Paylaş
“1332 yıl önce Kerbela’da yaşanan neyse bugün Suriye’de yaşanan da odur” dedi. “Suriye’de zalim diktatör en ağır silahlarla toplu katliam gerçekleştirirken, sırf mezhep taassubu nedeniyle bu zulme sessiz kalanlar, alkış tutanlar, çanak tutanlar var” sözlerini “Suriye-Kerbela metaforu”na ekledi.
Başbakan’ın “Suriye-Kerbela metaforu”, akıllara William Faulkner’ın “Geçmiş asla ölü değildir; geçmiş, geçmiş bile değildir” şeklinde ünlü sözünü getiriyor.
“Geçmişin asla ölü olmadığı”, hatta “geçmişin aslında geçmiş bile olmayıp, bugünün ta kendisi olduğu” Ortadoğu’dan başka dünyanın hiçbir bölgesinde böylesine geçerli olamaz. 1332 yıl önceki Kerbela, bugünün Suriye’si olarak tarif edilecek kadar “canlı” bir referans noktası.
Kerbela, başkenti Şam olan Emevi hükümdarı Yezid’in Hz. Hüseyin’i katlettiği yerin ve savaşın mekanı ve İslam’ın Şii mezhebinin “doğum anı” olarak tarih kayıtlarındadır. Aleviliğin de temel referans noktasıdır. Ve, bugün Şam’da Nusayri (yoksa Alevi mi?) kimlikli rejimin hüküm sürdüğü Suriye’de paradoksal biçimde Türkiye’nin başbakanı “günümüzün Kerbela’sı”ndan söz edebiliyor.
Nusayri mi? Alevi mi?
Türkiye’nin yöneticileri, ülkemizin içindeki hatırı sayılır Alevi nüfusu ilzam etmemek için siyasi kaygıdan yola çıkarak, Başşar Esad ve Suriye yönetici elitinden Alevi olarak söz etmemeye özen gösteriyor; Nusayri sözcüğünü tercih ediyorlar. Hafta içinde bir televizyon programında, “Suriye’deki Nusayriler kendilerine Alevi diyorlar ve kendilerinden Nusayri diye söz edilmesini pejoratif yani bir tür hakaretamiz amaçlı görüyorlar” dediğimde, program konuşmacılarından Fehmi Koru, “Onlar da kendilerini Nusayri diye niteliyorlar” diyerek itiraz etti.
Oysa, kendilerini “Alevi” diye nitelediklerini ve “Nusayri” nitelemesinden hazzetmediklerini biliyorum. Suriye’deki mezhebi kırılmanın farklılığını kendi dolaysız tecrübemle hatırlıyorum. 1982 yılında Hama’da Hafız Esad’ın giriştiği müthiş katliamdan birkaç ay sonra İsrail’in Beyrut kuşatması sırasında uzunca bir ateşkes süresinden yararlanıp, Türkiye’ye gitmek üzere Kuzey Lübnan’dan çıkış yapmış ve Suriye’de Tel Kalakh’da (Crac des Chevaliers) gecelemiştim. Birlikte seyahat ettiğim bir Lübnalı aile ile birlikte muhtarın konuğuydum. Homs yakınlarında, bir Haçlı kalesinin bulunduğu, bir tepenin üzerine kurulmuş köyde gün ağardığında aşağımızda uzanan düzlükleri seyrederken, kıyıya doğru, Banyas ve Lazkiye yönünü işaret ederek, muhtara sormuştum, “Şu yönde Alevi köyleri olduğunu sanıyorum. Orada Aleviler var mı?”
Muhtarın cevabı keskin oldu. “Onlar o yönde varlar” dedikten sonra, eliyle Homs’a doğru sağ yönümüzü gösterdi: “Bu taraf Müslümandır!”
Aleviler ya da Nusayrileri, İslam’ın içinde görmediği anlaşılıyordu.
Suriye’nin 22 milyon dolayındaki nüfusunun yaklaşık yüzde 12’sini oluşturan Alevilerin, Türkiye Alevileriyle farkları olabilir ama Türkiye’nin çoğunlukla Hatay ilinde, ayrıca Adana’da ve Mersin’de bulunan Arap-Alevi vatandaşlarımızla hiçbir farkları olmadığı da bir gerçek. Nusayriler denilen kitle de bu.
Nusayri denmelerinin nedeni, mezhebin kurucu figürünün Muhammed İbn Nusayr olmasından ötürü. Muhammed İbn Nusayr, 11. Şii İmamı Hasan el-Askeri’nin öğrencisiydi. 11. İmam’ın ölümüyle ve oğlunun ortadan kaybolması ve “Kayıp İmam” Mehdi olarak kabul edilmesiyle birlikte Şiiliğin içine girdiği kriz döneminde kendisini Hasan el-Askeri’nin “Bab”ı yani “kapısı”, temsilcisi olarak ilan etmiş ve Alevi-Nusayri inancının temellerini atmıştı. Bununla birlikte, Alevi-Nusayri inancını bugün yaşadıkları topraklara taşıyan Abdullah el-Khasibi oldu.
10. yüzyıl’da yaşayan ve 957 yılında ölen Abdullah el-Khasibi ders verdiği, Bağdat’ta ve Halep’teki Şii yönetimleri, Büveyhoğulları ve Hamdaniler’in Selçuklu Türkleri tarafından yıkılması üzerine Lazkiye taraflarına göç etmiş ve takipçileri, bugün Cebel Aleviyyin (Alevi Dağı) olarak nitelenen bölgeye sığınarak yerleşmişlerdi.
Aleviler, Haçlı seferleri sırasında Sünni-İslam yöneticilerine karşı Franklarla işbirliği yaptıkları iddiasıyla Eyyübiler ve daha sonra Suriye’yi yöneten Mısır’daki Memluklar’ın baskılarına maruz kalmışlardı. Osmanlılar, 1516’da Suriye’yi Memluklar’dan alıp ele geçirdiklerinde, Alevi-Nusayrilere pek ilişmediler. İnançları Osmanlı Millet Sistemi’ne uymuyordu. Onları “Kayıp Millet” (el-mille el-zalla) diye nitelediler. Yine de “bölge” 19. yüzyılda çeşitli Alevi-Nusayri isyanları gördü ve yüzyıl sonlarında Osmanlılar, Alevilere “sınırlı özerklik” verdi. Fransızlar, Suriye’de Manda yönetimi kurup, 1921’de Lazkiye merkezli “bağımsız Alevi devleti” kurmaya giriştiler.
1936’da merkezi bir Suriye devleti kurulması yönünde Fransa-Suriye Anlaşması imzalandığı sırada, Lazkiye bölgesinin altı Alevi-Nusayri ileri geleni, Fransa’daki Halk Cephesi hükümetinin başbakanı Leon Blum’a Alevi-Nusayriler için “bağımsızlık” talep eden bir dilekçe sundular. “Alevilerin bağımsız bir halk olduğu ve (Suriye’nin) iç bölümündeki şehirlerin otoritesine hiçbir vakit tabi olmadıkları” ifade edilen dilekçede, “Anlaşmaların azınlıkları koruyamayacağı” öne sürülerek “Sizi temin ederiz ki, Suriye’de hakim İslami zihniyetten ötürü anlaşmaların hiçbir değeri yoktur. Bu durumu Iraklıların Asuriler ve Ezidileri katlettiği İngiliz-Irak Anlaşması’nda gördük” deniliyordu. Dilekçenin başındaki ilk imza Süleyman el-Mürşid’e aitti. Bu dilekçenin verilmesinden on yıl sonra, Şam’daki bağımsız-merkezi Suriye hükümeti onu darağacına gönderdi.
İkinci imza ise Süleyman el-Esad ismini taşıyordu. Hafız Esad’ın babası; Başşar Esad’ın dedesi!
Yüzyıllar boyu baskı görmüş, Hatay’ın güneyindeki dağlık bölgeye sığınarak yaşamış ve Sünni toprak ağalarının topraklarında ırgatlıkla hayatını kazanmaya çalışmış çok yoksul bir topluluk olan Alevi-Nusayrilerin merkezi Sünni yönetiminden korkmak için anlaşılır nedenleri yok değildi.
İnanç sistemleri, Pagan, Hristiyan ve Zerdüştçü unsurlarla bezenmişti. Hz. Ali’ye “İlahi” özellik atfediyordu, esoterik, “sırları” bulunan, dışa kapalı, ayrı bir “din” nitelemesine uygundu ve ortodoks İslam düşüncesi, onları “İslam dışı sapkınlar” olarak görüyordu. Öyle ki, İslam tarihinin en etkili fakihlerinden olan ve bugünkü Selefiliğin referans noktası olarak addedilen ve Harran doğumlu olup Şam’da büyümüş, yaşamış ve orada ölen İbn Teymiyye (1263-1328), Alevi-Nusayrileri “İslam’ın düşmanları” olarak damgalamış, inançlarını “onların dini dış görünüşüyle Şii, ama içinde tümüyle kafirliktir” diye tanımlamıştı. İbn Teymiyye’nin, bulundukları yerde Alevi-Nusayrilerin cezalandırılmasını ve hatta imhasını “caiz” gören fetvaları, söz konusu inancın izleyicilerini daha da içe kapatmış ve yüzyıllar boyu kendilerine dönük husumetin “ideolojik kaynağı”nı oluşturmuştu.
Suriye’nin Fransız yönetimi altındaki döneminde, onların sayesinde askeri okullara, emniyet teşkilatına, güvenlik kuruluşlarına girmeye başlamışlar, 1950’lerde “laik” Baas Partisi’nde yer bulmuşlardı.
Baas Partisi, 1963’te iktidara geldikten sonra, Alevi-Nusayrilerin eli, Suriye’de ilk defa iktidarın iplerine değdi. 1971’de birkaç Alevi-Nusayri aşiretinden biri olan Matavira’dan Hafız Esad, Suriye’nin ilk “Alevi” Cumhurbaşkanı oldu. “Esad hanedanı” ile bugün Başşar Esad döneminde, yaklaşık yarım yüzyılda iktidardalar. Sosyal ve sınıfsal statüleri de değişti. Artık, Cebel Aleviyyin’in yoksul köylüleri olmaktan çıkıp, özellikle Şam’da “şehirli yönetici elit” haline dönüştüler.
Modern tarih ve sosyolojinin kurucularından biri olarak kabul edilen İbn Haldun (1332-1406), hanedanların üç kuşak sonra çürümeye başlayacağını öngörmüştü. Ama artık tarih çok daha süratle yol alıyor. Suriye’deki Alevi-Nusayri Esad hanedanının ömrü iki kuşakta son bulacağa benziyor.
Bu “kaçınılmaz son”un gerçekleşmesinin çabuklaşması, ancak, Alevi-Nusayriler ile Esad hanedanının eş anlamlı ele alınmaması ve arasına bir çizgi çekilmesiyle mümkün olabilecek.
Türkiye, bu bakımdan, “mezhepçilik” tuzağına düşmeden Alevi-Nusayrileri de kucaklayacak, yüzyıllar boyu yaşadıkları haksızlıkları onlara hatırlatmayacak bir dil benimsemeli, söylem geliştirmelidir.
Unutulmamalı ki, konu, “Türkiye’nin Alevilerinin Suriye’deki Nusayrilerden farklı olması” değildir; Türkiye’nin kendi ve Suriye’kilerle kardeş, Alevi-Nusayri vatandaşları da var.
“Modern devlet” olmak ile “mezhepçi devlet” olmak arasında, hem kalın, hem de çok ince bir çizgi var.
Paylaş