Cengiz Çandar

“Terör” ve “kanı durdurmak”: Ama nasıl?

17 Eylül 2015

Eğer, dün yapıldığı gibi TOBB’un çağrısıyla “teröre karşı” bayrakları alıp Ankara sokaklarına çıkarsanız; AKP’nin “trolleri”nden biri olduğunu kendisinden haberdar olan hemen herkesin bildiği bir kuruluşun daveti üzerinde Cumhurbaşkanı, Başbakan ve TBMM Başkanı’nın da “şereflendirecekleri” bayraklı gösteride İstanbul Yenikapı’da toplanıp “terörü” tel’in ederseniz, asker ve polis gencecik insanların pisi pisine akıtılan kanlarının akmasının önüne geçebilir misiniz?

Eğer, “teröre karşı çıkış”, bir başka deyimle çok büyük kalabalıkları Türkiye bayrağı çevresinde kenetleyerek PKK’ya karşı büyük gösteriler düzenlemek; “Devlet-Millet bütünleşmesi” adı altında Tayyip Erdoğan ve onun AKP’sinin “seçim kampanyası” haline dönüştürülmeseydi, bir ihtimal, mümkündü akan kanı durdurabilmek.

“PKK karşıtlığı”, “terörü kınamak”, “ülke bütünlüğü üzerine iman tazelemek” ve “AKP yandaşlığı” eş anlamlı hale sokulursa, o vakit, bu gösterilerin elde edebileceği pek bir şey olabileceğini düşünmek pek gerçekçi gözükmüyor.

Keşke kan dursa, keşke şiddet durdurulsa.

Ama, yolu bu değil. Seçimlere bir buçuk aydan kısa süre bir kalmışken, bu kan dökülmesinin şu sırada aslında “bir numaralı sorumlusu” olarak görülmesi gereken bir kişi ve onun peşinden yürüyen siyasi kadro, kanın durdurulması konusunu “seçim kampanyası” haline dönüştürürse, hiç mümkün değil.

7 Haziran seçim sonuçlarını iptal ettirmek için, 1 Kasım’da yeniden seçimlere gidilmesini Cumhurbaşkanı istedi. Başbakan’ın kendi iradesine sahip olmayan, bir tür “23 Nisan Başbakanı” olduğunu bütün dünya ve bütün ülke, daha önceden görmediyse, 7 Haziran’dan bugüne kadar gördü. TBMM Başkanı ise, ülkede kan gövdeyi götürmeye başlamışken, inisyatif kullanıp TBMM’yi toplamak için parmağını kımıldatmayan bir TBMM Başkanı. 7 Haziran’da seçilmiş parlamentoyu adeta çalıştırmamak için başkanlık ediyor.

Şimdi kalkmış bu üçlü, seçimlere bir buçuk aydan az bir kala, “devletin en tepe üçlüsü”, “millet”in önüne geçip, “teröre karşı mücadele”ye önderlik etmeye kalkıyorlar. AKP’nin giderek azalan gözü kapalı, vicdanları mühürlü destekçilerinden başka kimseyi peşlerinden götüremezler.

Bu ülkede çok insan çok şeyin farkında. Birkaç gün önce, bir taksi şoförü bana olan-biteni gayet keskin bir isabetle özetleyiverdi:

Yazının Devamını Oku

AKP Kongresi'nin söylediği, Cizre'nin anlattığı...

12 Eylül 2015

Türkiye’de kan gövdeyi götürüyor. Ülke “iç savaş” tehdidi altında. “Faşizm” diye kolaylıkla nitelenebilecek uygulamalar her geçen gün artmış. Kendi sınırları içinde Kobani görüntüleri yaşanmaya başlamış; işte örnek Cizre!

Ve bu ülkenin iktidar partisi bir buçuk ay sonra seçime gidecek ülkede büyük kongresini yapıyor ve “tek” genel başkan adayı, “tek” MKYK listesi ile.

Yani, yukarıda özetlediğimiz tabloya ilişkin olarak, bu ülkeyi 13 yıl yönetmiş olan bir partinin içinde sanki farklı görüşler yok. AKP’liler, yekvücut bir parti görüntüsünü korumak istediler.

Kimin arkasında yekvücut? Genel Başkan (ve Başbakan sıfatını şimdilik taşıyan) Ahmet Davutoğlu’nun mu?

Ahmet Davutoğlu, “lider kumaşı”na sahip olmadığını çoktan ortaya koydu. O, genel başkanlık koltuğuna oturduktan sonra geçen bir yıllık zaman zarfında, AKP, 2011 seçimlerinde aldığı oyun, yüzde 10’a yakın oranda altına düştü. İlk kez “tek başına iktidar”dan da düşmüş oldu.

Oysa AKP, Recep Tayyip Erdoğan’ın genel başkan sıfatını taşıyarak girdiği son seçimde, yani Ağustos 2014’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, genel başkanına yüzde 52 oranında oy elde ettirmeyi başarmıştı.

Ahmet Davutoğlu, “başarısızlığı” tescillenmiş, ülke siyasetinde hiçbir etkisi olmadığını, Tayyip Erdoğan’ın sürekli müdahaleleri karşısında ya çaresiz kalarak, ya itaatkâr davranarak kanıtlamış bir şahsiyet.

Son iki yıl içindeki “siyasi sicili”, hayatta en büyük “kozu” olarak sunulan “akademik parlaklığı”nı da yok etti. “Silik”, ikinci sınıf bir siyasetçi figürü ortaya çıktı. Yani, Ahmet Davutoğlu kendine yazık etti.

Yazının Devamını Oku

Türkiye’nin “Kristallnacht’ı”…

10 Eylül 2015

BOSTON- Boston’dan geçerek Atlantik Okyanusu’na dökülen Charles Nehri şehri ikiye böler. Batı yakası Cambridge’dir. Yani nehrin bir tarafı Boston, diğer tarafı ise Cambridge. “Dünyanın en iyi üniversiteleri listesi”nin birinci ve üçüncü sıralarında yer alan Harvard ile M.I.T. Cambridge’dedirler.

Harvard’da “Türkiye, Ortadoğu ve ABD politikasını anlamak ve yanlış anlamak” başlıklı bir konferansta konuşmak üzere Cambridge’de bulunuyorum. Önceki gün, “Türkiye: Suriye’ye ‘kafiye’ olmak” başlıklı dünkü yazımı yazdıktan sonra Boston’a geçmiştim. Bir başka yüksek okulda, “Türkiye ve Ortadoğu” üzerinde konuşmak üzere…

Salon tıklım tıklım doluydu. “Buraya gelmek için Türkiye’den yola çıkmadan birkaç saat önce Dağlıca’dan ölüm haberleri geldi. 2011 yılından bu yana, bir seferde en yüksek asker kaybı. Onun travması yaşanırken, benim de mensup olduğum medya grubunun binasına saldırıldı. Tam sizlere konuşma yapmaya gelirken, Iğdır’da 13 polisin can verdiğini öğrenmiş bulunuyorum” diyerek söze girdim.

Dağlıca’dan söz ederken, kürsüdeki büyük harita üzerinde Irak sınırının yanıbaşındaki yerini gösterdim. Iğdır saldırısından söz ederken ise, İran sınırının yanıbaşına işaret parmağımı koydum.

Yazının Devamını Oku

Türkiye: Suriye’ye “kafiye” olmak…

8 Eylül 2015

Dağlıca’da 2011’den bu yana en yüksek sayıda şehit asker haberinin travması geçmeden, bu kez, Iğdır’dan geldi insanların içini karartan haber. Dağlıca şehitlerinin cenaze günü, Iğdır’da 14 polis için cenaze kaldırılacağı duyuruldu.

48 saat arayla, bu kadar yüksek sayıda güvenlik gücü kayıplarına eşlik eden Cizre’den gelen güvenlik güçlerinin ateşiyle hayatını kaybeden çocuk ölüm haberleri, sokağa çıkma yasağı ilân edilmiş ilçeler, hatta Diyarbakır gibi merkezler; ülkenin tehlikeli biçimde “iç savaş”a doğru yol aldığına işaret ediyor.

Ülkenin hemen her yerinde herkes kendi arasında bu “ihtimal”den söz ediyor. Türkiye, yaklaşık bir buçuk ay sonra seçime gidecek bir ülkeden ziyade. “iç savaşe gidiş yolunun taşlarını döşeyen” bir ülkeyi andırıyor.

Bunca zamandır Türkiye’nin “Suriyelileşmesi” tehlikesine dikkat çekmek için dilimizde tüy bitti, kalemimizde mürekkep kalmadı.

Yazının Devamını Oku

Akyarlar sahilindeki Kobanili o çocuk...

5 Eylül 2015

Tarihimizden de coğrafyamızdan da hiç kaçamayız. İşte bunu anlattı bize o Akyarlar sahilindeki Kobanili o küçük çocuk

Üç gün önce fotoğrafını sosyal medyada gördüğüm anda, görüntüden anında uzaklaştım. Sonra defalarca geri dönüp o fotoğrafa bakma arzusu içimi dürttü.

Her baktığım anda ise, bakmak istemedim. Görüntüden kaçmak istedim. Tekrar tekrar... Aynı gelgitler...

Sanırım, yeryüzündeki yüz milyonlarca kişi benzer duyguları yaşadı. Alan Kürdi’nin, Akyarlar’da denizin yanı başına uzanmış, yürekleri dağlayan, cansız bedeniyle o görüntüsü, tarihin unutulamaz fotoğraf kareleri arasındaki yerini aldı.

O görüntüyü gören herkes için ortak ve her bir birey için kendisine özel nedenlerden kaynaklanan duyguları uyandıran çocuk.

Kobani’li Alan Kürdi. Bir Türk güvenlik görevlisinin adını Aylan diye telaffuz etmesi üzerine “kurbanın isminde bile asimilasyon politikasını sürdürüyorlar” diye bazı Kürt çevrelerinden gelen ithamları harekete geçiren, birçok ülkede iç siyasi hesaplaşmalara zemin oluşturan, polemik konusu olan, bütün dünyanın artık kendisini Aylan olarak tanıdığı, Akyarlar’daki deniz kıyısından alınıp önceki gün Kobani’de toprağın altına bırakılan küçük melek.

O küçücük haliyle, kendisinden bir-iki yaş büyük küçücük ağabeyi Galip ve genç annesi Rihan ile birlikte defnedilirken, adeta onların da temsilciliğini üstlenmiş olan Aylan.

Yazının Devamını Oku

“Almanya 1933’ten Türkiye 2015’e”...

3 Eylül 2015

Özgürlüklere ve son olarak basın özgürlüğüne yönelik baskılar üzerine dün Radikal’de yayımlanan yazım ile eş zamanlı olarak 180 aydının “2015’te Türkiye’ye Nazi Almanya’sını yaşatmayacağız” başlıklı bildirisi de kamuoyuna açıklandı.

Yazıyı yazdığım sırada, imzacıları arasında yer aldığım söz konusu bildirinin bu başlık altında duyurulacağından haberim yoktu. Biraraya gelmeleri pek zor gözüken ve yakın geçmişe kadar karşı kamplarda yer almış insanların, “2105 Türkiye’si ile 1933 Nazi Almanya’sı karşılaştırması”nda buluşabilmeleri başlı başına ilginç ve üzerinde düşünülmesi gereken bir durum.

Ve, Türkiye’nin ne kadar can sıkıcı durumda bulunduğuna dair başlıbaşına önemli bir gösterge.

Dünkü yazımdaki şu cümleyi hatırlayacaksınız:

“Türkiye’nin 2015’i ile Almanya’nın 1933’ü arsında paralellikler kurmak için insanın zihnini fazlaca zorlaması gerekmiyor.”

Böyle bir “analoji”yi ilk kez yaptığımı dikkatli okurlarım farketmişlerdir. Uzun süreden beri zihnimi kurcalıyordu. Öyle düşünüyor, öyle hissediyordum. İlk kez, dünkü yazıda dile getirdim.

Dünkü yazıdaki şu satırlara da –uzun süredir üzerinde düşünüyor olmakla birlikte- ilk kez yer verdim:

“Yüzde 37 ile Hitler’in Almanya’da yapabildiklerini, beş aşağı-beş yukarı o oranda alınacak oylar ile yine ‘devlet gücü’nü kullanarak yapmayı tasarlayan bir ‘irade’nin bugün Türkiye’de bulunduğunu düşünen ve giderek artan sayıda insan mevcut.

Yazının Devamını Oku

Gidişat nereye? Türkiye nereye doğru?

2 Eylül 2015

Berlin’de Topographie des Terrors (Terörün Topografisi) adını taşıyan çok önemli bir müze var. Geçmişiyle yüzleşmeyi bilen ve gerekli bulan Almanya, başkentinin geniş bir alanında “Nazi suçları”nı teşhir ediyor.

“Terörün Topografisi” müzesinin bulunduğu yer, artık yerinde yeller esen Nazi Almanya’sında devletin gizli istihbarat örgütü Gestapo’nun, Naziler’in ülkenin içinde-dışında herkese dehşet salmış olan SS’inin ve emniyet merkezinin bulunduğu alan.

Topographie des Terrors’un bir bölümü açık havada. Şehri, Almanya’yı ve Avrupa’yı bölmüş ve Soğuk Savaş’ın simgesi olan, malûm, Berlin Duvarı’dır. Artık yok. Yıkıldı. İşte o Duvar’ın ibreti âlem için bir parçası bırakılmış. O Duvar parçasının paralelinde, uzunca bir alana yerleştirilmiş devasa panellerde, Nazilerin iktidara geliş öyküsü sergileniyor.

Orada sergilenen devasa panelleri okurken dikkatimi çekti: Naziler’in 1933’te iktidara getiren oy oranı yüzde 37.4!

Yazının Devamını Oku

Seçime böyle mi gidilecek?

28 Ağustos 2015

Seçim hükümeti kuruluyor. 1 Kasım’da seçime gidiyoruz.

Peki nasıl gidiyoruz? 7 Haziran’da AKP’nin çok gerilediği, 1 Kasım’da ise kesinlikle çökeceği “Bölge”de durum nasıl?

On gün kadar önce Yüksekova Haber’in kurucusu Necip Çapraz aradı. Sesi sitem doluydu. Yüksekova Haber’e 24 Temmuz’da “operasyonlar”ın başlamasından beri “internette erişim yasağı” konulmuş olmasının haksızlığından yakınıyordu. Sitemi, “Batı”daki kurumlara ve meslektaşlarına yönelikti.

“Biz” dedi, “Türkiye’nin batı bölgelerinde meydana gelen demokrasi ihlalleri karşısında dayanışmayı hiç ihmal etmedik. Ama, bize yapılan haksızlıklara dair, oradan hiçbir dayanışma sesi duymuyoruz. Biz, bu ülkenin insanı değil miyiz?”

Yazının Devamını Oku