yöneltti soruyu:
“Amerikalıların Türkiye’ye karşı izlediği politikaya ne diyorsun? Bana öyle geliyor ki, Tayyip Erdoğan’a kendini asması için ipi uzatıyorlar?”
Havuz medyasında beslenen “tetikçi taifesi” akıl ve ahlâktan nasibini almamış için, bunu da çarpıtıp bir saldırı vesilesi haline getirebilirler diye baştan söyleyeyim: “Kendini asması için ip uzatmak” bir deyimdir. “Yanlış yolda olduğundan ve hata yapacağından emin olduğu biriiini destekliyor görüntüsü vererek, altından halıyı çekmek” politikasını anlatır.
Sorduğu sorunun cevabını benden beklemeden yorumunu da sundu:
LONDRA - “Gidişat...” başlıklı dün yayımlanan yazıyı bir Londra sabahına uyanır uyanmaz yazmıştım. Aradaki saat farkı nedeniyle, Londra’da hayat başlamamıştı ama Türkiye, son haftalardaki “kanlı gündemi”ne adım atmıştı bile.
Londra’da ikinci günün sabahına Selahattin Demirtaş ile uyandım. Uyanır uyanmaz elime aldığım Financial Times gazetesinde bugüne kadar dış basında yayımlanmış, galiba, en çarpıcı ve en etkileyici Selahattin Demirtaş söyleşisi ile.
Söyleşinin özel önemde sayılması gereken son bölümü şöyle:
"...Düşmanlıklar derinleşir, her gün yeni saldırılar ve karşı saldırılar olurken, HDP'nin yıpranmaktan kaçınması daha da zorlaşacak.
HDP milletvekilleri 2012'den bu yana hapisteki PKK lideri Abdullah Öcalan'a mesaj götürüp getirdiler ve bu da partinin PKK'nın siyasi sözcüsü olduğu suçlamalarını beraberinde getirdi.
Ama Demirtaş bunu reddediyor ve pazar günü Doğubayazıt'ta bir askeri merkeze yönelik iki askerin ölümüne düzinelercesinin yaralanmasına yol açan intihar saldırısı da dahil olmak üzere, PKK'nın misilleme taktiklerini 'kirli' diye tanımlıyor."
‘PKK'ye Türkiye'ye karşı savaşı durdurması çağrısı yaptık. Bu çağrıyı her gün tekrarlıyorum. İki taraf da ellerini tetikten çekmeli ve silahlar susmalı’ diyor.
Tayyip Erdoğan’ın “İncirlik” karşılığında Washington’dan aldığı “kredi kartı”nın “geçerlilik süresi” kimilerinin sandığı kadar çok uzun olmayabilir. ABD ile başlatmış göründüğü IŞİD’e yönelik ama besbelli ki “sınırlı” ve “gönülsüz” işbirliğini, esas olarak, bir “Türkiye-Kürt çatışması”na çevirdi ve bunu iç politikada kendi “iktidar mücadelesi” için koza dönüştürdü bile.
Türkiye’nin içinden çok net görünebilen bu “sapma”, dışarıdan da giderek daha geniş çevrelerce görülmeye başlanıyor. Batı dünyasının birçok kurumu ile devam eden sürtüşmeler, bir “balayı” içine zaten girmiş olmaktan çok uzak olan “Ankara-Washington ilişkileri”nde de ister istemez yansıyacaktır.
Saygın İngiliz haftalık dergisi The Economist, bugün yayımlanan sayısında bu konuda ön alıyor. “Türkiye ve Suriye” üst-başlığının altında “Erdoğan’ın tehlikeli hesabı” başlıklı yazısında akıl, izan ve sağduyu sahibi herkesin “içerden” görebildiğini görmüş.
Yazının son paragrafı, her biri doğru ama bugünkü Türkiye’nin “gerçekleri ile örtüşmeyen” talepleri ya da bir başka deyimle “temennileri” sıralıyor:
Türkiye’nin IŞİD’e karşı “savaşı” ne zaman başladı? IŞİD, ne vakit, artık Türkiye için de bir “tehdit” olarak görülmeye başlandı?
Bu sorunun aldatıcı ama tümüyle yanlış cevabı “Suruç Katliamı” olacak. Türk savaş uçaklarının IŞİD’e karşı harekete geçip, üç IŞİD hedefini bombalaması, “Suruç Katliamı” üzerine olmadı.
Ne zaman oldu peki?
IŞİD’li bir grup, bundan önce bir yılı aşkın süre hemen her gün yaptıkları gibi, Kilis yakınlarından sınırı geçmeye kalkıp durduruldukları sırada çıkan çatışmada bir astsubayın açılan ateşle şehit edilmesi üzerine oldu.
Gelişme, olaydan günler önce Türkiye ile ABD arasında varılmış olan “anlaşma”yı da ortaya çıkarttı. Türkiye’nin İncirlik başta olmak üzere askeri üs niteliğindeki havaalanları, Malatya-Erhac’dan Batman’a, “koalisyon uçakları”nın IŞİD’e yönelik hava harekâtlarına açıldı; Türkiye de IŞİD’e karşı harekâta katılacağı taahhüdünde bulundu.
Ankara ile Washington, yıllardır Suriye konusunda “sürtüşme” içindeydiler. Öncelikleri farklıydı; Washington için öncelik “IŞİD ile mücadele” iken, Ankara için “Şam’daki Esad rejiminin devrilmesi”ydi. Ankara, bu nedenle, IŞİD’e karşı mücadelede, İncirlik’i kesinlikle Amerikalılara kullandırtmıyordu.
Yani, gelinen noktada, İncirlik üzerinden oluşan bir mutabakat söz konusu olduğuna göre, taraflardan biri ya “geri basmış” ya da aynı anlama gelecek biçimde “öncelikleri” konusunda diğerinin lehine feragatta bulunmuş demektir.
İncirlik açılmış olduğuna ve ABD’nin, Türkiye ile sağlanmış olan mutabakatın “IŞİD’le mücadele” temelinde olduğunu açıkladığına bakılırsa, geri basan tarafın kim olduğu da anlaşılır.