Paylaş
İçinde bulunduğumuz günler ile bugünkü iktidarın birçok unsurunun mağdur edildiği 28 Şubat Süreci arasında çarpıcı bir benzerlik var: Medya üzerindeki iktidar baskısı...
Bu baskı, esas olarak, iki şekilde sonuç verir: Gazeteciler işlerini kaybederler, köşe yazarları zora girerler.
Ben de, 2000 yılının Kasım başında Sabah gazetesinden ayrılmak zorunda kalmıştım. Sabah gazetesinde 10 yıla yakın bir süredir çalışıyordum. Gönüllü bir ayrılık değildi. Ayrılık nedeni, biz gazeteciler için en geçerli nedenlerden biriydi: Yazının yayımlanmaması...
Yayımlanmayan yazım, benim de dahil olduğum bir grup insana 28 Şubat döneminde kurulmuş olan tezgahın, Genelkurmay’ın itiraf niteliğindeki bir açıklamasıyla ortaya çıkması üzerine kaleme aldığım ve başta Çevik Bir, dönemin sorumlularına karşı hukuk yollarına başvuracağıma dair yazımdı.
Askere hakaret gerekçesi
Yani, hakkımdaki iftiralardan tümüyle arınmış olmamı kutlayan nitelikte bir yazıydı. Bir yazı işleri görevlisi, “gazete hukuk bürosunun yazıda sakınca bulduğunu” söyleyerek, “orduya hakaret” niteliğinde olduğunu ileri sürdüğü bölümleri ya değiştirmemi ya da yeni bir yazı yazı yazmamı istemişti. Yalan söylüyordu. O tarihte, Sabah gazetesinde köşe yazılarını denetleyen bir hukuk bürosu yoktu. Bu öneriyi reddettim. Yazının yayımlanmasında ısrar ettim.
Bunun üzerine, yazı yayımlanmadığı gibi, görülmemiş bir şekilde, kendi köşemde “askere hakaret ettiğim” gerekçesiyle yazımın yayımlanmadığı bildirilerek, “ihbar” edildim.
İşin ilginç yanı, tam da o gün Genelkurmay’ın “Basınla Tanışma” resepsiyonuna ilk kez davet edilmiştim. Sabah gazetesini hazırlayanların bundan haberi olmamıştı ve “askere hakaret” yalanını ortaya atmışlardı. 28 Şubat ortamından kendilerini sıyıramamışlardı ve başka hesapları uğruna askere yaranmak için beni feda etme yolunu seçmişlerdi.
Sabah gazetesinden öyle koparıldım.
Alçak basınç atmosferi
28 Şubat Süreci’nde karabasanlı günler yaşandı. 28 Şubat’ın öyle günleri bile, yayımlanmayan yazıların okura ulaşmasını engelleyemedi. 28 Şubat geçti, gitti. Devam etmedi. Türkiye, 28 Şubat’ı aştı.
Bu günler de geçip gidecek.
Bir meslektaşımızın basının büyük bölümünün üzerine çöken baskı ortamına dair mükemmel tanımıyla, bugünkü “alçak basınç atmosferi” gün gelip, mutlaka ortadan kalkacak. Sürekli olabilmesi mümkün değil.
Bugünün “alçak basınç atmosferi”nden doğrudan bizim payımıza düşen, 28 Şubat’ın Şemdin Sakık’ın kullanıldığı “Andıç”ını hatırlatır biçimde yine Şemdin Sakık adının kullanıldığı alçakça yeni tezgah oldu.
Bu alçakça tezgaha karşı sesini yükselten ve dayanışma gösteren herkese bir kez daha teşekkür ediyorum. İnsan Hakları Derneği, bu konuda dün “Gazeteciler Cengiz Çandar, Hasan Cemal, Ahmet Altan ve Yasemin Çongar Yalnız Değildir” başlıklı bir yazılı açıklama yaptı.
Açıklamanın son bölümünde “Siyasal iktidarın ve devletin güdümünde hazırlanıp servis edilen her türlü saldırı haberini kınıyoruz. Hükümetin yasal sorumluluğunu hatırlatıyor ve tehdit edilen, hedef tahtasına konmak istenen gazetecilerin öncelikle can güvenliklerinin korunmasını, uydurma delillerle başlarına herhangi bir adli olay gelmemesi için de Adalet Bakanlığı’nın ilgili cumhuriyet savcılarını uyarmasını istiyoruz” deniliyor.
Günlerdir cumhuriyet savcılarının harekete geçmesini bekledim. 10 Ağustos tarihli Yeni Akit’te “Şemdin Sakık’tan bombalar” manşeti ve fotoğraflarımızla hedef gösterildik. O gün bugündür cumhuriyet savcıları kendiliklerinden kımıldamadılar.
Suç duyurusunda bulunuyorum!
Paylaş