Paylaş
Kürdistan’da daha bakir durumdaki rezervlerin Kerkük’ün rezervlerine gerek bıraktırmayacak boyutlarda olduğunu söyledi. Erken bir zamanda, ön alarak bu alanda yatırımı yapacak olanların, gelecekte kendileri için büyük yarar sağlayacağını, stratejik avantaj elde edeceğini anlattı. ‘Bu işler’ dedi, ‘first come-first serve basis, yani erken gelen oturur hesabınca yürür. Biz, 4-5 milyonluk bir halkız. Koca bir petrol ve doğalgaz denizinin üzerinde yüzüyoruz. Bizim için çok fazla. Petrolü içecek halimiz yok. Yeraltında duran bir petrolün ve doğalgazın bir değeri de yoktur. Sizin önceliğiniz olur haliyle. Gelin birlikte çıkaralım, birlikte üretelim, birlikte işleyelim, birlikte satalım’ dedi.” (Cengiz Çandar, Mezopotamya Ekspresi –Bir Tarih Yolculuğu-, İletişim Yayınları, s.275)
2007 yılı başlarında cereyan etmiş olan bu diyalog, yaklaşık 7 yıl sonra Türkiye-Kürdistan izdivacını simgeleyen ‘alyans’ın altın ya da platin yerine ‘petrol ve doğalgaz’dan yapılacağını haber veriyordu aslında. Bu ay başında (Irak) Kürdistan Bölgesi Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani ile Ankara’da atılan ve Kürdistan-Türkiye boru hatlarını da içeren kapsamlı anlaşma da bir anlamda ‘nikâh töreni’ niteliğindeydi.
Ne var ki, Bağdat’ı (ve de bu konuda kendine özgü nedenlerle Bağdat’ı arkalayan Washington’u) kızdırmamak için “Hayır, daha anlaşma imzalanmadı” gibisinden tuhaf ve anlamsız bir ‘beyaz yalan’a başvuruldu. Ama, imzaları atılmış anlaşma basına ve kamuoyuna sızdı, Bağdat’ın öfkesini çekti ve anlaşmanın imzalanmasından 48 saat geçmeden Enerji Bakanı Taner Yıldız apar topar –daha önce planlanmış olmayan- bir Bağdat seferine çıktı. Bağdat rejiminin, İran yanlısı bilinen ve enerji politikalarının yıllardır başında bulunan yetkilisi Hüseyin Şehristani ile görüştü. Arkasından, Ankara’da atılmış imzaların yürürlüğe girmesinin, ‘Bağdat’ın iznine tabi olduğu’ şeklinde yorumlanmaya uygun açıklamalar yapıldı.
Sanki Ankara’da atılmış imzaların pek bir hükmü yokmuş ve ‘birinci kareye geri dönmüşüz’ gibi bir izlenim ortaya çıktı.
Türkiye ile KRG (Kürdistan Bölge Yönetimi’nin İngilizcesinin başharfleri-dış dünyada kısaca böyle kullanılır oldu) arasındaki anlaşmanın belirli ‘sütunları’ var. Buna göre, Türkiye, özellikle Kürdistan petrolleri üzerinde iş görecek TEC adlı şirketi oluşturdu. Bağdat’ın gönlünü hoş tutmak amacıyla, Kürdistan petrollerinin Türkiye’ye ve Türkiye üzerinden dünya pazarlarına taşınması için ‘Ankara-Bağdat-Erbil’ yani ‘üçlü mekanizma’ kurulması önerisini getiriyor. Irak Anayasası’na göre Irak topraklarının her yanında çıkan petrolün ‘tüm Irak halkının malı’ kabul edildiği ve KRG’ye Irak’ın toplam petrol gelirinin yüzde 17’sinin ayrıldığı ve bu para New York’ta bir bankada oluşturulan ‘escrow account’ adı verilen bir hesap üzerinden işlem görüyor. Türkiye ise Kürdistan ile petrol-doğal gaz ilişkilerinin üreteceği paranın Türkiye’deki bir kamu bankasında (Halk Bankası) toplanmasını ve bu paranın yüzde 17’si dışında kalanının Bağdat’a aktarılmasını öngörüyor.
Ama işler tam böyle yürümüyor. Zira Bağdat, Kürdistan petrollerinin Türkiye’ye taşınması işleminin de bir merkezi Irak şirketi olan SOMA üzerinden yapılmasına devam edilmesini savunuyor. ‘Üçlü mekanizma’ya karşı çıkıyor. Bunu istemiyor. “KRG ancak Irak heyetinde alır” diyor. Ayrıca BM kuralları uyarınca ‘savaş tazminatı’ ödemekte olduğunu ve bu nedenle ‘petrol gelirinin yüzde 5’inin Kuveyt’e ödenmesi’ne devam edileceğini, bunun için de Kürdistan petrollerinden elde edilecek tüm gelirin ABD’de New York’taki bankaya yatması gerektiğini vurguluyor.
Yani, Ankara ile Bağdat arasında, Taner Yıldız’ın apar topar Irak başkentine gitmiş olmasıyla halledilmiş bir durum yok. Anlattıklarımızdan anlaşılacağı gibi, Bağdat, Erbil ile bir tür ‘egemenlik paylaşımı’na girmeyi istemiyor. KRG’nin oluşumuna ve bunun Irak Anayasası’na girmesine mecbur kalındı ama ‘ufuktaki’ bir Kürdistan bağımsızlığının ekonomisini güvence altına alacak şekilde, Türkiye’nin alıştığı dil ile ‘Kuzey Irak’, Kürtlerin dilinde ‘Güney Kürdistan’ petrol ve doğalgaz zenginliği üzerinde ‘egemenlik paylaşımı’na kesinlikle karşı görünüyor.
Peki, bu konuda yeni bir durum mu var?
Evet. Erbil’de yayımlanan ve ‘gerçek patronu’nun Neçirvan Barzani olduğu bir ‘sır olmayan’ haftalık Rudaw’a bir ‘KRG yetkilisi’nin önceki gün (cuma) yaptığı açıklamaya göre, Ankara’da imzalanan anlaşma gereğince Kürdistan Bölgesi, Türkiye’ye petrol ve gaz ihracına başladı!
Iraq Oil Report adlı uzman yayın tarafından da doğrulanan bu gelişme, 250 kilometre uzunluğunda Kürdistan tarafında inşa edilmiş yeni boru hattıyla, Türkiye sınırının dibindeki Fişhabur’da Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattına bağlanılarak, 2014 yılı sonuna kadar günde 400 bin varil petrol taşınması umut ediliyor. Rudaw’a bilgi veren KRG yetkilisi, Türkiye’ye yapılan Kürdistan ihracatının yüzde 50’sinin Türkiye tarafından satın alınacağını, kalan yüzde 50’nin ise dünya pazarına sevk edileceğini bildirdi.
Bu gelişmenin anlamı, Erbil’in Bağdat’ı ırgalamadığını ve ırgalamayacağını ortaya koyması. Türkiye de, muhtemelen, Erbil-Bağdat tercihinde, ibresini birinciden yana çevirecek.
Tekrar ‘Mezopotamya Ekspresi’ne dönelim:
“Atlantic Council adlı Amerikan düşünce kuruluşunun düzenlediği bir ‘Türkiye-Kuzey Irak Konferansı’nda Irak Kürt Yönetimi’yle yakın ilişkileri hararetle savunan bir konuşmamın ardından, masanın diğer ucunda oturan Aşti Hawrami’ye bir not ilettim. ‘Bana şu rakamları bir kez daha yazar mısın lütfen’ diye ricada bulundum... Birkaç dakika sonra bana gönderdiği cevabi mesaj.. kâğıtta şöyle yazıyordu: ‘Türkiye’nin günlük petrol tüketimi: Günde 500,000 varil. Yılda doğalgaz tüketimi 36 milyar metreküp.
Irak Kürdistan Petrol Rezervi: 6000 milyar metreküp
Irak Kürdistan Petrol Üretimi
2009...... 100,000 varil (günde)
2010...... 300,000
2011...... 500,000
2012...... 750,000
2013...... 1,000,000
Doğalgaz ihracatı için henüz altyapı yok ama yılda 60 ila 70 milyar metreküp ihraç imkânı yaratılabilir.” (s. 275-276)
Irak Kürdistan Petrol Bakanı Aşti Hawrami ile bu diyalog gerçekleştiği sırada, Türkiye’de yine AK Parti iktidarı ve Tayyip Erdoğan hükümeti vardı ama Ankara-Erbil ilişkileri ‘hasmane’ addedilmeye yakın, ‘dostane’ olmanın çok uzağındaydı. Altı-yedi yıl içinde nereden nereye geldik. Erbil’i Bağdat’a tercih etmeye mecbur kalmaya başladığımız bir noktaya yaklaştık.
Washington’a direnmeyi göze aldıran böyle bir ‘tercih’, sadece, Tahran-Bağdat eksenine karşı durmak ile, ‘bölgesel rekabet’ ile ve Türkiye’nin giderek artmakta olan ‘enerji ihtiyaçları’ ile ilgili değil. 1920’lerde ‘Musul sorunu’ ile ilgili olarak Batı’dan –ve özellikle petrol konusunda- yemiş olduğuna inandığı kazığı, bir daha yememek kararlılığıyla ilgili. Bu ‘kanaat’, ABD’li muhataplara da aktarılmıştı.
Bütün bu nedenlerle, Türkiye-Kürtler ve Türkiye-Kürdistan ilişkilerine ‘geniş ekran’dan ve ‘ufuk’lu bakmak gerekiyor. ‘Süreç’e de, ‘Rojava’ konusuna da.
Bir yeni gelişme daha: Barzani’nin KDP’si (daha doğrusu bizzat Mesut Barzani) ile PKK’nın (ve BDP’nin) desteklediği PYD arasında Leyla Zana ve Osman Baydemir’in arabuluculuğu sonunda Erbil’de ‘uzlaşma’ görüşmesi yapılacak.
Suriye, galiba, 2003 sonrası Irak’a benzeyecek. ‘Rojava’ ise ‘Kuzey Irak’a. Bir önemli farkla... Orada Barzani’ye benzer yerde Salih Müslim’in oturması ihtimali güçlü. Bir de Suriye’nin petrol ve doğalgazının neredeyse tümü, PYD ile el-Kaide arasında çekişilen bölgede üretiliyor.
Türkiye, Erbil-Bağdat arasında sürüklendiği ‘tercih’e, ‘Kürtler’ ile ‘İslamcı güçler’, başka bir deyimle ‘PYD ve müttefikleri’ ile ‘el-Kaide ve silahlı Selefiler’ arasında da sürüklenebilir...
Paylaş