Paylaş
“Cengo” dedi bana hep seslendiği o tanıdık ve milyonlarca insan için tanıdık olan o sesiyle, “32. Gün şu yeni gelişmeleri konuşalım Kürt meselesine ilişkin olarak. Hasan’ı da (Cemal) alalım, birkaç kişi konuşalım. Ne dersin? Kimler olsun? Ben diyorum ki…”
32. Gün, perşembe günü yayınlanırdı. M. Ali Birand’ın bu dünyadaki son günü oldu o perşembe günü.
“M. Aliciğim, ben olamayacağım önümüzdeki perşembe. İlla beni istiyorsan, bir sonraki perşembeye salla…”
M.Ali’den, “Hay Allah, yapma bee” sesi yükseldi ve onu işinden alıkoyacak hiçbir gerekçe olamayacağı için, “Peki, kimleri önerirsin?” sorusu üzerine yine 32. Gün hazırlığına geri döndük.
İstanbul’a döndüğümde, çarşamba günü hastanede yoğun bakımda olduğunu öğrenince, telefona sarıldım. Onun numarasını çevirdim. Onca yıllık asistanı Nilgün’ün cevap vereceğini ve en sağlam bilgileri Nilgün’den alacağımı biliyordum.
Anlattı. Ertesi sabah yani perşembe sabahı kendine gelip, hastaneden çıkmasını beklediğini söyledi bana Nilgün. Öyle istiyordu herkes gibi. M. Ali öyle alıştırmıştı herkesi.
“Bu deli yarın akşam programa çıkmaya kalkar şimdi” dedim. Nilgün, “Tanımıyor musun bunca yıldır onu. Aynen öyle yapmaya kalkar” diye teyid etti. “Ama” diye ekledi, “Bu hafta 32. Gün’ü yapamayacaktı zaten. Yarın çıkamaz ekrana…”
İçime, 32. Gün’ün haftaya benim de katılabileceğim şekilde ertelenmesi ihtimalinin ferahlığı yayıldı. Haftaya M. Ali’yle yine beraber olacaktım yani…
Ama, niçin Nilgün telefonu kapatırken, “Dua edin onun için” demek gereğini duydu. Bu uyarıdan rahatsız oldum.
Ertesi sabah Hasan (Cemal) aradı hastaneden. Sinyaller umut verici görünmüyordu. Hemen hastanenin yolunu tuttum. Önce Cemre’den, sonra Umur’dan umut kırıcı özel bilgiler geldi bizlere. Yine de “mucize”den umut kesmemiştim. Arada bir Hasan’ı köşeye sıkıştırıp, “Ne yani, bitti mi? Ne diyorsun?” diye ondan da “mucize”nin olabileceği teyidini almak isteyerek.
Hasan, çok üzgün ve bir o kadar gerçekçiydi. Umut vermedi.
Ve Umur, akşamüstü “mucize”nin gerçekleşmediğini ilan etti.
İnsan toprağın altına girmeden yani defnedilmeden sanki ondan ayrılmamışız gibi geliyor. Önceki gece tüm ekranlarda saatler boyu , yüzüyle, mimikleriyle, jestleriyle, sesiyle, kahkahalarıyla, sahiciliğinin en çarpıcı yansıması olan potlarıyla, gaflarıyla gece boyu M.Ali ile beraber olmaya devam ettiğim için ayrılığı tam içime oturtamadım.
Aslında o 9 saat süren kanser ameliyatını geçireli beri, beraberlik günlerimizin sayılı olduğunu biliyordum. O da biliyordu. Hayatı olanca doluluğu ve yoğunluğu içinde yaşamaya devam etmeyi, iç dünyalarımızdaki fırtınaları dışarıya çaktırmamayı seçtiği için, günlük ve rutin itiş-kakışlarımızı da –örneğin Fenerbahçe-Galatasaray çekişmesini ve laf yetiştirmelerini- devam ettirmemiz gerekiyordu. Öyle yaptık.
O belalı illetin vücuduna girdiğini duyduğumdan beri, M. Ali ile tüm geçmişimiz en paha biçilmez değerdeki ortak miras olarak ruhuma kazındı. 28 Haziran 2011 tarihinde, o zorlu ameliyattan çıktıktan ve kendisini gördükten sonra yayımlanan “Büyük Savaşçı Birand” başlıklı yazımın bir “vedalaşma yazısı” olduğunu yazıyı yazan ben de, okuyan o da, biliyordu.
M. Ali, ne de olsa benim “andıç yoldaşım”dı. O yazının bir yerinde “Onun içine belalı bir hastalığın girdiğini öğrendiğimde, zihnimde geriye ilişkin her şey canlandı. Geriye ait olumsuzluk namına ne varsa siliniverdi. Elbette ki, ‘kısa biyografilerimiz’deki ‘Katolik nikahı’ esastır. M. Ali’yle ayrılamayız, çünkü onunla birlikte ‘andıçlandık’ ikimiz. 1998 yılında yakın tarihimizin en yüz kızartcı komplolarından biri, ikimizin adıyla birlikte anılıyor. Onu yitirme korkusu içimi sardığı için, aylardır ona bağlılığım, sevgim, ilgim arttır. Aylardır onu, ona ilişkin daha önce sahip olmadığım bir hayranlıkla izliyorum…” diye yazmıştım.
Bu satırları arkasından yazmamış olduğum, M. Ali bu satırlarımı okuyabilmiş olduğu için çok mutluyum. O kimseye borçlanmadı. Ona borçlanmamış olmak da çok iyi bir duygu.
Aslına bakarsanız, ardından –özellikle son bir yıl içinde- kendisiyle yapılmış söyleşileri izleyince, yazdıklarından, hazırladığı ve hazırlattığı belgeselleri bir kez daha hatırlayınca; M. Ali, mutlu biçimde yürümüş hepimizin kaçınılmaz sonuna. Söylemek istediklerini söylemiş, göstermek istedikleri göstermiş. Duymak istediklerini duymuş,
Bir yanıyla düşünüldüğünde, meslek hayatımızda bizim gibileri kendisine nasıl hep gıpta ettirdiyse, ölümle buluşması bile hızla, gıpta ettirici bir şekilde oldu.
Ölümünden birkaç saat önce, Umur’a, durumuyla safra kesesinde rutin stent değişikliği operasyonunun bir ilişkisinin olup olmadığını sormuştum. Umur, “Kalbi yoruldu abi” dedi kısaca.
Çok yordu kalbini M. Ali. Özellikle son bir-iki sene olağanüstü bir tempoda koşturdu. Belli ki, zaaf göstermeden, çekmeden, çektirmeden, kendini acındırmadan aniden gitmeye kurgulamıştı hayatını. Ağaçlar gibi ayakta ölmeye yani.
Herşey istediği gibi oldu.
O erken “veda yazım”ın son bölümünde onun da okuduğu şu satırlar vardı:
“’Ölüm’e başkaldırdı M. Ali, hepimizi bekleyen o kaçınılmaz sona teslim olmak yerine, onunla savaşmayı seçti. Ve bunu her akşam ekrandan gözlerimizin içine bakarak yaptı… Büyük yarışçı. Rakipsiz koşularında kendisiyle yarışmaktan helak olan adam…”
İstediği gibi yaşadı. Ve bu dünyadan istediği şekilde ayrıldı.
Yine kazandı yarışı!
Paylaş