Hatay’da önceki gün meydana gelen, sınır kapısındaki terör eylemi üzerine, birkaç televizyon kanalı aradı ve haber saatini konuyu konuşmak için davet ettiler. Daha olay yerinde duman tütüyordu. Enkaz kalkmamıştı. Olayı kimin, niçin yaptığı belli değildi.
“Hiçbir fikrim olmadığını, dolayısıyla o aşamada söyleyecek tek kelimelik sözüm de olmadığını” söyledim. Gerçekten de öyleydi. Sonra bir baktım, her televizyon kanalında ortalama 3-4 kişi, kimi profesör, kimisi gazeteci-yazar, uzun uzun ve gece yarısına uzanan sürelerde “olayı” ve “durumu” yorumluyorlar.
Bazıları, Paris’te 3 PKK’lı kadının öldürüldüğü cinayet ile, Ankara’da ABD Büyükelçiliği’ne karşı girişilen intihar saldırısı ve Cilvegözü eylemi arasında bağlantı kuruyordu. Bağlantı, uzun uzun izah ediliyordu.
Sessiz ve suskun bir toplumdan ise, kafası çok karışık da olsa “konuşkan” bir toplum olmak, şüphesiz, çok daha iyi; çok daha tercih edilir bir durum. Elbette ki, ne konuştuğunu bilmek, konuşulan şeyin bir anlamı olması ve konuşulanın bir içeriğinin olması ise en iyisi.
Cilvegözü sınır kapısındaki terör eyleminin ardında kim var? Bu sorunun cevabını şu anda biliyor muyuz?
Hayır. Net biçimde bilmiyoruz. “Baas rejimi var” demek, ilk bakışta mantıklı ve kolay. Yabana atılır bir ihtimal de değil. Ama, “Kesin, odur” diyebileceğimiz bir durum da ortada yok.
Bildiğimiz Cilvegözü sınır kapısının park alanında havaya uçurulan aracın Suriye plakası taşıdığı. Ve, patlamanın bir “Suriye Ulusal Konseyi (SUK) heyetinin olay yerine gelmesinden 10 dakika önce gerçekleşmiş olduğu.”
Bu “veriler”, terör eyleminin arkasında rejimin istihbarat örgütünün bulunduğunu ve hedefin Suriye muhalefetinin ileri gelenleri olduğu düşüncesini, haliyle, uyandırıyor. Gerçekten de, SUK’un başkanı George Sabra, bir önceki başkanı Abdülbasit Seyda ve Yürütme Kurulu’nun Süryani üyesi Abdülahat Aseifo’nun yer aldığı SUK yöneticileri, patlama sırasında olay yerinin çok yakınındaymışlar. Bu üç isimle, şunun şurasında üç hafta önce Katar’da üç gün geçirdim ve onların önceki gün patlama mahallinden geçmekte olduklarını duyunca, yüreğim ağzıma geldi.
Türkiye’ye giriş-çıkış noktası olan Cilvegözü ile 4-5 kilometre ötesinde bulunan Suriye’ye giriş-çıkış noksatı Bab el-Hava’nın (son 40 yıl içinde çok kez geçtim) özel bir durumu var. O da şu: Aylardır, Türkiye-Suriye sınırının o bölümü Şam rejiminin değil, muhaliflerinin kontrolünde. Muhalifler ise Türkiye’nin desteğinde.
Yani, patlayan araç, Suriye yönünden gelmişse, bu, “muhaliflerin kontrolü”nde bulunan bir yerden gelmiş demektir. Rejim, sınırı kontrol etmiyor çünkü. Arabanın üzerinde Suriye plakası olması da çok önemli değil, çünkü Türkiye’den birçok aracın, sınırın öbür tarafına götürüldüğü ve üzerlerine Suriye plakası geçirildiği biliniyor.
Şayet saldırının, rejimin SUK liderlerini hedef almasıyla ilgili olduğundan söz edeceksek, patlamanın, onların Cilvegözü’nden ne zaman geçeceklerini bilen birileri tarafından düzenlendiği sonucuna bizi kendiliğinden götürür. Bu da, saldırının arkasında “Şam rejimi” varsa, rejimin, Suriye muhalefeti ve destekçilerinin içine, bayağı sızmış olduğunu gösterir.
Bu işin arkasında Suriye rejiminden başka bir “güç” de olabilir mi? Olabilir.
Türkiye’nin himayesinde kurulmuş olan ve esas olarak İstanbul’da yerleşik bulunan SUK, üç ay öncesine, 2012 Kasım ayına kadar Suriye muhalefetinin başlıca kuruluşu idi. Kasım ayında, Katar’da “Suriye Ulusal Koalisyonu ve Devrimci Güçleri” adlı yeni bir şemsiye örgütü kuruldu ve SUK, bu yeni oluşumun içinde yer aldı.
Yeni kuruluşun lideri Moaz el-Hatib (Şam’daki Emevi Camii’nin eski imamı), bir süre önce, bazı şartlar ileri sürmekle birlikte, Şam rejimi ile Tunus, Kahire ya da İstanbul’da müzakereye oturabileceğini söylemiş ve bu pozisyonu Rusya tarafından (belki de üstü kapalı biçimde Washington tarafından) olumlu karşılanmıştı.
Buna karşılık, SUK, Moaz el-Hatib’in önerisine karşı çıkmış, “Suriye muhalefetinde çatlak”dan söz edilmeye başlanmıştı.
Birçok kendi başına buyruk kişi, grup ve örgütün oluşturduğu Suriye muhalefetinde an-Nusra Cephe adlı el-Kaide uzantısı örgüt giderek öne çıkıyor. Bu tür bombalı araçlar, gerek Suriye istihbaratının (yani rejimin), gerekse el-Kaide türü örgütlerin “uzmanlık alanı”nda.
1970’li ve 1980’li yıllardaki Beyrut deneyimi, daha sonra 2000’li yılların Bağdat’ından, bu tür “havaya uçan araçlar”ın, Ortadoğu’lu örgütler hatta devletler arasında bir tür “iletişim aracı” olduğunu biliyoruz.
Cilvegözü’ndeki kanlı eylem de, bu cinsten. Kimden kime? Ve, niçin?
Çok net olmayan, bu iki sorunun cevapları. Bununla birlikte, Türkiye, Suriye’deki durumun, kendi toprakları içine “terör ihracı potansiyeli taşıdığı” mesajını almış olmalıdır.
Muhtemelen, SUK’un da, gelişmenin kendisini doğrudan ilgilendirdiğine dair bir “yorumu” bulunmaktadır. O nedenle, George Sabra, dün İstanbul’da basın toplantısı düzenledi.
Ortadoğu’nun şaşmaz bir kuralını, bir vesile ile, hatırlamak gerekiyor: Ortadoğu’nun içine ne kadar girerseniz; Ortadoğu da sizin içinize girer.
Yani, Türkiye’nin “bölgesel güç” olma iddiası ve ufkun ve bu çerçevede gerek “Arap Baharı” sürecinde, gerekse Suriye’nin geleceğinin şekillenmesinde oynamak istediği rolün, kaçamayacağı sonuçları ve faturası olacak.
Hiç kuşkusuz, bu nedenle, Türkiye, bu günden itibaren sırtını dönüp, Suriye ile ilgisini kesemez. Gelinen noktadan sonra bu imkansız.
Bundan sonrası, “rolü”nü ve “oyun”u doğru oynamak ile ilgili.
Üstelik, çok “oyunbozan”lı bir alanda...
Tarihinizden ve coğrafyanızdan kaçamazsınız. Geçmişinizi silemezsiniz. Geleceğinizi iyi tasarlamalısınız...