Aldığım bir bilgiye göre, önceki gün, yani 23 Ocak Çarşamba günü, DTK Başkanı Ahmet Türk ile BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş İmralı’ya gideceklerdi. Böylece, yaklaşık iki haftalık bir aradan sonra, 4 Ocak’taki Türk ve Ayla Akat’ın “İmralı teması”ndan sonra “İmralı Süreci” yeni ve güçlü bir ivme kazanmış olacaktı.
Olmadı. Hatta,”süreç”in durmuş olabileceği kaygısı yaygınlaştı; “süreç”in nasıl gelişeceği konusunda doğru çıkan bilgileri ilk kez aktaranların başında gelen Eyüp Can, dün, “İmralı ziyaretinden vazgeçildi mi?” başlıklı bir yazı yayımlama gereği duydu. Eyüp Can, “okyanusu geçip derede boğulma tehlikesi” yaşamakta olduğumuza değiniyor ama yazısının sonunu şu “mutlu son” ile noktalıyor: “En başta da söyledim. Her ne kadar derede taraflar birbirine dirsek atsa da haksız suçlamalarla gereksiz alınganlıklar yaratılsa da, İmralı ziyaretinden vazgeçilmiş, süreç tıkanmış değil.” Zaten, Hüseyin Çelik de, önceki gün alelacele, bir açıklama yaparak, İmralı ile diyalogun noktalanmadığını açıklamak ihtiyacı duymuştu. Bana ulaşmış bilgi de bu yönde. Başbakan’ın Ahmet Türk’ün Diyarbakır konuşmasına bozuk atması üzerine, “İmralı teması” ertelenmiş durumda ama iptal edilmiş değil. Erteleme ve gecikme var. Ne var ki, bu erteleme ve gecikme, hayra alamet değil. İşin başından beri, sürekli olarak “ihtiyat” ve “temkin”i vurguladık. İsabetli davrandığımız ortaya çıkıyor. Gayet kırılgan olduğu zaten bilinen bu “süreç”in bu kadar kırıcı karşılıklı polemikler ve “yöntem zaafları”yla yol alabilmesi zor. Başbakan’ın bildik, buyurgan ve siyasi rakiplerini sürekli “aşağılayan” söylemi ile Kandil’den gelen açıklamaları yan yana koyduğunuz vakit, ne dediğimiz anlaşılabilir. Kadri Gürsel, dünkü Milliyet’te “’Terör sorunu’ bu kafayla çözülmez” başlıklı çarpıcı bir yazı kaleme aldı. Şu satırlarını özellikle not ettim: “Başbakan’a göre ortada çözülmesi gereken bir etnik sorun yok ama bir an önce Türkiye’nin dağlarını terk ederek başka bir ülkeye gitmesini istediği birkaç bin terörist var... Bu arada hükümet güçleri, ülkenin ve dışının dağlarında silahlı gezen yasadışı insanları saptadıkça saf dışı bırakmayı sürdürüyorlar ki, bu onlar açısından varlık ve görev tanımlarına uygun bir ameliye oluyor. Ama bu yasal işlem, ‘terör sorunu’ için bile olsa, ‘müzakere’ içeren herhangi bir çözüm sürecinin tabiatına uygun düşmüyor, bilakis onu zorlaştırıyor.” İçinde bulunduğumuz “süreç”in “sorunlu özü” işte tam da bu satırların arasından okunacak yerde; Başbakan’ın gerçekten “Kürt sorunu”nu çözme perspektifiyle yola koyulduğu şüpheli. Zaten “Kürt sorunu” diye bir şey tanımıyor. Peki, ne yapmak istiyor? Öyle görünüyor ki, yapmak istediği, 2014 seçim yılına kadar PKK’nın öncelikle silahlı unsurlarının Türkiye dışına çıkışını sağlamak, Türkiye’yi bu şekilde rahatlatmak, böylece MHP’ye, CHP’ye ve hatta BDP’ye karşı “manevra alanı”nı hayli genişletmek, zamana oynamak ve “konu”ya, onu zamana yayarak yaklaşmak. Bu yaklaşım, “sorunu çözme niyeti” ile “eş anlamlı” sayılmaz ve süreci kendiliğinden sıkıntılı hale sokar. Buna karşılık, PKK’nın da, “konu”ya yaklaşımı itibarıyla ve özünde Başbakan’dan pek farkı yok. O da zamana oynamak ve “manevra alanı”nı genişletme hesabında. Gerçekçi olalım; Ortadoğu’nun içine girdiği şartlar nedeniyle, yani Suriye’nin uzun bir iç savaşa sürüklenmesi ya da dağılması ihtimalleri karşısında, Suriye Kürtlerinin en önemli siyasi ve aynı zamanda silahlı gücü olan PYD’nin, şu aşamada silah bırakması düşünülemez. Irak’ın 2013’ünün nasıl geçeceği de belirsiz. Ama, bir Arap-Kürt savaşı, ihtimal dışı değil. Böyle bir dönemde, PKK’nın silahları gömerek, Kandil’i terkedeceğini beklemek fazla hayalperestlik olur. Murat Karayılan’ın önceki gün yaptığı açıklamayı çok ciddi biçimde değerlendirmekte yarar var. “Kandil”i anlamak ve süreci doğru yorumlayabilmek için, Karayılan’ın uzun açıklaması, Türk medyasında yer alabilse bu mümkün olabilirdi. Karayılan’ın şu sözleri, “süreç”in kolay yürüyemeyeceğine ipucu teşkil ediyor: “... Başbakan’ın mevcut durumda bize dayatmak istediği şey ancak tamamen yenilmiş, mücadele ile kazanma şansını kaybetmiş bir örgüte ve halka dayatılacak olan şeylerdir. Yani tek taraflı bir biçimde, ‘gideceksiniz, silahlı mücadeleyi bırakacaksınız, bırakana kadar da bizim size karşı saldırılarımız devam edecektir’ tarzındaki uslup sorunu çözme uslubu değil, işi yokuşa sürme uslubudur.” Başka bir yerde şöyle devam ediyor: “Bölge kaynıyor. Bölgenin bu kaynama süreci içerisinde, Türk devletinin de, AKP’nin de zorlandığını biliyoruz. Gerçek bu. Yani, AKP’nin, ABD, NATO projesi çerçevesinde Ortadoğu’da rol oynaması ve özellikle kendine dair bölgede model bir ülke veya bir bölgesel güç olması için PKK’nın yürüttüğü direnişin durması gerekiyor. Bunun Kürt haklarının verilmesi temelinde durdurulması mümkün ama bunu zorla asla durduramazsınız.” Yine gerçekçi olalım; son bir buçuk yıl içinde ne kadar can kaybı vermiş olursa olsun, kendisine ilişkin böyle bir algısı ve Türkiye’deki iktidara ve en önemlisi “bölge”ye ilişkin böyle bir tahlili bulunan bir örgütü, “silahlarını bırak” ve “Türkiye’nin dışına çık” söylemiyle etkisizleştiremezsiniz. Bunun yöntemi, “diyalog” ve giderek “müzakere” ve nihayetinde bir “uzlaşma”dan geçecek ise, bunu “İmralı süreci”ni canlı tutarak ve ilerleterek yapabilme imkanı mevcut. Konunun bu faslını Murat Karayılan da şu sözleriyle kabul ettiğini ortaya koyuyor: “... Bizim bazı söylemlerimize dayanarak ‘PKK ya da KCK de sürece dahil olmak istiyor’ diyen çevreler oldu veya böyle konuşan kişiler de var. Ancak öyle bir durum söz konusu değildir. Bizim adımıza, yani KCK adına Önder Apo’nun görüşmesi yeterlidir. BDP ayrı bir siyasi oluşumdur, o da kendi rolü çerçevesinde elbette sürece ve görüşmelere dahil olabilir ama bizim adımıza Önderliğimizin görüşmeler yapması kendi başına yeterlidir. Biz, ‘biz de görüşmelere katılmalıyız’ diye bir şey söylemedik. Ancak bize düşen bölümleri, yani teknik ve uygulama sorunlarını çözmek üzere, İmralı’daki görüşmeler paralelinde elbette ti farklı departmanlar oluşturulabilir. Bunlar, gereği gibi yapılır...” İşte böyle. Kadri Gürsel, “Kimin vakti sınırlı?” diye sormuş ve “Kandil’dekilerin değil, Ankara’nın cevabını” vermişti. İmralı’nın vakti ise sonsuz. Sonuç olarak, “ağırlaştırılmış ömür boyu hapis” hükümlüsü o. Vakti sınırlı olan, sadece Ankara değil; aynı zamanda Türkiye. “İç kanama”yı önlemek ve “Türkiye-Kürtler uzlaşması dinamikleri”ni harekete geçirmek için, “İmralı süreci” canlandırılmalı ve canlı tutulmalıdır...