Paylaş
Bundan iki hafta kadar önceydi. Boston’a beni götürecek uçağın kapısına yürürken “akıllı telefonu”uma düştü mesaj. Okuyunca yüreğim burkuldu:
“Merhaba Cengiz Bey,
Ben Abdullah Demirbaş'ın kızıyım. Biliyorsunuz babam 05.08.2015 tarihinde gözatına alındı ve 08.08.2015 de tutuklama kararı çıktı. Bizler ailesi olarak çok endişeliyiz. Daha önce de 2009’da böyle bir durum gerçekleşti ve babam hayati bir tehlike atlattı. Kendisinin hewrediter derin ven trombozu (kalıtımsal kan pıhtılaşması) rahatsızlığı var. Bu hastalık çoğu kez bacaktaki toplardamarlarda pıhtı oluşmasıdır. Oluşan pıhtının bacak toplardamarlarını tıkanması sonucu bacakta şişlik, ağrı ve yürüyememe şikayeti oluşurken, pıhtının bulunduğu yerden kopup akciğere gitmesi ile akciğer embolisi olarak isimlendirilen nefes darlığı, öksürük ve göğüs ağrısı ile karakterize olan ve bazen ölümcül olabilen bir durum gelişebilir. Cezaevi koşulları malesef ki bu hastalığın baş düşmanlarından. Bu güne kadar yazılı ve görsel basında gerçekdışı bir çok şey yazıldı fakat bizim yani ailesinin görüşü hiçbir şekilde sorulmadı. Biz babam için endişeleniyoruz. Babamın tutuklu olması yaşam hakkının ihlalidir, onu ölüme terketmektir.
Dosya üzerinde gizlilik kararı mevcut olduğundan avukatların ayrıntılı savunma yapamadığını da önemle vurgulamak isteriz. Dosyadaki kısıtlılık ve gizlilik kararı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı bir durumdur.
Ekte babamın sağlık raporlarını ve yapmış olduğumuz itiraz dilekçesini koyuyorum inceler ve yanımızda olursanız seviniriz.”
Böyle yazıyordu. Kelimesi kelimesine.
Bu mesajı bana gönderen Abdullah Demirbaş’ın kızı Berfin, babasının yakın dostu olduğumu biliyordu. Bir “dosttan medet umma” duygusuyla göndermişti bana bu mesajı.
Abdullah Demirbaş’ın hastalığını gayet iyi biliyordum. Gönderilen sağlık raporlarını okumama gerek yoktu. Zaten oldukça sık sayılabilecek bir şekilde görüşüyorduk. Her karşılaştığımızda ya da telefon görüşmemizde, hal hatır sormaya girişmeden önce ilk sorum sağlığına ilişkin olurdu.
Gözaltına alınmadan kısa süre önce biraraya gelmiştik. Vaktinin çoğunu İstanbul’da geçirmeye başlamıştı. Öğretmenlik yapacaktı. Türkiye’nin barış iklimi, kirli siyasi hesaplarla bozulmadan önce, onun tekrar tutuklanmasını gerektirecek hiçbir sebep olmadığını da bildiğim için, sağlığı yönünden içim genellikle rahattı.
Onu içeri atmak için bir elle tutulur bir “siyasi kulp” bulunması mümkün olamazdı. Zaten o nedenle, avukatların “ayrıntılı savunma” yapabilmelerini de önleyecek cinsten, üzerinde “gizlilik kararı” bulunan bir dosya ile tutuklanabilir ve içeriye gönderilebilirdi.
Öyle yaptılar.
Gözaltına alındığını ve tutuklandığını öğrendiğimde içim cız etti. Sağlığının bozulabileceğinden endişe ettim. Her gün asker, polis, günahsız sivil halkın ölüm haberlerinin yüksek sayılarla gelmekte olduğu bir dönemde, Abdullah Demirbaş’ın tutukluluk şartlarında sağlık durumunun bozulmasını, Türkiye’ye hükmetmeye başlayan “zulüm mekanizması” umursamayabilirdi.
Böylesine, aciz kalma duygusu yüreğimi burktu. Abdullah Demirbaş için elle tutulur birşey yapamayacak olma ihtimalini düşünmek canımı sıktı.
İçimi burgu gibi oyan, Berfin’in mesajın sonundaki mâsum, basit, yalın isteğiydi: “Yanımızda olursanız, seviniriz.”
Bu kadar…
Hayati tehlikesi bulunan bir baba için, hayati tehlikesinin artacağı şartları dostlarına ve ülkenin vicdan ve izan sahibi insanlarına duyuruyorlar ve “yanımızda olursanız, seviniriz” diye saf duygularını ifade ediyorlar.
Tabii ki, Berfin’in, Demirbaş ailesinin yanındayız. Ama beklenen, doğal olarak, elle tutulur, somut bir şeyler yapabilmek.
Aradan iki gün geçti. Harvard’da konuşurken, Abdullah Demirbaş’tan söz edecek oldum. Tanınıyordu. 2004 ve 2009’da Diyarbakır merkezinin üçte ikisinin oyunu alarak seçildiği Sur Belediyesi’nde yaptığı işlerden ötürü tanınıyordu.
“Çok dilli belediyecilik hizmeti”ni başlattığı, belediye çalışmalarında Kürtçe, Ermenice, Zazaca, Arapça ve Süryanice’yi Türkçe’nin yanı sıra kullanmaya başlamış olduğundan biliniyordu.
Danıştay’ın 2007’de tam da bu nedenden ötürü kendisini görevden aldığı ise bilinmiyordu. 2009’da halk onu, yüzde 66 oyla yine belediye başkanı seçti. Bu kez, KCK operasyonlarının o utanç verici fotoğraf karesine girerek tutuklandı. Hani, birbirlerine kelepçelenerek tek sıra halinde yürütülen belediye başkanları fotoğrafı. O fotoğrafta yer aldığı biliniyordu.
Cezaevi şartlarında hastalığı ağırlaştı. Hastaneye kaldırıldı. Sonra yurt dışı yasağı konarak serbest bırakıldı. Ama tedavisi için yurt dışına çıkması gerekiyordu. Sonra o da kalktı. Yurt dışına gider gelir oldu. Yurt içinde ve yurt dışında birlikte bulunduk. Abdullah Demirbaş ile bir kez karşılaşıp, kanı ona ısınmayana, ona sevgi duymayana rastlamadım.
Birkaç gün önce İtalya’da bir insan hakları konulu bir toplantıda konuşurken, sözü ona getirdim; daha adını telaffuz etmeden, kürsüde yanımda oturan ve Türkiyeli olmayan konuşmacılardan “Abdullah Demirbaş” nidası yükseldi.
İnsan haklarıyla uğraşan kim varsa, yerli-yabancı onu tanıyor. Diyarbakır Sur Belediyesi’nin unutulmaz başkanı Abdullah Demirbaş…
Ne hazindir ki, ne eşi bulunmayacak bir ironidir ki, Abdullah Demirbaş’ın başına gelen tüm kötülükler, eski bir belediye başkanı, başbakan ve cumhurbaşkanı olunca gerçekleşti.
O belediye başkanı ki, görevinden alınıp “halkı isyana teşvik ve tahrik” iddiasıyla, şiir okuması gerekçe gösterilerek dört ay hapiste tutulmuştu. O dört ay hapis “büyük bir zulüm öyküsü” olarak anlatılarak “büyük bir siyasi rant öznesi”ne dönüştürüldü...
O “siyasi rant”ın üzerine inşa edilen başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı dönemlerinde kimilerine yaşatılan zulmün, kimilerinin yaşadığı adaletsizliğin öyküleri biriktikçe birikiyor. Abdullah Demirbaş bu “öyküler”den sadece biri.
Günlerdir Abdullah Demirbaş aklımdan çıkmıyor. Abdullah Demirbaş için ne yapılabileceği, nasıl yapılabileceği düşünceleri beynimin kıvrımlarını kemiriyor.
Yarın Kurban Bayramı. Ve Türkiye, Kurban Bayramı’na İnsan Hakları Savaşçısı, hayati tehlikeli bir hastalığı bulunan Abdullah Demirbaş’ı hapiste tutmanın utancı içinde giriyor.
Abdullah Demirbaş’ın şahsında, adaletsizliğe uğrayarak, özgürlükleri kurban edilen herkesin Kurban Bayramı mübarek olsun.
Küçücük çocuklarını, kızlarını oğullarını acımasız kurşunlara bu bayram arifesinde kurban veren Cizre halkının; görev yerinden ötürü talihsiz ama günahsız devlet görevlilerinin, beşikteki çocuğuna kavuşamadan bu gereksiz kanlı çatışmaya kurban verilen genç askerlerinin, polislerinin, şehit ailelerinin, Kurban Bayramı Mübarek olsun.
Türkiye’nin “iyi insanları”nın bayramı mübarek olsun.
İyi bayramlar…
Paylaş