Paylaş
Birleşmiş Milletler’in New York’ta bu yılki genel kurulu, “ağır sikletler gösterisi” gibi cereyan etti. ABD Başkanı Barack Obama konuştu. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 10 yıl aradan sonra ilk kez BM Genel Kurulu’nda boy gösterdi. İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani de katıldı ve konuştu. Ve, Mao’dan bu yana Çin’in “en güçlü ve otoriter lideri” olarak tanıtılan Cumhurbaşkanı Xi Jinping de.
Böyle bir BM Genel Kurulu’nda, “baş konu”nun Suriye olacağı ve Putin’in Suriye’ye ilişkin Rus askeri yığınağının ardından New York’u bir “diplomatik taarruz” alanı olarak kullanacağı bilinirken, Türkiye’nin de “ağır siklet” düzeyinde, yani Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile temsil edilmesi beklenirdi.
Ama Türkiye, geçen hafta Moskova’da “Suriye ayarı bozulan” Tayyip Erdoğan yerine “hafif siklet” Başbakan Ahmet Davutoğlu ile temsil edildi.
Nitekim, dünya basınını izleyenlerin, Davutoğlu’nun New York’ta bulunduğundan haberi yok. Onun isminin geçtiği tek satır yok. Bizler, Türk medyası sayesinde, New York’taki basın toplantısında Suriye ve diğer konulardaki açıklamalarından haberdar olduk.
Davutoğlu, Obama’nın konuşmasını beğenmiş. Hürriyet’in yazdığına göre, “Esad (o ‘Esed’ demiştir) konusundaki ifadeleri de doğruydu. Esad’ın gidişini kolaylaştıracak bir sürece sıcak bakıyoruz... Geçiş süreci Suriye’de Esad’sız geçiş sürecidir...” sözlerini sarfetmiş.
Obama’nın konuşmasında, Suriye’deki savaşın nasıl başladığına, Başşar Esad rejiminin zalimliği ve sorumluluğuna ilişkin gerçekten de çok doğru şeyler söyledi. Ama, bir “çıkış yolu” sunmadı.
Foreign Policy’nin genel yayın yönetmeni ve kendisini “iki kez Obama’ya oy vermiş bir Demokrat” olarak açıkça ilân etmiş olan, tanınmış Amerikalı dış politika uzmanı David Rothkopf, BM Genel Kurulu’nda Obama’yı, Putin’i ve Ruhani’yi dinledikten sonra Foreign Policy’de kaleme aldığı yazıda şu satırlara yer veriyor:
“Obama’nın planı şimdi netleşiyor. Suriye ve Irak’ı, Ruslara ve İranlılara terkedeceğiz. Her iki savaşla parçalanmış ülke hali karmakarışık. ABD’de bu duruma daha fazla dahil olmak için hiçbir siyasi irade yok.”
Bu arada çok çarpıcı bir gelişme hafta sonunda yaşandı ve Rusya, İran, Irak (Bağdat) ve Suriye rejimi arasında “IŞİD’e karşı istihbarat işbirliği kurulduğu” duyuruldu. Bu yepyeni “bölgesel siyasi eksen”e de dikkat çeken Rothkopf, Putin’in BM konuşmasına da değiniyor.
Putin’in konuşmasında, IŞİD’e (İD yani İslam Devleti’nin başharflerini kullanıyor) karşı “ABD’nin aslında hiçbir şey yapmadığını ima ettiğini” öne sürüyor ve Rusya Devlet Başkanı’nın konuşmasından şu alıntıya yer veriyor:
“Başkan Esad’ın silahlı güçleri ve Kürt milislerinden başka İslam Devleti ve Suriye’deki diğer terörist örgütlere karşı gerçekten savaşan hiç kimse olmadığını artık kabul etmeliyiz.”
Yani, Putin, IŞİD’in yanısıra “diğer terörist örgütleri” de hedef alıyor ve ayrıca “Kürt milisler” sözcükleriyle YPG’ye de arka çıkıyor.
Dolayısıyla bundan sonrası, doğrudan doğruya Türkiye’yi ilgilendiriyor. Putin’in “Suriye açılımı”, AKP iktidarının Suriye yaklaşımını (bir strateji ve politikadan söz edemeyeceğimiz için “yaklaşım” diyelim) müthiş zora sokacak özellikler taşıyor.
Tam bu noktada, önceki gün The Moscow Times’da Vladimir Frolov imzasıyla yayımlanan “Kremlin’i Okumak” üst başlıklı, “Putin, Suriye’de Basit, Tehlikeli Planı Seçiyor” başlıklı eleştirel yorum yazısındaki şu ilginç bilgileri ve değerlendirmeleri kaydedebiliriz:
“Moskova’nın en acil hedefi, Suriye Cumhurbaşkanı Başşar Esad rejimini daha fazla toprak kaybına engel olacak ve İslam Devleti’ne karşı bir ortak olarak uluslararası alanda tanınmasını güvence altına alacak şekilde omuz vermektir...
Esad’ın konumunun kötüleşmesi, İslam Devleti dışındaki, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar tarafından desteklenen Fetih Ordusu ve İslam Ordusu’na bağlı isyancıların yol açtığı bir durum. Bu İslam Devleti dışında kalan unsurlara karşı Rus savaş uçaklarını saldırı amaçlı olarak kullanmak Rusya’yı kanlı bir mezhep savaşında taraf yapar ve diğer güçlerle vekalet yoluyla savaş riskini arttırırken, Sünni cihatçı grupların hedefi haline getirir...
Moskova’nın kamusal dili, İslam Devleti ve onun dışında kalan savaşçılar arasında bir ayrım yapma niyeti olmaksızın, tümünü ‘terörist’ olarak niteliyor. İslam Devleti’nin (yani IŞİD’in) bulunmadığı ama İslam Devleti dışında kalan isyancıların Esad’ın kalesi olan Lazkiye’yi tehdit ettiği İdlib vilayetininin kontrolünü tekrar kazanmak için bir Rus destekli Esad saldırısı, savaşı müthiş ölçüde tırmandıracak ve büyük sivil kayıplarına ve daha fazla mülteciye yol açacaktır.”
Gerçekten de, Türkiye’nin desteği altındaki Ahrar el-Şam ve (ağırlıklı olarak) Nusra’dan oluşan koalisyon, Fetih Ordusu İdlib vilayetini ele geçirerek, Lazkiye’yi tehdit altına sokmuştur.
Rusya’nın “IŞİD’e (İD) karşı mücadele”yi öne sürerek, Esad rejimine sağladığı destek, Lazkiye-Tartus hattında, Doğu Akdeniz’dedir. Rus askeri desteğinin, askeri açıdan Suriye rejimini heveslendireceği ilk alan, doğal olarak, İdlib vilayeti ve Halep çevresidir. Rakka ya da Deir ez-Zor değil. Bu da, Türkiye’nin Suriye topraklarında nişan aldığı “nüfuz alanı”nı zora sokacak nitelikte görülmelidir.
Buradan yola çıkarak, Financial Times’da önceki gün tam bir koca sayfa yazısı olarak yer alan, tepesinde Obama ile Putin’in fotoğraflarının arasına yerleştirilmiş “The battle for Syria” (Suriye Savaşı) başlıklı yazıdaki şu satırları izleyelim:
“Putin, çatışmayla ilişkili diğer dış güçlerin hesaplarını değiştirmeye çoktan başlamıştı. Yerden havaya Rus füzelerinin mevcudiyeti İsrail için, önce Moskova ile koordinasyon sağlamadan Lübnan merkezli Hizbullah’a silah sevkiyatını önlemek amacıyla hava saldırıları düzenlemesini çok riskli hale getiriyor.
Aynı Rus füzeleri Türkiye’nin ABD yardımıyla kuzey Suriye’de oluşturmak istediği uçuşa yasak bölge planlarını da komplike hale getiriyor. Moskova’nın Suriye diplomasisinde yoğun biçimde rol alan Rusya Bilimler Akademisi Şark Çalışmaları Enstitüsü’nün başındaki Vitaly Naumkin, ‘Uçuşa yasak bölgeye dair bu Türk önerisine karşıyız. Mevcut şartlarda uygulanamaz” diyor.”
Uluslararası politikanının ve bunun “bölgesel izdüşümü”nün gerçekleri böyleyken, Ahmet Davutoğlu’nun yanına topladığı gazetecilere New York’ta “Carablus ile Azez arasında güvenli bölge oluşturup, orada üç adet 100’er bin kişilik kent kurmaktan ve mültecileri yerleştirmek”ten bahsetmesinin inandırıcılığı, ciddiye alınabilir bir yanı olabilir mi?
Bu yazıyı şu not ile noktalayalım:
Türkiye, ABD’den “güvenli bölge” onayı ve desteğini, ona sunduğu İncirlik karşılığında bile elde edemedi. Dahası, “uçuşa yasak bölge” olmadan “güvenli bölge” olamaz.
Rusya, “Türkiye önerisi”ne açıkça karşı ve “uçuşa yasak bölge uygulanamaz” dedikten ve Obama, Suriye konusunda Rusya ve İran ile birlikte çalışmaya “kapı araladıktan” sonra, “mevcut uluslararası ve bölgesel konjontürde”, ne Tayyip Erdoğan’ın ve ne de Ahmet Davutoğlu’nun Suriye’ye dair bizlere anlatacaklarının artık bir kıymet-i harbiyesi kalmış olabilir mi?
Bu çok önemli “stratejik” konuya ve Türkiye’nin Suriye’de nasıl (ve niçin) “devre dışı” kaldığına yarın değineceğiz. Doğru okudunuz:
Türkiye, maalesef, uluslararası politika arenasında Suriye’de “devre dışı”...
Paylaş