Paylaş
PKK ile mücadele devletin de toplumun da kimyasını bozuyor. Mücadelenin süresi, araçları, psikolojisi herkesi derinden etkiliyor. Bizi başkalaştırıyor. Demokrasiyi zayıflatıyor, hukuku zedeliyor, çoğulculuğu öldürüyor. Yani yaşadığımız ‘çevre’yi boğucu hale getiriyor. Milliyetçilikler yükseliyor, hoşgörü ve güvensizlikler artıyor...”
İhsan Dağı, dünkü Zaman’da “PKK’yı neyle ve nasıl bitirirseniz bitirin” başlıklı yazısında mükemmel ve olağanüstü çarpıcı tespitler yapıyor:
“PKK nasıl bitirilecek? PKK’nın artan saldırganlığına tepkiler hakikaten çığ gibi büyüyor. Haksız da değil bu tepkiler; siyasetin imkanlarının sınandığı ve de tükendiği düşünülüyor. Tek kalan seçenek olarak da PKK’yı silahla bitirmek görülüyor... Mücadele edilecekse de gerçekçi bir zeminde yapmak lazım bunu. Şunu bilmek gerek; PKK son yıllarda mevcut konjonktürde olduğu gibi uygun bir bölgesel ortamı hiç bulmamıştı...”
“Sonuç şudur: PKK tarihinde görmediği bölgesel desteğe şu sıralar sahip. Hep çatışma içinde olduğu İran bile arkasında. Ne yaparsak yapalım terör maalesef kısa vadede bitmeyecek...”
Şu çıkarmasamayı yapabiliriz: PKK başvurduğu (kullanıldığı da denebilir) “terör tırmanışı”nın bitişi ile Suriye’de mevcut durumun bir şekilde çözüme ulaşması, en azından Suriye’yi sarmalayan “şiddet ortamı”nın son bulması birbiriyle doğrudan ilintili, içiçe geçmiş durumda.
Bir umut ışığı var mı peki?
Şimdiki umutlar Kofi Annan’ın yerini “BM ve Arap Birliği Özel Temsilcisi” sıfatıyla alan çok tecrübeli Cezayirli diplomat Lakhdar İbrahimi’nin ismi üzerinde yoğunlaşıyor.
İç yapısı bölge ülkeleri içinde Suriye’ye çok benzeyen Lübnan’da tam 15 yıl süren iç savaşı sona erdiren Taif Anlaşması’nı kaleme alan ve ayrıca BM Temsilcisi olarak 2004’te Irak’ta anlamı girişimleri olan Lakhdar İbrahimi’nin sonuç alacağı konusunda iyimser olanlardan değilim. Nitekim, İbrahimi son görevini üstlendikten sonra yaptığı açıklamada, “omuzlarına binen sorumluluğu kendisini korkuttuğunu, karşısında bir duvar gördüğünü ve o duvarda içinden girebileceği çatlaklar göremediğini” söyledi.
The Guardian gazetesi Lakhdar İbrahimi için “O beton duvar karşısında ne yapabilir?” sorusunu sorduktan sonra şu cevabı veriyor:
“Suriyeliler savaşmaya devamda kararlı oldukları sürece –ne kadar can sıkıcı olursa olsun- hiç kimse onları durduramaz. Ama iç savaşların bile, ya kan dökülüşü taraflardan biri ya da ikisi artık savaşa devam edemeyecekleri bir noktaya gelince veya taraflar zaman içinde askeri çözüm elde edemeyeceklerini ve uzlaşmaları gerektiğini anladıkları vakit, bir gün gelip sona erdiği de bir gerçektir.
1975’ten 1990’a kadar süren Lübnan iç savaşı buna örnektir... O savaşın bir özelliği, sayısız kez bozular sayısız ateşkeslerdir. Bundan çıkartılacak ders, ateşkeslerin yararsız olduğu değildir, nihayetinde ateşin durmasıdır. Barış çabasının sonuç vermesidir.”
Buradan, Türkiye’deki durum için bir ders çıkartmak gerekecek ise, hernekadar PKK’nın “terör tırmanışı”nın Suriye’deki “savaş ve şiddet ortamı”yla buluşması söz konusuysa da, çıkarılacak ders; “devlet”in ve PKK’nın “askeri çözümün imkansızlığı”na ikna edilmesi ve bu yönde harekete teşvik edilmesinden vazgeçilmemesi zorunluluğudur.
Mısır’ın yeni (ve Müslüman Kardeşler mensubu) Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, Mısır, Suudi Arabistan, Türkiye ve İran’dan oluşan bir “Suriye Temas Grubu” önerisini ortaya attı. Bildiğimiz kadarıyla, bu öneri Türkiye’nin desteğine sahip. Böyle bir “Temas Grubu”, Suriye’deki durumun bölgesel bir “Sünni-Şii çatışması”nın önüne geçilmesi için bir imkan sunuyor. Aynı şekilde, Lakhdar İbrahimi’ye de bir manevra alanı.
Türkiye, Suriye konusunda “askeri çözüm”ü dışlayacak çözüm girişimlerine paralel bir zihin kalıbıyla, “iç sorunu”na, PKK konusuna da yaklaşmayı denemeyi düşünmeye başlamalıdır.
Dün, yani 4 Eylül günü ilginç bir gündü. 1972 Münih Olimpiyatları’nda Filistinli militanların baskın yaparak İsrail olimpiyat takımındaki 11 sporcuyu öldürmelerinin 40. yıldönümüydü. Olay, 11 Eylül’den (2001) önce uluslararası terörizmin en büyük ve eşsiz örneğiydi.
Kara Eylül adlı Fetih içindeki bir kesimin oluşturduğu ve 1973 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra kendiliğinden ortadan kalkan örgütün gerçekleştirdiği bu eylem ve ardından gerçekleştirdiği eylemler, Yasir Arafat’ın izlemeye tasarladığı Filistin sorununa “siyasi çözüm” çizgisini yıllar boyu dondurmuş ve bloke etmişti. Ama asıl etkiyi, ABD politikası üzerine yaptı.
Bu konudaPaul Thomas Chamberlin isimli bir akademisyenin olayın 40. yıldönümü vesilesiyle “Teröristlerle Konuşmak Sonuç Verdiğinde” (When It Pays to Talk to Terrorists” başlıklı, New York Times’ta yayımlanan çok önemli makalesindeyazısında Münih Olimpiyatları’ndaki terörist saldırının ABD politikasında yol açtığı yanlışları irdeledi.
“Münih- ve ondan öğrenilen dersler- terörizm üzerine Amerikan görüşlerini biçimlendirmekte baş rolü oynadı: Teröristler yıkım ve anarşi yaymak isteyen kana susamış fanatiklerdir. Öylesine aşırılarla müzakere beyhude ve ahlak dışıdır. Onlara verilecek tek kabul edilebilir karşılık, onları ezmektir.
Saldırıların sıklığı ve şiddeti arttıkça, Amerika’nın terörizme cevabı kırk yıl boyunca, esas olarak, bu oldu. Münih’in feci bir olay olması bir yana, Başkan Richard Nixon’un bu cevabının, durumun düzelmesine hiçbir faydası olmadı.Tersine, o tavır, en militan Filistin fraksiyonlarının elini güçlendirdi ve şiddetin sürmesini güvence altına aldı.”
Münih’in İsrail’in Lübnan ve Suriye’de Filistin mülteci kamplarına hava saldırılarıyla misillemesine ve bunun çok sayıda sivilin kanının dökülmesine yol açtığına dikkati çeken yazar, buna rağmen ABD’nin İsrail’i kınamaktan kaçındığına ve Washington’un Filistin Kurtuluş Örgütü’ne (FKÖ) yönelik “Tanıma yok; Müzakere yok; Meşrulaştırma yok” şeklindeki tavrını değiştirmediğine dikkat çekiyor.
Oysa, daha sonra üzerlerindeki gizlilik kaydı kaldırılan Beyaz Saray belgelerinden, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın ta 1970’de Filistinlilerin “bir barış anlaşmasında yapıcı partnerler” olarak “ihmal edilmemeleri” ve bir an önce onları”barış sürecine sokmak” için Başkan Nixon’u öneride bulunduğunu öğreniyoruz. Sonuçta, uzun yıllar heba edildi.
Ve, yazı şu paragrafla son buluyor:
“Nelson Mandela, Gerry Adams ve Menahem Begin örneklerinin gösterdiği gibi dünün ‘teröristleri’ yarının barış yapıcılarına dönüşmek eğilimi taşırlar. Teröristlere ilişkin korkularımızın ve diplomatik açılımların önümüze sunduğu fırsatları bizi körleştirmemesine dikkat etmeliyiz. Barış şartlarını göze almamak, Eylül 1972’de ölenlerin anılarını onurlandırmadı.”
Ne anlaşılması gerekiyorsa, odur...
Paylaş