İlk 24 saat içinde Avrupa Komisyonu’nda geçirdiğim bir buçuk saatlik süre, ardından Avrupa Parlamentosu’nda bir buçuk gün boyunca bulunmam, hiçbirşeyi olmasa bile tek bir şeyi gayet net biçimde gösterdi: Pınar Selek davası, çok yakında Türkiye’nin adının “eş anlamlı” anılacağı bir “adaletsizlik simgesi” olarak ülkemizin boynuna dolanacak. Pınar Selek davası, bir “simge dava” haline dönüşmeye başladı. Türkiye’nin üzerinde kaldıramayacağı, her uluslararası platformda önüne çıkacak bir ‘yük” olarak... Bu gözlemi, bir vesile ile Brüksel’de karşılaştığımız Adalet Bakanı’na da aktardık. Yargıtay’ın elinde bulunan bir dava için “Yürütme”nin yani Adalet Bakanlığı’nın pek fazla bir imkanı olmadığını anlatmaya çalıştı. Ne demek istediğimizin farkında gözüküyordu. Meselemiz, Pınar Selek davasını uluslararası planda “Türkiye imajı”na “olumsuz” etkisi bakımından irdelemek değil. Konunun, kendiliğinden oluşmuş o boyutu var. Ama, asıl önemli olan, bir insana ve çevresine karşı işlenen ağır “adaletsizlik”le ilişkisi. Pınar Selek davası için bugün İstanbul Çağlayan Adalet Sarayı’nın C girişi önünde toplanacak insanlar, gönderdikleri “Bilgilendirme Notu”nda tam da bir “birey”e karşı işlenen “hukuk cinayeti”ne dikkat çekiyorlar; “Bilgilendirme Notu” şöyle başlıyor: “Yaklaşık 15 yıldır Pınar Selek’e, ailesine ve adaletin yerini bulmasını bekleyen bizlere, hepimize bir kabus yaşatılıyor. Artık hukuk hatası, hukuk ayıbı olmaktan çıkıp hukuk cinayetine dönüşmüş bu dava 15. yılına girdi...” Bir dava 15 yıl sürerse ve o davanın sanığı, 28 Şubat şartlarında işkence görüp, 2,5 yıl hapis yatıp, üç kez de beraat eder, hakkında onca lehte bilirkişi raporlarına rağmen, Yargıtay’ın inatçı bozma kararlarıyla 15 yıl sonra tekrar ağırlaştırılmış müebbed hapse mahkum edilmek istenirse, o dava ile “adalet” kavramı arasında bir bağ kurulabilir mi? Hele, Pınar Selek’in daha önce üç kez beraat ettiği Mısır Çarşısı davasının 22 Kasım Perşembe günü yapılan son duruşmasında, İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi, 9 Şubat 2011 tarihinde Pınar Selek hakkında verdiği nihai beraat kararını yetkisi olmadığı halde geri almışken... 15 yıl içinde, Pınar Selek’in annesi, çektiği kahıra dayanamadı, bu dünyayı terketti. Babası, tanınmış avukat Alp Selek, 80 yaşını aştı, olan-bitene “hukuk içinde anlam” bulmaktan vazgeçmeye başladı. Pınar Selek’in kızkardeşi, sırf ablasını savunmak için hukuk okudu, avukat oldu; dava bitmedi. Yine “Bilgilendirme Notu”ndan: “Türkiye ve dünya hukuk tarihinde benzeri görülmemiş bir skandal karar olarak tarif edilen bu kararla, bir mahkeme kendi beraat kararını yok saydı. Avukatların salon dışında bekletildiği bir ortamda alınan bu kararla, alenen Ceza Muhakemesi Kanunu çiğnendi.” CMK’nun nasıl çiğnendiğinin ayrıntısı şöyle anlatılıyor: “Ceza Muhakemeleri Kanunu’na (CMK) göre, Mahkeme bir kere nihai kararını verdikten sonra, o kararını hiçbir şekilde geri alamaz veya bu konuda ikinci bir karar veremez. CMK uyarınca beraat bir ara karar değildir, bir hükümdür. Ancak Yargıtay nezdinde temyiz edilebilir. Mahkemenin hüküm verdiği dava, onun yetki alanından çıkar ve artık Yargıtay’ın alanına girer. Pınar Selek davasında mahkeme beraat kararını geri alarak kendisini ‘temyiz mercii’ yerine koymuş, Yargıtay’ın yerine geçerek kendi kararını temyiz incelemesine tabi tutmuştur. Üstelik bu ara karar, duruşma başlamadan, avukatlara söz hakkı verilmeden önce alınmış, karar alındıktan sonra avukatlara tebliğ edilmiş, bunun da adı ‘yargılama’ olmuştur. Mahkeme, avukatların usul ve yasaya aykırı yürütülen yargılamaya ilişkin itirazlarını dikkate almamıştır. Savcı, bir yandan temyiz ettiği dosya hakkında sanki nihai karar verilmemiş gibi tekrardan esas hakkında mütalaa vermiş, diğer yandan da temyiz dilekçesini geri çekmemiştir.” Hukuk bilgisinden hiç nasibini almamışların bile anlayabileceği basitlikte, inanılmaz bir “usul hataları zinciri”ni ortaya koyan satırlara bir de hatırlatma yapalım; söz konusu karar, dosyası en iyi bilen, hatta tek bilen ve iki kez beraat kararı vermiş olan mahkeme başkanı değiştirilerek, yerine dosyadan habersiz birinin atanması sonucu alınmıştır. İşi, Hrant Dink’i ölüm yolculuğuna çıkartan eski Yargıtay üyesi-yeni ‘Ombudsman’ işine çevirmeyelim; kim, niçin mahkeme başkanını değiştirdi? Usulsüz karara imzasını atan yeni başkanı kim, nereden, neden getirdi? Niçin Pınar Selek? Hakkında 15 yıl içinde beraat üzerine beraat hükmü verilmesine rağmen, niçin onun “ağırlaştırılmış müebbed hapis” cezası alması için Yargıtay’ın “bazı yargıçları”, büyük çaba içerisinde. Pınar Selek’in “büyük günahı” ne? “Bilgilendirme Notu”na dönelim: “Pınar Selek’in hedef olarak seçilmesi süreci 1997’da Kürt sorunu ile ilgili araştırması ile başladı. Savaş koşullarını ve neden bir türlü barışılamadığını anlamak ve anlatmak üzere konunun muhataplarıyla da görüşmesi, günün koşullarında cesur ama bir o kadar da tehlikeli bir adımdı. Dönem, sonradan düzmece olduğunu bizzat hazırlayanların da itiraf ettiği “andıç”lar ve ‘balans ayarı’ yapmak için tankların Ankara sokaklarında yürütüldüğü dönemdi. Devlet, Kürt sorununu savaşla ve ezerek çözmeye kararlıydı. Bu süreçte 11 Temmuz 1998’de Emniyet Müdürlüğü’nce gözaltına alınan Pınar Selek, görüştüğü kişilerin isimlerini vermediği için ağır işkence gördü ve araştırmasına el kondu. Pınar Selek aleyhine, sahte olduğu sonradan ortaya çıkan tutanaklar düzenlendi. Bunlardan bir tanesi, kendisine uygulanan Filistin askısında sol kolu çıkan Pınar için kolunun üstüne düştüğüne dair tutulan tutanaktı. Diğer tutanaklarda ise, Pınar ile ilişkilendirilmek istenen ancak kendisi gözaltına alınmadan önce imha edilen başkalarına ait patlayıcı ve malzemeler, birçok kimsenin girip çıktığı sokak çocukları için kurulan sanat atölyesinde bulunmuş gibi yansıtıldı. Oysa atölyede bulunduğu iddia edilen patlayıcıların atölye aranmadan 22 saat önce imha edilmek üzere Emniyetin elinde olduğu, olay yeri inceleme raporunun tarihiyle ortaya çıktı. Çeşitli komploların, ‘andıç’ların gündeme geldiği 1998 döneminin konjonktüründe kurban olarak seçilen Pınar Selek, önce; konuya eğilecek tüm araştırmacılara ve aydınlara gözdağı vermenin sembolü haline getirildi. Pınar Selek’in tahliye olduktan sonra da geri çekilmeyip barış faaliyetlerine, kadın hareketine ve bilimsel çalışmalarına ağırlık vermesi ise tehdit, saldırı ve mahkeme sürecinin uzatılması üzerinden yürütülen komployu pekiştirdi.” Bu satırları, “28 Şubat tezgahı”ndan geçenler kolayca anlar. Pınar Selek gibi “işkence”den geçmemiş olsa da ve çok kısa sürmüş olsa da, 28 Şubat’ta “dört duvar” görmüş olan Başbakan’ın da bütün bunları anlaması beklenir. Yeter ki, anlasın. Anlasın yeter...