Bunlardan en azından birinin tüm dünya, her birinin milyonlarca insanın kaderi bakımından “tarihî” özellikleri mevcut.
Örneğin 9 Kasım. O tarih, kayıtlara “Berlin Duvarı’nın yıkılışı”nın tarihi olarak geçti. Bu nedenle, Soğuk Savaş’ın sona eriş tarihi olarak da genel kabul görüyor. Bu tarihten başlayarak, Sovyetler Birliği’nin dağılması, Yugoslavya’nın ortadan kalkmasıyla Avrasya haritasının toptan değişikliğe uğraması ve tarihin yönünün değişmesi söz konusu oldu.
Öyle ki, kimi tarihçilere göre, 9 Kasım 1989, aslında 29 Haziran 1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle başlamış olan Yirminci Yüzyıl’ın sonu, Yirmibirinci Yüzyıl’ın başlangıç tarihidir.
Başbakan’ın Türkiye’nin Suriye değerlendirmesi bu şekilde. 10 gün önce yüzde 49,5 oy oranıyla, büyük seçim zaferi elde etmiş partinin genel başkanı. 1 Kasım seçim sonuçları ile, AKP’nin Tayyip Erdoğan’ın genel başkanlığıyla elde etmiş olduğu 2011’deki en büyük seçim başarısını, neredeyse, egale etmiş durumda.
2011 yılının bir başka özelliği daha var. Suriye’deki kanlı gelişmelerin başlangıç tarihi. 15 Mart’ta başlamıştı. Türkiye’deki seçimler ise 12 Haziran’da yapıldı. Türkiye’nin izlediği Suriye politikası, 1 Kasım 2015’te Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “stratejisi” gereği ve Ahmet Davutoğlu’nun AKP genel başkanlığı altında girilmiş olan seçimlerde elde etmiş bulunduğu yüzde 49,5 oranındaki oy ile, Türkiye halkı tarafından büyük ölçüde “onaylanmış” demektir.
En azından, Suriye politikasından sorumlu olanlar, bunu böyle yorumlayabilirler ve bugüne dek izlenmiş olan Suriye politikasını sürdürmekte de ısrarlı davranabilirler.
Türkiye, şayet, Suriye konusunda bugüne dek “hiçbir aşamada etik ve stratejik bir hata yapmamış” ise ve bunu böyle görenler daha on gün önce yüzde 49,5 oy oranıyla iktidar tazelemiş ise, Türkiye’nin bugüne dek sürdürdüğü Suriye politikası da aynen devam edecek demektir.
Avrupa Birliği’nin (AB) “hükümeti” yerine geçen Avrupa Komisyonu binası… Her köşesi Avrupa tarihine referanslarla dolu. Zaten bina, Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun büyük hükümdarı Charlmagne’ın adını taşıyor. Komisyon’un Charlemagne binasınında yaklaşık 350 kişiyle doldurduğumuz salon ise Alcide De Gasperi’nin…
De Gasperi, İtalyan Hristiyan Demokrat Partisi’nin kurucusu. Bir başka İtalyan Spinelli, Fransız Schumann ve Alman Konrad Adenauer ile birlikte 1940’ların sonlarında bugünkü Avrupa Birliği’nin temellerini atan devlet adamları arasında sayılıyor.
AB Komisyonu’nun bu yıl üçüncüsü (geçen yıl yapılmamış) olan “Batı Balkanlar ve Türkiye’de İfade Özgürlüğü ve Medya” konulu, “Speak Up!” (Konuş!) başlıklı yıllık konferans için De Gasperi salonunu dolduran Türkiye, Sırbistan, Karadağ, Makedonya, Arnavutluk, Kosova ve Bosna-Hersek’ten gelmiş olan basın mensupları, konferansın yıldız konuşmacısı Yavuz Baydar konuşmasını bitirdiği anda, konuşmayı uzun alkışlarla selamladılar.
Yavuz Baydar, konuşmasının uzunca bir bölümünü ekrandan İngilizce alt-yazılı olarak İpek-Koza grubuna yapılan polis baskını görüntülerine ayırmıştı.
İngilizce yaptığı konuşmanın sonunda ise AB’ye bir çağrıda bulundu. “AB’nin şu sıralarda Ankara’ya yanlış sinyaller gönderiyor olmasından son derece kaygılıyım” dedi ve AB’nin Ankara’ya gönderdiği “yanlış sinyaller”i şöyle sıraladı:
“Realpolitikin en kötü şekli ile pazarlığa girişmek, yani ‘mülteci akışının önüne geçmek’ karşılığında özgürlüklerimiz ve haklarımızı feda ederek, ticarete girişmek.”
Ardından şu cümlelerle konuşmasını noktaladı:
“Şansölye Merkel’in son (İstanbul) ziyareti en kaba sinikliği ile bunu açıkça gösterdi. AB’deki dostlarımıza bütün söyleyeceğimiz şundan ibarettir: Zalimlerle ortak değerlerimizin ve temel ilkelerimiz üzerinde at tüccarı usûlü pazarlık yapmayın.
Geçen hafta sonuna doğru “beş ülke”, ABD, Rusya, Türkiye, İran ve Suudi Arabistan Viyana’da biraraya gelmişlerdi. Toplantıya söz konusu beş ülkenin dışişleri bakanları katılmış ve New York Times ,“Suriye Barış Görüşmelerini Yeniden Başlatmak ve Ateşkes Arayışı için Anlaşmaya Varıldı” başlığını kullanan geniş bir haberle “gelişme”yi duyurmuştu.
Aslında başlığa bakmak ile yetinilmeyip, haber okunduğu vakit, elle tutulur somut bir anlaşma ortada gözükmüyordu. Bir ölçüde “dostlar alışverişte görsün” manzarası ortaya çıkmıştı. Suriye, “bildiğimiz” durumundaydı. Suriye toprakları üzerinde “vekalet usûlü savaş”ı yürüten büyük güçler ve temel bölgesel aktörlerin, birbirlerinden farklı pozisyonları arasında bir yakınlaşma sağlanmamıştı.
Gerçi, toplantıya katılan Türkiye’nin Dışişleri Bakanı, Türk basınının bir bölümünden başka hiçbir yerde yer almayan açıklamasında, Viyana’da herkesin Başşar Esad’ın görevinin başında kalmaması konusunda mutabık olduğunu söylemişti ama Rusya ve İran’ın “Esad’sız bir geçiş hükümeti” konusunda ABD, S. Arabistan ve Türkiye ile uzlaştığına ilişkin hiçbir işaret söz konusu değildi.
Suriye’ye ilişkin yaşanmakta olan ve durumun daha da kötüleşmesi ihtimalini içeren “kaos”a ilişkin dikkat çeken dünkü yazısında Washington Post’un etkili köşe yazarı David Ignatius, “vekalet usûlü savaş”ın daha da büyüyüp genişleyebileceğini öne sürüyor ve bunun gerekçelerini sıralıyordu.
Kendisinden “Köşe yazısını sanata dönüştürmüş belki de son yazardı” diye söz edilen Çetin Altan hakkındaydı.
Çetin Abi (Altan) hakkında yapılabilecek en isabetli tanımlardan biri, “köşe yazısını sanata dönüştürmüş belki de son yazar” olduğu… Bana kalırsa ,belki değil, “sonuncusu” idi.
Onun ardından köşe yazısı yazmaya devam ediyor olmanın kendiliğinden bir rahatlığı da olacak. Yazdığımız köşe yazısının bir hiçbir şekilde bir sanat eseri olmayacağını bilerek, böyle bir iddiaya sahip olmayarak, yersiz estetik kaygılarına düşmeden yazabileceğiz ne yazacaksak.
Çetin Altan hakkında büyük oğlu Ahmet Altan, saklanacak değerde çok uzun, olağanüstü güzel bir yazı yazdı. Cumhuriyet Gazetesi boydanboya iki sayfasını pazar günü o yazıya ayırarak çok iyi bir iş yaptı.
Üç gün önce, Cumhuriyet Bayramı’nın 92. Yıldönümü’nde, bugüne dek hiç olmamış bir “şey” oldu; dünyanın dört kıtasındaki en önemli yayın organlarının genel yayın yönetmenlerinin içinde bulunduğu 50’den fazla gazeteci ve yazar, “Türkiye’de düşünce ve basın özgürlüğü”ne yönelik baskılara karşı, hem meslektaşlarıyla “dayanışma bildirisi” ve hem de Tayyip Erdoğan’a bu konuda “mektup” yayımladılar.
Erdoğan, kendisine karşı çıkan, görülmemiş bu “uluslararası medya gösterisi”ni bir yana bırakarak, seçime 24 saat kala, The Economist’in bir yazısıyla polemiğe girişti.
Şunu belirteyim: Tayyip Erdoğan’ın dünkü sözlerinin son cümlesiyle tümüyle mutabıkım!
Cumhurbaşkanı, 1 Kasım (bugün) seçimleriyle ilgili “isteği”ni ifade ederken, son cümle olarak, “Türkiye kazansın” dedi.
Tümüyle paylaşıyorum bu isteği. Evet, “Türkiye kazansın”!
Gelgelelim, bu son iki sözcüğe gelene kadar yaptığı açıklamayı onaylamak mümkün değil. The Economist’te yer alan “Köşeye Sıkışan Sultan” olarak tercüme edilebilecek “Sultan at Bay” başlığını taşıyan yazıya bozulmuş. Dün dedi ki:
“Şunu unutmayalım ülkemizin milli birliğini beraberliğini bozmaya gayret eden odaklar var. İçeride var, dışarıda var. Son dönemde dışarıdaki bazı uluslararası medya kuruluşlarının üst akıldan aldığı talimatla gerek şahsıma, gerek bazı siyasi partilere yönelik açıklamaları herhalde siz de okuyorsunuz. Bunlar manidardır. Size ne. Siz kendi ülkenizdeki seçimlerle ilgilenin. Ama Türkiye'deki seçimlerle ilgili benim ismimi zikrederek, parti ismi kullanarak 'sakın oraya vermeyin' yaklaşımı çok ciddi. Bunun siyasi ahlakla uyuşur bin yanı yoktur. Biz ülkede birliğimizi koruyacak şekilde, terör örgütlerine fırsat vermeyecek şekilde, teröre sırt dayananlara fırsat verecek şekilde inşallah bu nokta anlamlı bir oylamaya gidilir. Bu seçim istikrar ve güvenin devamına yönelik bir seçimdir. İstiyorum ki istikrar kazansın, güven kazansın, Türkiyemiz kazansın.”
Çünkü yazı trende yazılıyor. Tıpkı bir önceki Londra mahreçli yazının büyük bölümünün İstanbul-Londra uçağında yazılmış olması gibi.
Yaklaşık beş buçuk yıl sonra Oxford’a gidiyorum. Son kez, Mayıs 2010’da Ahmet Davutoğlu ile birlikte gitmiştik. Dışişleri Bakanı oluşunun tam birinci yıldönümüydü ve “Oxford’un Babil’i” unvanı taşıyan yani bir anlamda Oxford Üniversitesi’nin okulları arasında Oxford’un “entelektüel tapınağı” konumunda olan St Antony’s’de konuşma yapacaktı.
Kendi deyimiyle “görüşlerine değer verdiği insanlarla Oxford’a birlikte gitmek ve yolda ‘beyin fırtınası’ yapmak” istemişti. Davet ettikleri arasında, benim dışımda, Ekrem Dumanlı, Can Dündar, Eyüp Can, Fehmi Koru, Hasan Bülent Kahraman ve sanırım bir-iki isim daha vardı.
Gerçi pek “beyin fırtınası” olmadı ve Londra’ya gidiş-dönüşte uçakta sadece o konuştu ve neredeyse 9 saat beynimizi fırtınaladı ama “entelektüel ölçüler” içinde öyle verimli ve etkileyici bir gezi olmuştu ki, Oxford’dan yazdığım yazıya “’Entelektüel doyum’ bakımından hatırlayabildiğim, çok uzun süredir en zevkli hafta sonu idi, Ahmet Davutoğlu ile Oxford yollarında ve Oxford’da geçen hafta sonu” cümlesini samimiyetle iliştirivermiştim.
Gelgelelim, kantarın topuzunu da kaçırmış ve 4 Mayıs 2010 tarihinde Radikal’de yayımlanan yazıma “Oxford’da Cumhuriyet tarihimizin ‘en iyisi’ ile” başlığını atıvermiştim.
Hayatımda yaptıklarım arasında çok az sayıda derin pişmanlık duyduğum ve “hayaleti”nin peşimi hiçbir vakit bırakmadığı az sayıdaki vahim yanlışlarımdan biriydi o yazı başlığı.
O gün, Oxford’da beş buçuk yıl önce cömert övgülerimizi Dışişleri Bakanı oluşunun birinci yıldönümünde kendisinden esirgemediğim Ahmet Davutoğlu, bugün Türkiye’nin Başbakanı ve bu kez ben Londra’dan Oxford’a giden trendeyim. St Antony’s’de, dünyanın en önde gelen Ortadoğu uzmanlarından biri olan tarihçi Eugene Rogan ve başında bulunduğu “Ortadoğu Merkezi”nde, “Turkey’s Kurdish Predicament” (Türkiye’nin Kürt çıkmazı) başlıklı bir konuşma yapmak için yoldayım.
Oxford’daki konuşmama, beş buçuk yıl önceki yazı başlığıma ilişkin “büyük yanılgı”mı ve artık ve özellikle bugün zirveye çıkmış haliyle, Ahmet Davutoğlu’na duyduğum derin “hayal kırıklığı”nı anlatarak başlayacağım.
İstanbul’da gözüme ilişkin haberin ayrıntısına Londra’ya ayak basınca eriştiğimde, şaşırmama gerek bulunmadığını anladım. Tony Blair, bildiğim gibiydi…
Birkaç yıl önce İstanbul’da Kemal Derviş ile birlikte konuşmacı olarak katıldığım kamuya açık olmayan bir panelin moderatörüydü Tony Blair. Kendisiyle o vesileyle tanıştım ve Irak Savaşı üzerine geriye dönük olarak değerlendirmesini, oldukça ayrıntılı bir biçimde, öğrenme fırsatım oldu.
Irak Savaşı’nda oynadığı rolden ve benimsemiş bulunduğu olduğu siyasi pozisyondan pişmanlık duyması söz konusu değildi ve olamazdı. Zira, konuya, “tarih felsefesi” üzerinden yaklaşıyordu. Değerlendirmesini ona göre yapıyordu. Dolayısıyla, aradan geçen yılların, geriye bakıp, “hata yapmışım” değerlendirmesine onu götürmesi mümkün değildi.
Nitekim, Londra’ya gelip, açıklamasını daha ayrıntılı biçimde öğrendiğimde, özür dilemek bir yana, “Sadddam Hüseyin’i devirmiş olmaktan ötürü özür dileyemeyeceğim” mealindeki cümlesiyle, tam tersine yöndeki tutumunu sürdürdüğünü gördüm. Tony Blair, Saddam’ın devrilmesinde ABD ile birlikte oynadığı rolü savunmaya devam ediyor.