Haberin öyle bir başlıkla NYT’da yer aldığı gün, Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan, Washington’a ayak basmıştı ve Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Reyhanlı’da, dökülen kanlardan sorumlu tuttuğu Suriye’nin “cezasız kalmayacağı”na ilişkin açıklamalarda bulunmuştu.
Tayyip Erdoğan’ın Washington ziyareti sonuçlarını Suriye politikası açısından tartışacak değilim. Bunu üstüste iki yazıda yaptık. Ancak, İsrail’in Suriye’ye uyarısının üzerinde durmaya yarar var. Zira, söz konusu haberin içeriği, Türkiye’nin Suriye karşısında ne yapabildiği ve ne yapamadığını, Türkiye’nin adı haberin hiçbir yerinde geçmeden vurucu biçimde anlatıyor.
İşte NYT haberinin ilk paragrafı:
“Gelişmiş silahların bölgedeki İslamcı militanlara aktarılmasını durdurması konusunda Suriye’ye açık bir uyarıda bulunan üst düzey bir İsrail yetkilisi, İsrail’in bu durumun önüne geçmek için ek askeri vuruşlarda bulunacağını ve şayet misillemeye giriştiği takdirde Suriye cumhurbaşkanı Başşar Esad’ın felç edecek sonuçlara katlanacağını bildirdi.”
İsrail, Suriye rejiminin Hizbullah’a gelişmiş silahlar aktarmasını önlemek için ne gerekirse yapacağını açıklıyor ve bunu, Şam ve çevresinde gerçekleştirdiği hava saldırılarıyla, bombardımanlarla ortaya koydu.
NYT’ye ismini vermeden konuşan ama “en üst düzeyde bilgilendirildiği” gazete tarafından belirtilerek konuşmuş olan “yetkili”, İsrail’in “uyarısı”nın ardındaki gerekçeleri tam olarak Suriye’nin herhangi bir askeri eyleme girişmesini önlemeye ya da diğer ülkeleri İsrail’in gelecekteki bir askeri harekatını haberdar etmek niyetiyle izah etmiş.
Haberin yayımlanmasından yaklaşık iki hafta önce, İsrail savaş uçakları Suriye’ye karşı iki hava saldırısı gerçekleştirmiş. Bunlardan biri Suriye’nin seçkin Cumhurbaşkanlığı Muhafızları ve uzun menzilli füzelerin yerleştirildiği noktaları hedef almış; diğer saldırı ise ülkenin başlıcı kimyasal silah merkezi olduğu ileri sürülen bir askeri araştırma merkezini.
3 Mayıs’ta Şam Uluslararası Havaalanı’na yönelik daha dar kapsamlı bombardıman ise, İran’dan Hizbullah’a gönderilmiş silahları hedef almış.
Başbakan Erdoğan’ın Beyaz Saray’ın tam karşısında Blair House’da konuk edilmesinden (Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel’e de nasip oldu; Tayyip Erdoğan ilk değil) başlayarak “1+2”li (Erdoğan artı Davutoğlu ve Fidan; Obama artı John Kerry ve Tom Donilon) özel akşam yemeği, Biden ve Kerry’nin Erdoğan’ı göklere çıkartarak takdim ettikleri kalabalık öğle yemeği ve “1+13”lük, rekor sayıda katılımlı heyetlerarası görüşme, hepsi toplandığında, gerçekten müthiş bir hüsnükabul.
Bu kadarı ancak Körfez Savaşı’nın (1991) hemen ertesinde Turgut Özal’ın George H.W. Bush tarafından Camp David’de ağırlandığı vesileyle kıyaslanabilir ki, o görüşmeyi izleyen ben, Tayyip Erdoğan’a gösterilen hüsnükabulün, 22 yıl sonra, Özal’a gösterileni hayli aşmış olduğunu söyleyebilirim.
Buradan hareketle, Tayyip Erdoğan’ın Obama nezdinde, Türkiye’nin de ABD nezdinde “özel değer” taşıdığını kolaylıkla söyleyebiliriz. Ancak, Washington ziyaretinin “bir numaralı gündem maddesi” olan Suriye konusunda Tayyip Erdoğan’ın beklentileri karşılanmış mıdır?
Radikal, ziyareti izleyen Deniz Zeyrek’in “perde arkası” notlarına dayanarak, “Obama’yla tam mesai” diye kocaman bir birinci sayfa ile Başbakan’ın ziyaretini yansıttı. İyi, güzel de, “perde arkası notlar”a bakınca, “tam mesai” sonundaki “ziyareti ısırdığınız takdirde” –şayet ana yemek Suriye idiyse- ağzınıza et gelmiyor, kemik geliyor.
Milliyet, “Suriye krizine çözüm arayan Cenevre Konferansı’na karşı pozisyonunu değiştiren Başbakan Erdoğan...” diye alt başlık atmış. Yani, bu ziyarette Erdoğan, Obama’ya Suriye konusunda hareketsiz pozisyonunu değiştirtememiş ama Obama Erdoğan’ın pozisyonunu değiştirtmiş. Durum bu.
Aslı Aydıntaşbaş’ın “Peki, Türkiye geri adım mı attı? Tam öyle sayılmaz. Evet, Türkiye belki Cenevre’ye olan muhalefetini yumuşattı; ancak bunu da ABD’den bazı ciddi garantiler aldığı için yapmış görünüyor. Kapalı kapılar ardından Obama, Cenevre sürecinin ‘ucu açık’ olmayacağı, ‘diplomasi’ adı altında aylar süren bir oyalamaya izin verilmeyeceği garantisi verdi” satırlarıyla avunalım mı?
Obama, daha bir ay önce Suriye’ye ilişkin kendi ilan ettiği “kırmızı çizgileri” sessiz sedasız sildi. Türkiye ile değil Rusya diplomasisiyle eşgüdüme öncelik verdi ve o nedenle, tüm koreografisini Rusların yapmakta olduğu “Cenevre II”yi benimsedi ve Tayyip Erdoğan’ı da “Cenevre II” rotasına soktu. Suriye konusunda hangi “Obama garantisi”ne bel bağlayabilirsiniz ki?
Daha Tayyip Erdoğan, ABD’yi terketmeden New York Times’ta Rusya’nın Başşar Esad’a Yakhonts adlı çok gelişmiş füzesavar silahları verdiği haber bombasını patlattı. Amerikan Genelkurmay Başkanı General Martin Dempsey, yeni Rus silah yardımının Suriye sorununun çözümüne hiç yardımcı olmayacağını söylemek zorunda kaldı.
Nerede olduğumu, ne yaptığımı söylememe fırsat vermeden, heyecanlı bir ses tonuyla dalıyor söze. “Geçen yıl söylediğim çıkıyor işte. Banyas’taki katliam ile Başşar, kıyı şeridinde bir Alevi devletinin kurulmasının temellerini atmaya başladı…”
Sözünü ettiği gelişmeden hiçbir haberim olmamıştı. Ortadoğu’nun en kıdemli ve en tecrübeli siyasi liderlerinden olan Velid Cunblat’ın telefondaki hararetli anlatımı, haberden ziyade, durumla ilgili yoruma ağırlık verdiği için, somut olarak ne olduğunu öğrenemiyorum ama onun alelacele telefona sarılmasına yol açacak dramatik bir gelişmenin Suriye’de cereyan etmiş olduğunu bana anlatmış oluyor.
Birkaç gün önce, Suriye konusunda en ayrıntılı ve isabetli bilgi kaynaklarından biri olan Joshua Landis’in “Syria Comment” adlı blogunda “Bayda ve Banyas Katliamları, bir Alevi Devleti Yaratmak amaçlı bir Etnik Temizliği mi İfade Ediyor?” başlıklı yazıda çok çarpıcı bilgilere ulaştım. Joshua Landis, ABD’de Oklahoma Üniversitesi’nde Ortadoğu Merkezi’nin başında. Eşi Suriyeli bir Alevi’dir ve Suriye’ye kolayca girip çıkabilen, orada yaşamış az sayıdaki Amerikalıdan biridir.
İki hafta önceki Banyas ve hemen yanıbaşındaki Bayda’da cereyan eden “Sünni katliamı”nın bir Alevi devleti kurma amacı taşımadığına dair uzman yorumlarına yer vermiş. Katliamın gerekçesi olarak, “mezhep çatışmasının Esad’ın çıkarına olarak derinleştirilmesi, bu vesileyle Alevi savaşçıların devşirilmesi ve böylesine bir tırmanmayla Alevilere başlarına gelecekte neler gelebileceği ‘mesajı’nın verilmesi olduğu” öne sürülüyor.
Elbette, Sünnilere yönelik katliamın, kendiliğinden, Alevi yoğun bölgelerde cepler halinde yaşayan Sünnilere kaçırtma gibi bir hesap taşıdığına işaret ediliyor. Çatışma ortamları için geçerli benzeri “temizlik” uygulamalarının Ortadoğu bölgesinde 1948’te Filistinlilerin Siyonistler tarafından evlerini barklarını terk ederek kaçmalarına yol açan katliamlarla ve 1915’te Anadolu’da Ermenilere uygulanan örnekte söz konusu olduğu belirtiliyor.
Söz konusu yazıda, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Suriye ordusunun, ülkenin başka yerlerinde kaybetmekte olduğu için Banyas’ta etnik temizliğe başladığı yolundaki sözlerine yer verilerek, bunun doğru olmadığı zira Esad güçlerinin kaybetmediği üzerinde duruluyor. Esad güçlerinin ülkenin başka bölümlerinde kaybetmesi halinde, kıyı şeridinde çok daha şiddetli bir temizliğe girişeceklerini ama Banyas’ta olanın o olmadığı iddia ediliyor.
En can alıcı bilgi ise –yorum değil, bilgi- Banyas ve Bayda’da gerçekleştirilen katliamın Suriye (rejim) ordusu tarafından değil, Şebiha adlı çetelerin en önemlisi ve en etkilisinin başında bulunan Mihraç Ural’ın eseri olduğu açıklanıyor. Bu iddiayı destekleyen video kayıtları var ve Ali Kayyali adını kullanan Mihraç Ural’ın Banyas katliamından birkaç gün önce, Sünnileri kastederek, “Hainlerin denize çıkabileceği yol Banyas’tan geçiyor” diyerek, gelmekte olan katliamın gerekçesini açıkladığı yine video kaydında mevcut.
Mihraç Ural’ın,
Reyhanlı’da çok büyük can kaybına yol açan Suriye saldırısının kanlı fonu önünde cereyan edecek olan çok dikkat çekici bir ziyaret olacak Tayyip Erdoğan’ın Washington seferi.
Gündemin en tepesine Suriye oturacağına ve Reyhanlı’ya birlikte Suriye’deki “iç savaş”ın Türkiye’nin istikrarını sarsma potansiyeli öne çıkmış olduğuna göre, Tayyip Erdoğan’ın Obama’dan Şam rejimine karşı daha aktif bir ABD politikası için bastırması beklenir.
Ama Obama böyle bir Türk talebine karşılık verecek midir?
Obama, yakın geçmişte, ABD için Suriye’deki “kırmızı çizgi”nin Başşar Esad rejiminin “kimyasal silah kullanması” olduğunu açıklamıştı. Tayyip Erdoğan için, rejimin bunları kullandığına dair bir kuşku yok. Tıpkı, Reyhanlı’da patlayan ve 50’nin üzerinde vatandaşımızın kanını akıtan, canını alan bombaların üzerinde Suriye rejiminin “parmak izleri”nin bulunduğuna dair bir kuşkusu olmadığı gibi.
Gelgelelim, Obama, ilan ettiği “kırmızı çizgiler” Başşar tarafından geçilmiş olmasına rağmen, harekete geçmedi. Dolayısıyla, Başşar’ın Obama’nın “blöfü”nü gördüğü ya da Obama’nın “kırmızı çizgileri”nin bir “ABD blöfü”nden ibaret olduğu söylenebilir.
Amerikan dış politikası, 1990’ların ortasından itibaren önce Demokrat Clinton döneminde ortaya koyduğu “liberal ve insani amaçlı müdahalecilik” ve Cumhuriyetçi George W. Bush’un yürüttüğü “müdahaleci aktivizm”i, Barack Obama ile birlikte terketmişe benziyor.
Bill Clinton, gecikmeli de olsa 1995’de Bosna’ya ve 1999’da Kosova’ya müdahalede bulunarak, “Müslüman soykırımı”nın önüne geçmişti. Bush, 11 Eylül sonrası 2001’de Afganistan’da Taliban rejimini söken, ardından 2003’te Irak Savaşı ile “müdahaleci Amerikan dış politikası”na yeni boyutlar getirmişti.
Obama, tam tersi bir yol benimsedi. Bu, Obama’ya ait ve onun dönemiyle sınırlı kalacak bir siyaset tercihi mi olacak, yoksa
Bunun idrakiyle olsa gerek, kimi yorumlar “Ortadoğu’ya hoşgeldiniz” başlığını kullanmışlar.
Olayın bir yönü öyle. Daha önce bir vesileyle –Cilvegözü sınır kapısında tam üç ay önce meydana gelen patlama üzerine- bu köşede belirtmiş ve mealen şu tespitte bulunmuştukt; “Suriye dosyasına dahil olursanız, Suriye de sizin içinize girer.”
Buradan, sakın, “Suriye konusunda yanlış yapıldı. Türkiye, Suriye’den ve Ortadoğu’dan uzak durmalıydı” şeklindeki bozguncu ve Soğuk Savaş dönemi statükoculuğunu benimsediğim sonucu çıkmasın. Türkiye, Suriye’ye ilişkin bir dizi yanlış yapmış olmakla birlikte, bunun alternatifi, Suriye’den ve Ortadoğu’dan “uzak durmak” asla değildi.
Bu nedenle, Reyhanlı’daki patlamaları ve şimdiye dek herhangi bir benzeri olayda görülmemiş yükseklikteki can kaybını, Ortadoğu politikasında “etkili bir aktör” olmanın “kaçınılmaz maliyetlerinden biri” olarak görmek gerekiyor.
Bu, tatsız bir gerçek ama maalesef böyle. Böyle bir maliyetten uzak kalmak için, Türkiye’nin Suriye’de olan-bitenlerden uzak durması gerekmez miydi?
Hayır, bu mümkün değildi. Türkiye’nin ulaştığı gelişme düzeyi ve uluslararası sistemin içine girdiği kalıp, Ortadoğu’da “etkili bir aktör” olmaktan öteye ona bir şans tanımıyordu. Bu da kaçınılmaz idi.
Hal böyle olunca, bundan sonrası “o rolü” nasıl oynayacağınıza bağlı. Türkiye’nin bu rolü oynarken yanlışlar yaptığı görülüyor. Bununla birlikte, bu rolü “hatasız” oynamanın formülü de ortada yok.
Reyhanlı patlamalarına dönersek, bunun yapıldığı yere, yöntemine ve zamanlamasına bakıldığında,
Ortak kanı, Kuzey İrlanda olarak ifade edildi.
Türkiye’deki Kürt siyasi hareketinin, dış dünyadaki çatışmalı çözüm örnekleri söz konusu olduğunda, “ilk üçlü” adeta değişmez biçimde, “Güney Afrika, Kuzey İrlanda ve Bask Modeli (İspanya)” olarak sıralanır.
Bu bakımdan, gerek Kuzey İrlanda ve gerekse Güney Afrika üzerinde çalışanların, Türkiye’nin Kürt sorununun çözümüne Kuzey İrlanda’nın daha güçlü bir izdüşümü düşürdüğü kanaatine varmış olmaları ilginç.
Ancak, bu “gözlem”, ziyaretin Cape Town olan ilk ayağına ilişkin idi. Daha yoğun bilgi bombardımanı ve izlenimlerin çoğalmasıyla geçen Johannesburg, Soweto, Pretoria ve tekrar Johannesburg temaslarından sonra aynı kanaat sürüyor mu; emin değilim.
Türkiye’ye dönüldükten sonra, DPI grubunda yer alan Ak Parti, CHP ve BDP milletvekilleriyle çeşitli basın organları görüşmüş ve onların izlenimlerinden naklen “Güney Afrika Türkiye’ye örnek olamaz” başlığını çıkartmışlar. Milletvekillerinin ne söylediğine dikkatle bakılırsa, “birçok açıdan Güney Afrika modelinin Türkiye’ye örnek olamayacağını” belirtmişler.
Türkiye ile Güney Afrika’nın birbirlerine benzemeyen yönleri benzeyenlerden, tabii ki, çok fazla. Hiçbir ülke, bir diğerine taklit edilmek üzere örnek olamayacak olsa da, “müzakere çözümleri”nin “ortak özellikleri” var. Alınması gereken “dersler” bunlar ile ilgili. O bakımdan, Türkiye’de Kürt sorunu bağlamında, Güney Afrika’dan alınacak “dersler” elbette var.
Açıktan söylemeye kimsenin dili varmıyor ama iki “örnek” arasında çarpıcı benzerlik, her ikisinde de çatışmaya birinci derecede taraf iki şahsiyetin uzun yıllar süren “tutukluluk” hali. Nelson Mandela, Robben Adası’nda (Cape Town’dan görünüyor) 18 yıl hapis yattı. (Toplamda 27 yıl) Abdullah Öcalan ise İmralı Adası’nda (İstanbul’a yakın) 14 yılını doldurdu.
Kamuoyundan “gizli” olarak gerek Mandela, gerekse Öcalan ile, tutukluluk süreleri için de ve yıllar sürecek şekilde görüşüldü. Bu, kimilerine sevimli gelmese ve üzerinde konuşulmak istenmese de, az buz bir benzerlik ve paralellik değil. Bu “benzerlik olgusu”ndan hareketle “müzakere süreci”ne ilişkin bazı “dersleri” Güney Afrika’dan edinmek, iki ülke ve durum arasındaki çok sayıda “benzemez”e rağmen, elbette mümkün.
Tartışmasız dünyanın en güzel şehirleri arasında, alçak tepelerle süslü bir platoda kurulmuş ve yeşiller içine gömülmüş bir şehir. Afrika’nın şehirleri arasında Kahire’den sonra en büyüğü. Dünyanın ise nehir, göl ya da deniz kıyısı olmadan en büyük şehri. Bir metropolisin yemyeşil, şehircilik bakımından çok iyi ve aynı zamanda çok canlı olabileceğinin yaşayan kanıtı.
Johannesburg’un göbeğinde, ANC’nin genel merkezinin 10. Katında toplantı odasındayız. Bu odada her pazartesi, sabah 10’da Güney Afrika’nın iktidar örgütünün “Top 6’sı” toplanırmış. Masanın başında değil ama ortasında “Chairperson” unvanını taşıyan karizmatik bir siyah kadın, Baleka Mpete (d. 1949) oturuyor. Ardında uzun yıllar sürgünde geçen mücadele yılları. Solunda Genel Sekreter Yardımcısı bir başka ve Hintli Güney Afrikalı Jessie Duarte. Otoriter tavrıyla tanınan Duarte, Nelson Mandela’nın özel danışmanı olarak çalışmış, ayrıca ANC’nin eski sözcüsü. Baleka Mpete’nin hemen sağında ise bir başka siyah kadın yetkili daha, onun yanında biri ANC’nin dış ilişkileri sorumlusu iki siyah erkek.
“Top 6”, ANC’nin en etkili ve en yüksek organı, Cumhurbaşkanı aynı zamanda ANC Başkanı. Dolayısıyla söz konus “6” şu kişiler: Jacob Zuma, ANC “Deputy President” unvanlı Cyril Ramaphosa (çözüm müzakerelerinde Roelf Meyer’in karşısında yer almış olan muadili, ANC Başmüzakerecisi idi), Chairperson Baleka Mpete, Genel Sekreter, Genel Sekreter Yardımcısı yani Jessie Duarte ve Genel Sayman.
“Bu Top 6”nın ikisi salonda karşılarında da TBMM üyelerinin dizildiği DPI heyeti. Mpete, yanındaki herkesi başına bir “yoldaş” sıfatı ekleyerek tanıttığı için soruyorum, “Hepiniz yoldaş olduğunuza göre, 6 kişi gelişigüzel karşılıklı dizilerek mi oturur her pazartesi sabahı saat 10’da?” diye soracak oluyorum; “Hayır” diyor yüz ifadesindeki ciddiyeti koruyarak, benim oturduğum sandalyeyi işaret ediyor, “President orada oturur.” Bütün salon gülüyor. Mpete de kahkahalara katılıyor.
Mpete’nin adı, 2004-2008 arasında Parlamento Başkanlığı yaptıktan sonra, Mandela’nın halefi Thabo Mbeki’nin istifası üzerine Güney Afrika’nın ilk kadın cumhurbaşkanı olacak diye geçmişti. Öyle olmadı, Kgalema Motlanthe’nin yardımcısı olarak ilk kadın Cumhurbaşkan Yardımcısı oldu. Ardından ANC’nin üç numaralı koltuğunda oturuyor.
ANC hakkında kendisi ve yanında oturanlar, sorularımızı cevaplandırarak, iktidar örgütü hakkında bilgi veriyorlar. İktidar partisi demiyorum zira Jessie Duarte, “ANC, bir siyasi parti değildir, bir kurtuluş hareketidir “ diye uyarıda bulunmuştu. Toplantının ortalarında içeriye Roelf Meyer (d. 1947) giriyor. Bir gece önce, bizimle ANC genel merkezinde son kez birlikte olmak için, Pretoria’dan Johannesburg’a geleceğini, Ahmet İnsel ve bana söylemişti.
Roelf Meyer’e ANC yetkilileri özel bir saygı gösteriyorlar. Hiçbir beyaza nasip olmayan ve belki de hiç olmayacak bir saygı. Ona masada yer açıyorlar. Siyah ANC yetkililerinden biri yerini ona terkediyor.
Roelf Meyer’in Güney Afrika çözüm müzakereleri hakkında Pretoria’daki ayrıntılı anlatımı ile ANC Genel Merkezi’ne gelmeden önce Güney Afrika Kalkınma Bankası yetkilisi Moe Shaik’ln yine Johannesburg’ta bize “müzakere ilkeleri” konusundaki açıklamalarını birlikte değerlendirmekte yarar var. Birbirlerini tamamlıyorlar.
Aralarında simsiyah saçlı olanı Dışişleri Bakanı Yardımcısı İbrahim İbrahim. Diğeri Dr. Essop Pahad, Güney Afrika Komünist Partisi yöneticilerinden, ANC’nin Yürütme Kurulu’ndan, tanınmış bir entelektüel. Pahad, ırk ayırımcı (Apartheid) rejim döneminde tam 25 yıl sürgünde yaşamış. İbrahim İbrahim ise 17 yılını, ismi Nelson Mandela ile özdeşleşmiş Robben Adası’nda hapishanede geçirmiş.
Tam karşımda oturuyor ikisi de ve İbrahim İbrahim’e “17 yıl hapis yatmış olduğuna göre, göründüğünüz gibi değilsiniz anlaşılan; yani bir melek değildiğiniz. Yoksa, insanı niçin 17 yıl hapse atsınlar” diye takılıyorum. İbrahim İbrahim, hissedilir bir gururla, geçmişini açıklıyor: “ANC’nin silahlı koluna mensuptum…”
Aramızda Ak Parti, CHP ve BDP’den 8 milletvekilinin bulunduğu DPI heyetine hitaben konuşmak için ayağa kalkıyor ve ilk cümlesi, “Bundan birkaç yıl önce bir Türk parlamenter heyeti gelmişti. Onlara, sizin ülkenizde bir Kürt sorunu var ve hapiste de Abdullah Öcalan adında bir adam var. Konuşsanıza onunla sorunu çözmek için. Burada, Mandela 27 yıl hapis yattı ve Apartheid rejimi onunla konuştu ve sorun çözüldü diyecek oldum; öfkeden çılgına döndüler. ‘Nasıl Mandela ile Öcalan’ı karşılaştırırsın’ diye bana kızdılar. Oysa, ben Mandela ile Öcalan’ı karşılaştırmıyordum, başka bir şey anlatmaya çalışıyordum. Mandela ile Öcalan’ı karşılaştırmam düşünülemezdi, çünkü Mandela, değil Öcalan, hiç kimseyle karşılaştırılamaz…”
İbrahim İbrahim, çile çekmek babında Mandela ile aynı yollardan geçmiş, ondan 10 yıl daha az hapis yatmış ama dile kolay ömrünün 17 yılını Robben Adası’nda bırakmış biri. Ama Mandela onun için “insanüstü” birisi, bir “kavram” adeta. O sözleri söyledikten sonra, Türkiye’de hükümetin birkaç yıl önce Türk parlamenterler heyetine söylediklerini yerine getirmiş olduğunu görmekten duyduğu memnuniyeti belirtiyor, “Türkiye’de gelen haberlerde işlerin iyi gittiğini görüyorum” diyor. Devam ediyor: “Güney Afrika’yı gördünüz. Ülkemizin çok güzel ve büyük bir ülke olduğunu da dolayısıyla görmüş olmalısınız. Apartheid rejiminden sonra artık bu güzel ülkede 11 tane resmi dil var. 11 tane resmi dili olabildiği için, güzel ve birlik içinde bir ülke burası…”