Paylaş
Esas itibarıyla doğru bir siyasi yaklaşımı, bu kadar sorgulanır hale sokabilmek özel bir yetenek ister ve Tayyip Erdoğan bunu becerebildi.
Aylar öncesinde defalarca yazdık; Türkiye, kendi Kürt sorununu kendi içinde çözüm rotasına sokmaz ise, ayrıca Alevi sorununun üstesinden gelmek için samimi gayret göstermezse, izlemek istediği Suriye politikası boynuna dolanır, kolay hareket edemez, manevra alanı daralır.
Tam da bu oldu.
Kürt sorunu konusunda Başbakan’ın haşin dili, Uludere (Roboski) ile birlikte ortaya konulan hoyratlık, Alevi duyarlılığını göz ardı edecek ne varsa onun yapılması, Suriye gibi hayati bir konuda kurulması gereken “ulusal koalisyon”u imkansız kıldı. Erdoğan’ı, Rusya ve Çin’in arkaladığı, İran’ın sonuna kadar desteklemekte kararlı olduğu Suriye karşısında ABD ile Suudi Arabistan-Katar ekseninde “mezhepçi” bir görüntüye yerleştirdi.
Asıl “mezhepçiliği” bilinçli olarak Suriye’de Başşar yapmakta, İran, düpedüz bir “Şii ekseni” üzerinden hareket etmekteyken, Tayyip Erdoğan’ın kötü ve keyfi iç politikasının dış politika yansıması “mezhepçi görüntü” oldu ve bu da iç politikada CHP’nin yarı-aymaz ve o da yarı-mezhepçi muhalefet politikasını seferber etti.
Söz konusu siyasi iklim, önceki gün Antakya’da CHP’nin de solunda yer alan grupların ve kuruluşların “Kanımızla, Canımızla Seni Sarıyoruz ey Başşar” şeklinde sloganlar atarak yaptıkları mitinge yol açtı.
Türkiye’de solun bir bölümü, sözde anti-emperyalizm ve anti-Amerikancılık adına tarihin en kanlı diktatörlerinin “yedek gücü” olmak gibi bir utanç verici role soyunmuşlardır. Bundan 10 yıl önce Saddam’ın Türkiye’deki barutu onlardı, şimdi Irak Baas’ından sonra Suriye Baas’ı için kendilerine ortaya atıyorlar.
Söz konusu slogan, Arap dünyasının “Biddem, birruh, nefidik ya…” diye başlayan ve sonuna bir lider ismi iliştirilen en klasik sloganıdır. Bu sloganın sınırı aşıp Antakya’ya gelmesinde, Türkiye solunun İttihatçı-Kemalist virüsle enfekte, dolayısıyla Baas türevi kesimlerinin rol alması kadar, Hatay ilimizde Başşar Esad ve onun mensup olduğu Nusayri-Alevi mezhebini paylaşan yurttaşlarımızın yaşıyor olması ve iktidarın yanlış “Alevi politikası” nedeniyle Başşar ile dayanışma hissetmesinin payı var.
Tabii, Hatay’ın giyim-kuşamları, görüntüleri ile Cihadi gruplara, Selefi akımlara mensup Arapların cirit atıyor izlenimi verdikleri bir alan haline gelmesinin, Hatay’ın Nusayri-Alevi Arap olan Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını Başşar lehine seferber etmesi de, göz önüne alınmak zorunda.
Artık, Suriye konusu, isteseniz de istemeseniz de, beğenseniz de beğenmeseniz de, Türkiye’nin “iç politika denklemi”nin içinde yerleşmiştir.
Kürtlerin hatırı sayılır bir bölümü, Alevilerin çok önemli bir çoğunluğu, solun geneli, CHP; Ak Parti, ağzıyla kuş tutsa Suriye politikasının karşısında konumlanacaktır.
Başşar Esad’ın “mezhepçi” politikası, en azından Türkiye’de ürün vermiştir; ama bunda, Ak Parti iktidarının kendisini “mezhepçi politika görüntüsü”nden arındıramamasının da hissesi var.
Ak Parti, iç politikada ciddi ve köklü değişiklikliğe gitmediği takdirde, Suriye politikasının Türkiye’de “bölücü etki” yapması önlenemez.
Ne var ki, Suriye’de akan kanın faturasını Erdoğan iktidarına çıkartmak da, gerçeğin insafsız bir çarpıtmasından başka bir şey değildir. Suriye’de patlak veren olayların arkasında Türkiye yoktu. Olaylar, silahsız gösteri yapan insanları, Başşar Esad rejiminin kanla bastırması ve ölü sayısı binlere çıkana dek, Türkiye Başşar’a “reform yapması” için dil döküyordu.
Suriye’de olayların başlangıcı bir buçuk yıl öncesine gidiyor. Türkiye’nin Baas rejimiyle arasındaki köprüleri atması bir yıla yaklaşıyor. Yani, Suriye’de patlak veren krizin ilk altı ayı, Ankara ile Şam arasında kanallar açıktı ve Tayyip Erdoğan “kardeşi”ni, Emine Erdoğan’ın yakın dostu Esma Hanım’ın “eşi”ni kollamak için gerçekten gayret gösterdi. Tayyip Erdoğan’ın Başşar Esad için “pırıl pırıl çocuk” dediğine ve Lübnan’daki Saad Hariri cinayetinden onun ismini nasıl sakındığına kendi kulaklarımla tanık olmuştum (2005).
Suriye’deki “olaylar”ın 530 günlük bilançosu (son bir haftanın rakamları hariç) şöyle:
Ölü sayısı: 28,107
Ölen çocuklar: 2148
Kurşuna dizilen askerler: 2445
İşkenceyle öldürülen: 969
Kayıp: 76,000
Tutuklu: 216,000
Suriye nüfusu, Türkiye’nin üçte biri kadar. Bu sayıları üçle çarparsanız, Türkiye’de benzeri bir durumda 18 ay içinde kaç kişinin ölmüş, öldürülmüş, kayıp ve tutuklu olduğunun rakamını elde ederseniz.
Bu rakamlara, ülke içinde yer değiştirmek zorunda kalan 250 binden fazla kişiyi, onbinlerce ülke dışına çıkan mülteciyi –Türkiye’ye iltica edenler 100 bine yaklaştı- ekleyin; tam bir felaket tablosu.
Bu tablo karşısında nerede duruyorsunuz? Bu, siyasi değil, özellikle “ahlaki” bir soru.
Ve maalesef, bu rakamlar büyüyecek. Bu rakamların büyümemesi, rejimin ömrünün kısalmasıyla orantılı. Türkiye’nin rolü burada anlam kazanıyor.
Muhalefetin ileri sürdüğü gibi, Türkiye’nin “savaşa girmek” bir yana, “tampon bölge” kurulmasına ve “uçuşa yasak bölge” ilan edilmesine bile gönlü olduğu şüpheli.
Tanınmış bir Amerikalı yazar, Suriye hakkında yazacağı iddialı yazı öncesinde görüşüme başvurdu ve şöyle yazdı:
“Obama’nın adamları bana Türkiye’nin askeri ve istihbarat kurumlarının ne güvenli bölge veya ne de bir uçuşa yasak bölge konusunda hiçbir ilgi duymadıklarını ve iktidardan söyleminin sadece laftan ibaret olduğunu bildirdiler. Diğerleri, Türkiye’nin artan PKK faaliyeti konusunda çok kaygılı olduğunu ve bunun BM onayı ile veya BM onayı olmaksızın bir güvenli bölge kurmaya onları yöneltebileceğini söylediler. Ne diyorsun?”
Beyaz Saray’ın içinden gelen, Türkiye’nin Suriye tutumuna ilişkin “iç bilgi” böyle. Türkiye’nin “içi”ne, muhalefete söylenmesi gereken şu:
Türkiye’yi eleştirecekseniz, olmayan şeylerden yola çıkmayın; doğru dürüst eleştirin…
Paylaş