Paylaş
Reyhanlı’da çok büyük can kaybına yol açan Suriye saldırısının kanlı fonu önünde cereyan edecek olan çok dikkat çekici bir ziyaret olacak Tayyip Erdoğan’ın Washington seferi.
Gündemin en tepesine Suriye oturacağına ve Reyhanlı’ya birlikte Suriye’deki “iç savaş”ın Türkiye’nin istikrarını sarsma potansiyeli öne çıkmış olduğuna göre, Tayyip Erdoğan’ın Obama’dan Şam rejimine karşı daha aktif bir ABD politikası için bastırması beklenir.
Ama Obama böyle bir Türk talebine karşılık verecek midir?
Obama, yakın geçmişte, ABD için Suriye’deki “kırmızı çizgi”nin Başşar Esad rejiminin “kimyasal silah kullanması” olduğunu açıklamıştı. Tayyip Erdoğan için, rejimin bunları kullandığına dair bir kuşku yok. Tıpkı, Reyhanlı’da patlayan ve 50’nin üzerinde vatandaşımızın kanını akıtan, canını alan bombaların üzerinde Suriye rejiminin “parmak izleri”nin bulunduğuna dair bir kuşkusu olmadığı gibi.
Gelgelelim, Obama, ilan ettiği “kırmızı çizgiler” Başşar tarafından geçilmiş olmasına rağmen, harekete geçmedi. Dolayısıyla, Başşar’ın Obama’nın “blöfü”nü gördüğü ya da Obama’nın “kırmızı çizgileri”nin bir “ABD blöfü”nden ibaret olduğu söylenebilir.
Amerikan dış politikası, 1990’ların ortasından itibaren önce Demokrat Clinton döneminde ortaya koyduğu “liberal ve insani amaçlı müdahalecilik” ve Cumhuriyetçi George W. Bush’un yürüttüğü “müdahaleci aktivizm”i, Barack Obama ile birlikte terketmişe benziyor.
Bill Clinton, gecikmeli de olsa 1995’de Bosna’ya ve 1999’da Kosova’ya müdahalede bulunarak, “Müslüman soykırımı”nın önüne geçmişti. Bush, 11 Eylül sonrası 2001’de Afganistan’da Taliban rejimini söken, ardından 2003’te Irak Savaşı ile “müdahaleci Amerikan dış politikası”na yeni boyutlar getirmişti.
Obama, tam tersi bir yol benimsedi. Bu, Obama’ya ait ve onun dönemiyle sınırlı kalacak bir siyaset tercihi mi olacak, yoksa “tek süperdevlet”in dünyadaki duruşunda tarihi ve radikal bir dönüş mü yaşıyoruz; bu sorunun doğru cevabını ancak bir kaç yıl sonra görebileceğiz.
Cevap iki seçenekten hangisi olursa olsun, bugün itibarıyla Washington’un Suriye’ye yaklaşımı bakımından bir şey farketmiyor. Obama’nın ABD’yi “Suriye bataklığı”na bulaştırmaya, daha aktif bir Amerikan rolü üstlenmeye hiç niyeti yok ve daha önemlisi böyle davrandığı için Amerikan toplumundan hiçbir baskı altına girmiyor.
İngiliz gazetesi The Guardian’da “Suriye: Süperdevlet sonrası dönemin ilk ihtilafı” başlıklı (Syria: the first conflict of the post-superpower era) başlıklı çok çarpıcı ve ilginç bir yazı John Kampfner imzalı altında yayımlandı. Yazıda, “Obama için, Suriye’de, (ABD’nin) kayıplarını sınırlamak ve Suriye’den mesafe almak politikası cazibesini kanıtladı. Sorun, ABD hükümetinin bunun bir strateji olduğunu itiraf etmemesinde ve Suriye’nin kerameti kendinden menkul ılımlı muhalefetine ve Türkiye, Katar ve bölgedeki (ABD’nin) Sünni müttefiklerine yanlış umutlar vermesinde” deniyor.
Yazının daha çarpıcı satırları şöyle:
“Amerika’nın (Suriye’ye ilişkin) gevşekliği, boşluğu doldurmak üzere İsrail’in işin içine girmeye itti. 5 Mayıs’da Şam ve çevresindeki hedeflere ağır hava saldırıları sadece Esad’a değil, Hizbullah’a ve hepsinden önemlisi İran’a mesaj vermeyi amaçlıyordu. İsrailliler, ne istemedikleri konusunda gayet açıktılar: Güney Lübnan’da Hizbullah’ın ağır silahlarla donatılması. (Yani, İsrail, kendi jeopolitik alanında statükonun değişmemesini gözetmek istiyordu cç)
Bununla birlikte, İsrailliler Esad kalmasını mı, gitmesini mi istiyorlar? Beyrut’ta ve bölgenin bir başka yerinde hiç kimse cevabı biliyor görünmüyor. Franklin Roosevelt’in Nikaragua lideri Anastasio Somoza için , ‘O bir orospuçocuğu olabilir ama bizim orospuçocuğumuz’ demiş olduğunu hatırlayalım. İsrail, işgal altındaki Golan Tepeleri’ni gözleyen Esad hanedanından görece olarak memnun; tıpkı Hüsnü Mübarek’in Mısırlıları kontrol altında tutmasından memnun oldukları gibi…”
Yazıda, İsrailliler ve Amerikalıların İran’ın Suriye üzerindeki nüfuzunun kırılması için yapmayacakları şey olmadığı ve şayet varsa “oyun planı”nın Esad’dan kurtulmak, onun yerine hem düzeni sağlayacak ve hem de ılımlı bir muhalefete imkan verecek, Batı’ya daha dostane davranacak, İranlılar ve Hizbullah’a mesafe koyacak birisini onun yerine getirmek olabileceği de ifade ediliyor. Ne var ki, bu pek hayali, “too good to be true” cinsinden bir hesap.
Hayal kurmayıp gerçeklere baktıklarında ise, Obama, Rusya ile Haziran başında “Cenevre II” diye nitelenen bir uluslararası konferansı öne çıkarıyor. Bundan bile “başarı” umma hayali görmeyecek kadar gerçekçi bir yandan da. Önceki gün İngiltere Başbakanı David Cameron ile birlikte yaptığı basın toplantısında açık açık söyledi; “(Uluslararası konferansın) başarısı için söz vermiyorum. Bu önümüzde duran çok zor bir iş. Ama denemeye değer” dedi.
İngiltere, ABD’nin İsrail’den de önce gelen bir numaralı müttefiki. “US-UK hattı”ndan yani “Birleşik Amerika-Birleşik Krallık ittifakı”ndan, bunun Washington için her uluslararası ittifakın çekirdeği olmasından söz edilebilir. Obama, Suriye konusunda Washington’dan daha ateşli gözüken Londra’ya bile kendisini bağlamazken, Tayyip Erdoğan’ın ABD politikasını değiştirecek bir etki yapmasını beklemenin pek anlamı yok.
ABD’nin birlikte hareket etmeyi –söz vermeden ve umut bağlamadan- tasarladığı Rusya’nın Şam’a yönelik bakış açısı ise şu:
1. Rejimin (yani Başşar’ın) askeri zafer kazanmasından tüm umutlarını henüz kesmiş değil. Hatta, rejim, Şam’da ve yakın çevresinde kaybettiği bazı yerleri geri aldıkça, Rusya’nın askeri çözümden vazgeçmeme umutları da besleniyor.
2. Rusya, Başşar’ın yıkılması durumunda, onun yerini Suriye’yi Rus çıkarlarının tehlikeyi gireceği bir kaos ortamının alacağını düşünüyor. Kaosu önleyecek bir iktidar değişikliği hazırlığına ikna olmuş değil.
3. Rusya, “Arap Baharı”nı Sünni-İslami güçlerin Ortadoğu’da iktidara gelmesi ve bunun da kendi Kafkasya-Orta Asya ekseninde, başta Çeçenistan ve Dağıstan, birtakım gelişmeleri tetikleyeceğinden korkuyor.
Obama, Cameron ve Putin’in, üçünün birden el-Kaide bağlantısı An-Nusra gibi örgütlerin Suriye muhalefeti içindeki fiili gücünden rahatsız oldukları ve bu “tehlike” konusunda mutabık oldukları ortada. Bu unsurlara ilişkin olarak, Türkiye’nin net bir tavra sahip olmadığı kanaati bir şekilde Obama tarafından Tayyip Erdoğan’a açıklanacaktır herhalde.
Bu arada, Suriye direnişinin önemli silahlı güçlerinden (Hz. Ömer) el-Faruk’un komutanlarından birinin, rejimin ordusundan öldürülmüş bir askerin kalbini çiğ çiğ yediği görüntülerinin etkisinin, Tayyip Erdoğan’ın bu konuda sahip olabileceği ikna gücünden çok fazla olduğu açık.
Kısacası, Tayyip Erdoğan’ın Washington temaslarında beklenti çıtasını, mütevazı bir yükseklikte tutmakta yarar var.
Not: Bir önceki ve Reyhanlı saldırısına dair siyasi tahlil yazımızdan bir cümle cımbızlanarak, anlamı dışına çıkartılarak sosyal medyada ‘Vay, Reyhanlı’daki ölülerimize maliyet dedi’ ucuz demagojisiyle, şahsıma karşı karalama kampanyası yürütüldü. Koca yazıdan öyle bir anlam çıkartmak için 1) Zeka özürlü, 2) Kötü niyetli 3) İkisi birden olmak gerekir. Kampanyaya katılanlar, kendilerine uyan seçeneklerden birini işaretleyebilirler.
Paylaş