Paylaş
Cumartesi gecesi Halifax Uluslararası Güvenlik Forumu’nun son gecesiydi. O gece dünyanın gidişatını sezmeye yarayan bir dizi toplantının yapıldığı otelin lobisinde dünyanın dört köşesinden gelmiş güvenlik uzmanları, kimi ülkelerin savunma bakanları, bazılarının dışişleri bakanları, kimi eski başbakanlardan oluşan rengârenk bir topluluğun aralarındaki sohbetten çıkan uğultudan yanınızda konuştuğunuz kişinin sesini duymak kolay olmuyordu. İki metreye yaklaşan uzun boyuyla Michael Werz, “Obama konuşacak” dedi, kolumdan çekiştirerek ve koşar adım lobinin bir bölümündeki televizyona doğru ilerlerken, “İran ile anlaşmaya varılmış!”
Michael Werz, Obama’yı desteklemek için kurulmuş olan Washington’un en genç düşünce kuruluşlarından Center for American Progress’in ‘Türkiye uzmanı’ olarak da tanınan isimlerinden biri. O sırada, bir yanımda, Cumhuriyetçi iktidar dönemlerinde Pentagon’un harcamalarından sorumlu müsteşarlık yapmış olan, Washington siyaset arenasının tanınmış isimlerinden Dov Zakheim, diğer yanımda Türkiye’nin en parlak yeni kuşak diplomatlarından, Ottawa Büyükelçisi Dr. Tuncay Babalı hararetli bir ‘strateji’ sohbetine dalmıştık. Tuncay Babalı’nın doktorası enerji alanında. Kaya petrolü ve gazın nasıl elde edildiğini bir jeoloji uzmanı gibi izah ediyor, siyaset ve enerji arasındaki mutlak bağı anlatıyordu.
Konu, İran ile anlaşma olunca, konuşmayı kestik. Obama’yı dinlemeye başladık. Demokrat Obama’yı dinlerken, arada bir başında gördüğüm kippasıyla dindar bir Yahudi olarak tanıdığım Cumhuriyetçi Dov Zakheim, “Bu, İsrail’in İran’a saldırısı ihtimalini arttırabilir” dedi.
“Netanyahu bunu bir ‘Münih’ olarak mı niteler yani?” diye sordum. Dov Zakheim onay anlamında kafasını salladı. Ama Obama’nın konuşması bittikten sonra, biraz daha serinkanlı düşündüğünde ve anlaşmanın teknik yönlerine bakarak, “İsrail’in bu içerikte bir anlaşmayı çiğnemesi ve İran’a saldırması da pek kolay değil açıkçası” diyerek bir şekilde Obama’nın ‘hakkını’ teslim etti.
ABD-İran uzlaşmasından hayal kırıklığı duyanlar elbette var. Başta İsrail ve Körfez’de ve tüm Ortadoğu’da İran’la ‘zero sum game’e tutuşmuş gözüken Suudi Arabistan. ‘Münih’ kavramı da ABD-İran uzlaşmasından rahatsız olan çevrelerde ortaya atılmış olmalı ki, Washington Post yorumcularından Eugene Robinson önceki günkü “İran Anlaşması bir diplomatik başarı öyküsüdür” başlıklı yazısında, anlaşmanın siyasi yönünün yanı sıra teknik ayrıntılarına dikkat çekerek “‘Münih’ referansı ile anlaşmaya saldıranlar var. Boş versenize” diyor ve bunun niçin bir ‘diplomatik başarı’ olduğunu somut argümanlarla sıralıyordu.
Gerçekten de, anlaşmanın Obama’nın tüm başkanlık dönemindeki en önemli başarı olduğunu bir yere kaydetmek gerekiyor.
Peki, Türkiye’den bakıldığında ya da bir başka deyişle Türkiye’nin çıkarları ve dış politika anlayışı açısından bakıldığında nasıl bir sonuca varmak gerekiyor?
“‘Reset’lenme” çabası içindeki Türk dış politikası açısından, ABD-İran geriliminin ortadan kalkması, İran’ın uluslararası sisteme daha önceki yıllarda olmadığı ve görülmediği biçimde dahil olabilecek olması, tartışmasız, çok olumlu bir gelişme. Türkiye’nin yanı başında ‘nükleer silahlanmaya giden’ bir İran ile ‘gerilimli’ bir coğrafyada ‘yalnız’ yaşaması, elbette, iyi bir şey olamazdı.
Ne var ki, ABD ile İran arasında ortaya çıkan ‘uzlaşma’, bir yandan da ‘ABD+Avrupa’ ve bir nebze Rusya ile Çin’in de duruma göre dahil oldukları ‘uluslararası sistem’ nezdindeki ‘Türkiye önemi’ni göreceli olarak düşürüyor. Öyle ki, ABD ve İran arasında 2013 Mart ayından beri en üst düzeyde gizli temaslar kurulmuş ve bunda Washington, müttefiki olan ve bir yandan da İslam Cumhuriyeti İran’a komşu bulunan ‘İslamcı kimlikli’ kabul edilen bir iktidarın hüküm sürdüğü Türkiye’ye ihtiyaç duymamış. ABD-İran teması, Umman üzerinden sağlanmış.
Türkiye’nin Tayyip Erdoğan iktidarının Realpolitik’e sırt çeviren ‘irrasyonel’ dış politika pozisyonları nedeniyle içine düştüğü ‘uluslararası yalnızlık’, ABD-İran uzlaşmasıyla daha belirgin bir görüntü verdi.
Bir on gün kadar önce Türkiye’de başkanlığını eski Finlandiya Cumhurbaşkanı Marti Ahtisaari’nin yaptığı ve üyeleri arasında Avrupa’nın eski başbakanları ve dışişleri bakanlarının yer aldığı ‘Bağımsız Türkiye Komisyonu’ uzun bir aradan sonra, Türkiye’ye temaslar yapmaya geldi. Bu çerçevede Ankara’ya gidip Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile de görüştüler. İstanbul’daki görüşmemizde, aralarından biri yarı hayret-yarı alaycı bir dille, “Hem İran ve hem İsrail, hem Mısır ve hem Suudi Arabistan ve Suriye ile, hepsiyle birlikte kopuk ya da kötü ilişkiler akıl alır bir dış politika değil” dedi. Bunlara Moskova ve Washington’u da eklemek gerekiyor..
Başbakan Tayyip Erdoğan, Moskova’ya gidip Putin’den “Bizi AB’den kurtarın, Şanghay Altılısı’na alın” diye ricacı olacak kadar Rusya’ya ‘yakın’ profil çiziyor ama Türkiye ile Rusya’nın arasının ne kadar ‘yakın’ olabileceğini ya da olamayacağını, Suriye üzerindeki yüz seksen derecelik farktan görebiliyoruz.
Washington ile ilişkiler de sanıldığı kadar iç açıcı değil. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun son Washington temaslarında Çin füzeleri konusunun Savunma Bakanı Chuck Hagel ve Ulusal Güvenlik Başdanışmanı Susan Rice ile görüşmelerinde gündeme geldiğini, Amerikan tarafının buna ‘çok tepkili’ olduğunu, ayrıca Rice’ın “İsrail konusunda artık bizden bir yardım beklemeyin; Obama çok ciddi hayal kırıklığı içinde” dediğini biliyoruz.
Amerikalıların, kim ne derse desin, İran’la açılan ‘yeni sayfa’nın ardından Türkiye’ye dönük ‘duyarlılıkları’ azalabilir.
Bütün bunların üzerine, bir de Tayyip Erdoğan’ın beyanlarının yol açtığı Mısır’la ‘diplomatik ilişkilerin düzeyinin düşürülmesi’ geldi. Bu son gelişmeye dair, Chatham House’un ‘Türkiye Projesi’nin başındaki, Filistin kökenli Fadi Hadura’nın CNN’in internet sitesinde ‘Türkiye: Köprü olmaktan Ortadoğu’da bir ada olmaya’ başlığı altında yazdığı değerlendirmeye kulak verelim; zira dış dünyanın etkili merkezlerindeki ‘Türkiye dış politika algısı’nı yansıtıyor:
“(Mısır kararı) Erdoğan’ın Ortadoğu’da başı çeken bir rol oynama çabalarının ölümüne işaret ediyor. Müslüman Kardeşler’e ideolojik yakınlığı, Türkiye’nin bölgesel itibarını ihya etmek amacıyla Arap dünyasındaki diğer İslamcı partileri etkilemek için bir rampa niteliğindeydi. Bu plan paramparça olma noktasına geldi.
Mısır’ın yanı sıra Türkiye, şu sırada Körfez’deki Arap ülkelerinin çoğuyla, ayrıca Cezayir, İsrail, Ürdün, Fas ve komşuları İran, Irak ve Suriye ile ters konumda. Rusya tarafından güvenilmez ve ABD tarafından ise by-pass edilen bir durumda. Avrupa, Doğu ile Batı arasında uzanan bu stratejik olarak konumlanmış cumhuriyetin tecridinden hayal kırıklığı içinde.
Kendi kendisine oluşturduğu bu tecritten çıkmak amacıyla, Türkiye, yeni seçilmiş İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ile ve ayrıca Irak Başbakanı Nuri el-Maliki ile ilişkileri düzeltmeye çalıştı...
Ne var ki, bu ani yön değişikliği, gerilimleri kalıcı bir zeminde tamir edemeyecek. Bölgedeki ülkeler dengeli bir dış politikaya yönelmekten ziyade, Türkiye’nin sadece gelişmelere tepki veriyor olmasından kuşku duyuyorlar.
Sonuç olarak, Türkiye’nin yakın geçmişteki hızlı dönüşleri –örneğin, Nuri el-Maliki ve Başşar Esad ile dostluktan açık düşmanlığa geçişi- bu tür algıları muhtemelen çok güçlendirecek.
Dahası, Türkiye’nin böylesine değişken dış görüntüsü, Araplar nezdinde Erdoğan’ın bir dönem sahip olduğu önlenemez cazibeyi de büyük ölçüde azaltacak...”
Bir süre önce, Türkiye’nin Ortadoğu politikasında ‘reset’ girişimlerine dikkat çekmiştik. Anlaşılan çok geç olmuş olabilir. Başarı şansı da kuşkulu. Özellikle, ABD-İran arasında açılan ‘yeni sayfa’dan sonra.
Türkiye’nin yalnızlığı ve bunun yol açtığı dış politikada etkisizliğinin giderilmesi zaman alacak. ‘Yanlış’ın bir bedeli, mutlaka, olacak.
Paylaş